10 Ekim 2011 -
Uluslararası sistemin alması olası yeni biçimler üzerine tartışmalarda, yine bir yoğunlaşma var. Bu tartışmalara konu olan eğilimlerin giderek birbiriyle kesişmeye, birbirlerini güçlendirmeye başlamasıysa, uluslararası ilişkilerde “havanın” giderek sertleşeceğini düşündürüyor.
Bu sırada Türkiye ile ilgili haberlerde öne çıkan kimi olgular, “AKP hükümeti, ‘gemiyi’ bu havada nasıl su yüzünde tutmayı başaracak?” sorusunu akla getiriyor. Belki bu soruyu birbiriyle kesişerek güçlenmeye devam eden eğilimlerin içine katarak değerlendirmek gerekiyor.
‘En kötü mali kriz...’
Perşembe günü, İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, “Dünya bütün zamanların, en azından 1930’lardan bu yana, en kötü mali krizini yaşıyor” diyor, ekonomiye 75 milyar sterlin basacağını açıklıyordu. Cuma günü Financial Times, “Merkez bankaları işe koyuldu” başlıklı yorumunda, Avrupa çapında yeni bir parasal genişleme dalgasının haberini veriyordu.
Bu sırada, ABD Senatosu Çin’e yönelik korumacı uygulamalara izin verecek, hatta bunları zorunlu kılacak bir yasa tasarısını oylamaya başlıyordu. Medyayı meşgul etmeye başlayan bir diğer gelişme de ABD’de, uzun yıllardan bu yana ilk kez yükselmeye, yayılmaya başlayan toplumsal muhalefet olaylarıydı. Geçen ay Wall Street’te genel olarak bankalara, özel olarak yoksullaşmaya, işsizliğe karşı başlayan protesto hareketi, hafta sonunda Philadelphia, New Orleans, Washington, Tampa, Dallas, Houston, Austin’in yanı sıra 100 kente yayılmış, başlangıçta sayıları onlarla anılabilecek protestocular, perşembe günü 15 bin kişinin katıldığı bir yürüyüş düzenleyebilmişlerdi. En son haberler, sendikaların giderek artan oranda harekete destek vermeye başladığını gösteriyor.
Böylece, “Wisconsin”, “uvertürü”nden sonra, Wall Street İşgal Hareketi, sendikaları toplumun diğer hoşnutsuz kesimleriyle birleştirmeye başlarken İngiltere kasım ayında gerçekleşecek, çok büyük işçi hareketlerine hazırlanıyor. Avrupa’da kriz merkeze doğru yayılıyor...
Bu durumda hükümetlerin klasik tepkisini, ikiye ayırabiliriz. Birincisi, parasal genişlemeyle sorunları, 2002-2006 arasında olduğu gibi, sonrasını düşünmeden, ertelemeye çalışmak. İkincisi, “Yüksek işsizliğin sorumlusu kim?” sorusuyla dikkatleri dış ticarette rekabet koşullarına yönlendirerek, yerli egemen sınıfların üzerinden uzaklaştırmak. Kaygı veren şu ki, bugün bu tepkiler kesişerek, büyük siyasi krizlere zemin hazırlamaya başlamış gibi görünüyorlar.
...En büyük siyasi krizlere zemin hazırlıyor...
Parasal genişlemelerin, serbest piyasa sistemi içinde, genişlemeye giden ülkenin ekonomisini değil, rekabet gücü daha yüksek ekonomileri destekleme olasılığı çok kuvvetli oluyor. Böylece, ithalat artmaya, yerli sanayi iş kaybetmeye, ama halk genişlemenin mali yükünü üstlenmeye devam edebiliyor. Bu süreç, eninde sonunda, artan dış ticaret açığı, işsizlik üzerinden dikkati, öfkeyi parasal genişlemeden yararlanan ülkeler üzerinde yoğunlaştırıyor.
İkincisi, işsizlik konusunda suçlu aranınca gözler dışarıya, örneğin, bugün ABD’de, Çin’le olan 278 milyar dolarlık ticaret açığına dönüyor (Wall Street Journal, 07/10) ve bu açığın bir hesaplamaya göre, ABD ekonomisine 2001- 2010 arasında 2.8 milyon, bir başka hesaplamaya göre 1990-2007 arasında yaklaşık 1 milyon iş kaybına mal olduğuna ilişkin savlar siyasi bir önem kazanıyor (Washington Post, 06/10). Bu savlar da, mali kriz sırasında, üç yılda 8.5 milyon kişinin işini kaybettiği görmezden gelinerek, ABD ekonomisini Çin’e karşı (bankerlere karşı değil) korumak gerektiği sonucuna götürüyor. Üstelik, bu korumacılığın ithalat yoluyla gelen ve esas olarak düşük gelirliler tarafından tüketilen malların fiyatlarını yükselterek yoksullaşmayı daha da arttıracağını bilerek. Bu miyopluk dünya ekonomisini, kaçınılmaz olarak, bir ticaret savaşları eksenine oturtuyor.
‘Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü’
Dahası bu süreç “ticaret savaşlarının” sınırlarını aşan dinamikleri de içeriyor. Örneğin, Çin’e karşı korumacılık tartışmaları, Çin’in serbest ticaret sistemine (ABD merkezli ekonomik modele) yönelik bir tehdit oluşturduğuna ilişkin savlara (WSJ, Tom Danilon, 05/10), Çin’in artan jeopolitik etkilerinin askeri kapasitelerinin tartışılmasına (Boston Globe, Kurtlanzick, 24/09), Çin’i stratejik düşman konumuna yükseltmesine yol açıyor.
Buna karşılık, Çin, tarihçi Paul Kennedy’nin Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü yapıtında dile getirdiği “ekonomik canlılığı azalmış bir ülkenin askeri ve güvenlik üstünlüğünü korumaya devam edebildiği asla görülmemiştir” saptamasına uygun olarak, ABD’nin ekonomik canlılığının daha da azalmasını beklerken, her fırsatta diğer güçlerle birlikte, örneğin son Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oylamasında ABD’yi bloke ediyor, gerilemeyi, daha bir görünür kılarak hızlandırıyor. Şam’daki Kalamoon Üniversitesi’nden, uluslararası ilişkiler uzmanı, Dr. Marvan Kabalan’ın Gulf News’teki yorumunda vurguladığı gibi “ABD’de buna karşı bir şey yapamıyor”.
Paul Kennedy’nin saptamaları, Türkiye ekonomisiyle ilgili haberlerle birleşerek kaygı verici bir resim oluşturmaya başlıyor. Türkiye’nin dış politikası, “sıfır sorun” niyetiyle yola koyuldu, ülkeyi uzak yakın tüm komşularıyla sorun çıkararak, yalnızlaştıran bir noktaya taşıdı. Ama olsun, bir büyük gücün desteğine dayanarak bölgede güç yansıtma projesi “hamdolsun” tıkır tıkır işliyordu. Ekonomi son derecede canlıydı, Türkiye yükseliyordu... Cari açık büyüyordu, ama ihracat artmıyor muydu?
Geçen hafta, Merkez Bankası TL’nin değerini korumak için hamle yapınca, birden kaşlar havaya kalktı. Bu büyümenin, yükselmenin büyük bir kredi köpüğü üzerinde yüzdüğünü söyleyenler haklı olabilir miydi? Finans medyasının ekranlarına düşmeye başlayan, “Merkez Bankası bu zayıf rezervlerle, TL’yi uzun süre koruyamaz”, (Bloomberg,. Reuters) gibisinden yorumları da hayra alamet değildi.
Bunları izlerken, Meral Tamer’in, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısındaki izlenimlerini anlattığı yazıyı gördüm. Tamer, üç ayda yüzde 20 devalüasyon olunca, kimlerin ne kadar büyük döviz açıklarıyla “yakalanmış” (peki bunların akılları neredeymiş?) olduklarını aktarıyordu. Moraller çok bozukmuş.
Tesadüf bu ya, aynı gün, Bloomberg, Türkiye’nin 2008’den bu yana şirket edinmelerde en parlak dönemini yaşadığını, hızla büyüyen ekonominin, yükselen piyasaların hepsinden daha çok yabancı sermaye çektiğini bildiriyordu. Diageo PLC’den Goldman Sachs’a, G. P Morgan’dan Cerberus Capital Management’e kadar dev şirketler bu canlı ekonomiden yararlanmak için geliyorlarmış. Kimi yerli yatırım uzmanlarına göre 2012, Türkiye için edinme, birleşme yılı olacakmış.
Neden olmasın? Yüzde 20 devalüasyon, arkası da gelecek gibi, sanayinin devleri, borca batmış durumda, dış pazarlar da daralıyor, mal satamazlarsa firmalarını satarlar...
Osmanlı ruhu bu olsa gerek: Ekonomide, gırtlağına kadar borca batarken, politikada, gerilemekte olan bir büyük gücün eteğine yapışarak, büyüklük hayalinin peşinde, hiç anlayamadıkları bir dünyada oradan oraya sürüklenmek... Sakın bunlar arasında bir bağlantı olmasın?
No comments:
Post a Comment