Müslüman Kardeşler’in (MK)Selefilerle birlikte hazırladığı anayasa taslağı ordunun gözetiminde, seçmenin yaklaşık yüzde 20’sinin oyunu alarak kabul edildi. Şimdi karşımızda bir “yeni” Mısır var. Bu “yeni” Mısır’da Mübarek’in yerini siyasal İslam alıyor, çoktan MK tarafından dönüştürülmüş olan ordu da duruma kolaylıkla uyum sağlıyor. Muhalefet henüz yenilmiş ya da tamamen susturulmuş değil. Mübarek’in iplerini elinde tutan ABD de şimdi kontrolü kaybetmemek için duruma müdahale etmeye çabalıyor.
Özetle karşımızda üçlü bir “dans” var. Ordu/MK (Siyasal İslam) – demokratik muhalefet ve ABD. Bu dansın olası adımlarını MK’nin ve siyasal İslamın artık iyice belirginleşmiş siyaset tarzına, “emperyalizme bağımlı” devlet modeline (Kees van-Der Pjil: “Empires and Nations” NLR. Temmuz/Ağustos 2011) bakarak hatta her ne kadar kimi, -Ahmet (niyet okumayın) Hakan gibi- çok objektif ve tarafsız kanaat önderleri “n’olur” Mısır’la Türkiye’yi karşılaştırmayın deseler de AKP deneyinden de yararlanarak anlamaya çalışabiliriz.
(...)
Devamını okumak için "tık"layınız
Monday, December 31, 2012
Monday, December 24, 2012
Sanat, Eğlence, Propaganda (Muhteşem Yüzyıl)
“Muhteşem Yüzyıl” dizisinin
bir estetik ürün olarak sanat sayılabileceğini düşünmüyorum ama
başarılı bir eğlence kaynağı (hatta kitsch), çokuluslu, çokkültürlü
geniş bir coğrafyada yaygın bir izleyiciye/tüketiciye ulaşan meta olduğu
ortada.
(...)
Yazının devamını okumak için "tık"layınız
(...)
Yazının devamını okumak için "tık"layınız
Monday, December 17, 2012
‘2030 Yılında Nasıl Bir Dünya?’
ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin dört yıllık değerlendirme raporlarından sonuncusu, “Küresel Eğilimler 2030: Alternatif Dünyalar” başlığıyla, geçen hafta açıklandı. Rapor, “bir öngörüde bulunmuyoruz, yalnızca eğilimler, olası senaryolar sunuyoruz” demesine karşın bizim medyada – özellikle siyasal İslamın kimi yazarlarında- büyük heyecan yarattı.
(...)
Yazını devamı için 'tık'layınız
(...)
Yazını devamı için 'tık'layınız
Monday, December 10, 2012
Yeni ‘Sıcak’ Nokta: Mali
Geçen hafta dikkatler Mısır’da Müslüman Kardeşler’in
siyasi iktidarı teokratik bir devlet projesi için kapıp kaçmaya
çabalarken toplumsal muhalefete çarpınca ordunun kollarına atlaması
üzerinde yoğunlaşmışken Batı Afrika’da kaynak paylaşım savaşlarının hızlandığını düşündüren önemli gelişmeler yaşanıyordu.
New York Times ve Washington Post’a göre Mali’nin, ABD’nin Texas eyaleti kadar büyük bir alanı kapsayan kuzey bölgesi El Kaide kaynaklı radikal İslamcı grupların denetimine geçmiş. Bu nedenle Pentagon Mali’de, “terörizme karşı uzun savaş” bağlamında, Birleşmiş Milletler’in de onayını alacak, çokuluslu bir askeri müdahale planlıyormuş.
(...)
Yazının devamını okumak için 'tık'layınız...
New York Times ve Washington Post’a göre Mali’nin, ABD’nin Texas eyaleti kadar büyük bir alanı kapsayan kuzey bölgesi El Kaide kaynaklı radikal İslamcı grupların denetimine geçmiş. Bu nedenle Pentagon Mali’de, “terörizme karşı uzun savaş” bağlamında, Birleşmiş Milletler’in de onayını alacak, çokuluslu bir askeri müdahale planlıyormuş.
(...)
Yazının devamını okumak için 'tık'layınız...
Tuesday, December 04, 2012
Bir teokrasinin eşiğinde Mısır
03 Aralık 2012 - | |
Mısır’da 15 Aralık’ta referanduma sunulacak yeni anayasa taslağı Mısır’ı bir teokratik rejimin eşiğine getirdi.
Bizi de ilgilendiriyor... Mısır’da Mübarek rejimi, toplumsal bir ayaklanmayla devrildikten sonra siyasal İslamla (Müslüman Kardeşler ve Selefiler) seküler eğilimli siyasi akımlar arasında bir kutuplaşma başlamıştı. Mübarek rejiminden kalan ordunun da desteğiyle hızla gündeme getirilen genel seçimlere, Müslüman Kardeşler dışındaki siyasi akımlar yeterince örgütlenmeye fırsat bulamadan katıldılar. Böylece yeni Meclis’te iskemlelerin yüzde 70’i siyasal İslamın elinde kaldı. Siyasal İslamın dışındaki akımlar devlet başkanlığı seçimlerinde daha başarılı oldular. Devlet başkanlığı seçimlerini Müslüman Kardeşler örgütünün adayı Mursi, ancak Yüzde 51.7 ile kazanabildi. Önceki hafta Devlet Başkanı Mursi, kendine olağanüstü yetkiler tanıyan bir kararı açıkladıktan ve Hıristiyanların, kadın örgütlerinin, seküler partilerin temsilcileri protesto ederek istifa etmiş olduklarından MK ve Selefi akımların elinde kalan anayasa komisyonunun, açıkça dinci nitelikte bir anayasa taslağını alelacele kabul etmesinden sonra bu kutuplaşma sokaklara taşarak sertleşmeye başladı; Tahrir Meydanı yeniden işgal edildi. Siyasi iktidarın ve başbakanın giderek otoriter eğilimler sergilemeye başladığı, düne kadar Başbakan’ı destekleyenlerin “muhteşem tehlike”den söz etmeye başladıkları şu günlerde, ülkemizde de gündeme yeni bir anayasa ve bir başkanlık sistemi tartışması gelmiş bulunuyor. Bu koşullarda Mısır’da yaşanan süreç bizim için de önemli uyarı sinyalleri taşıyor. Eleştiri kapıları kapanıyor Mısır’da yoğunlaşan tartışmalarda, 232 maddelik yeni anayasa taslağında öncelikle şu sekiz noktaya dikkat çekiliyor. 1) Yasalar İslami yasal ilkelere dayandırılacak. 2) İslami yasal ilkeler söz konusu olduğunda din konusunda otorite El Ehzer Üniversitesi son söze sahip olacak. 3) Yeni anayasa taslağında Mısır ailesinin gerçek doğası (bunun ne olduğu belirtilmeden) savunulacak deniyor. 4) Kadın erkek eşitliği üzerine bir madde olmamasına karşılık kadının aile dışındaki görevleriyle aile- vi görevleri arasında bir denge kurması gerektiği vurgulanıyor. Erkekler için benzer bir saptama anayasa taslağında yer almıyor. 5) Anayasa, Peygambere, Tanrı’nın habercilerine, bireylere hakaret etmeyi (bu hakaretin ne anlama geldiğini saptamadan) yasaklıyor. 6) Anayasada köleciliği yasaklayan, uluslararası anlaşmalara uyulması koşulunu getiren bir madde yok. 7) Buna karşılık orduya zarar veren (yine belirsiz bir kavram) konularda, yeni anayasa taslağı sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasına izin veriyor. 8) Devletin bilimi ve sanatı teşvik edeceği vurgulanıyor. Birçok yorumcu, bu maddelerin kadın haklarını, insan haklarını korumayı, şeriata dayalı teokratik bir hukuk sisteminin şekillenmesini önlemeyi çok zorlaştıracağını savunuyorlar. Mısır İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden Heba Morayef’e göre bu “hakaret” kavramı tanımlanmadığından “Devlet başkanı başarısızdır ya da diktatör oldu demek dahi suç sayılabilir” (Financial Times 30/11). Sanata ve bilime ilişkin maddenin de bu alanlarda devlet denetimine yol açmasından korkuluyor Wall Street Journal’a konuşan kimi Mısır hukuku uzmanları, bu taslakla 40 yıl sürecek olan otok- ratik yönetimlere yol açan 1971 Enver Sedat anayasası arasındaki tek farkın İslami ilkelere yapılan özel vurgu olduğunu savunuyorlar. “Kamu ahlakını” korumaya ilişkin maddeninse özellikle dinci akımlar tarafından baskıcı biçimde, toplumu şekillendirme yönünde kolaylıkla kullanılabileceğine inanıyorlar. Devlet Başkanı Mursi, bu anayasa taslağını kabul etti ve 15 Aralık’ta referanduma sunacağını açıkladı. Kahire Üniversitesi’nden Hukuk Profesörü Muhammed Nur Farah’a göre referandumda siyasal İslam, güçlü örgütlenme olanaklarına dayanarak toplumun geniş kesimini, özellikle yoksulları, “İyi bir Müslüman ol, anayasaya evet de, gâvurlara karşı tavır al” sloganıyla harekete geçirecek (The Economist 01/12). Muhalefet ve diğer kaygılananlar Tahrir Meydanı yine dolup taşıyor. Ancak bu kez iktidarı, Müslüman Kardeşler’in liderliğindeki siyasal İslam temsil ediyor. Muhalefetse, esas olarak “Devrimci” atılım başlarken diktatörlüğe karşı demokrasi talebiyle meydana dolan güçlerden oluşuyor. Muhalefet, bir gözlemcinin işaret ettiği gibi “durmadan birlik olmanın önemini vurgulayan, ama kendi vaazını kendisi dinlemeyen liderlerden”, önemli şahsiyetlerden oluşan liberal, sosyal demokrat, hatta sosyalist grup ve partilerin çok parçalı karmaşık bir toplamı. Devrimci atılım başladığında Müslüman Kardeşler meydanda yoktu, özellikle orduya karşı gösterilere katılmamaya dikkat ediyorlardı. Şimdi orduyla anlaşarak aldıkları iktidarı Tahrir Meydanı’na karşı korumaya çalışıyorlar. Alawsat’ta yer alan bir yorum, “Mursi’nin vaatlerine inananlar, bir uzlaşma umanlar, güneşi kevgirle örtmeye çalışıyorlar” diyerek kararları Mursi’nin değil, MK yönetiminin aldığına işaret ediyor (29/11). Boşuna “Devrim yolu dolambaçlıdır” demiyorlar, bu kez de başka gariplikler söz konusu. Eski rejimin kimi siyasetçi, hukukçu tiplerinin, şimdi Müslüman Kardeşler’e karşı olmak, anayasayı, güçler ayrılığını (sanki varmış gibi) korumak adına meşruiyet kazanmaya çalıştıkları göze çarpıyor. Henüz Tahrir Meydanı’na gelmeye cesaret edemiyorlar, ama yeniden ekranlara çıkmaya başladılar. The National Interest’ten bir analistin işaret ettiği gibi Tahrir, siyasal İslam karşılaşmasının kaderini etkileyebilecek iki faktör var. Biri ordunun tavrı, diğeri sokakların sergileyeceği dinamizm. Eğer ordu seyirci kalır, sokaklarda Müslüman Kardeşler ve muhalefet taraftarları arasındaki gerginlik hızla tırmanarak kanlı çatışmalara dönüşmezse referandumu Müslüman Kardeşler kazanarak devleti tümüyle ele geçirecek. İçinde hem dinci hem de laik unsurları barındıran ordu müdahale etmeye kalkar, sokaklarda kan akmaya başlarsa, sürecin kapsamlı bir iç savaşa açılması olasığı var. Bu sırada, sırf seçimler kazandı diye demokrasi adına, MK’yi destekleyen kimi çevrelerin de kaygılanmaya başladığı anlaşılıyor. Geçen hafta New York Times’da (MacFarquhar, 27/11) yayımlanan bir yorumda, ABD yanlısı diktatörler devrildikten sonra şekillenmeye başlayan yeni Ortadoğu’da, Müslüman Kardeşler akımının etkisi altında yeni bir Sünni liderler kuşağının, dini ideolojinin etkisi altında şekillenen toplumların, Şii ekseninden çok daha zengin, Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye kadar bir Sünni ekseninin oluşmaya başlamasının Washington’u kaygılandırdığı anlatılıyordu. |
Monday, November 26, 2012
Ortadoğu’nun Yeni Resmi
İsrail’in Gazze saldırısı, Ortadoğu “kaleydoskopunun” bir kez daha dönmesine neden oldu. Şimdi karşımızda, Ortadoğu’nun bileşenlerinin yeni bir resmi var.
Bu resim bize, ABD’nin ve Mısır’ın etkilerinin arttığını, aralarında bir “modus operandi”, hatta “bir özel ilişki” oluşmaya başladığını, İran’ın bir mevzi daha kaybettiğini, AKP Türkiyesi’nin liderlik hayallerinin bölge gerçeklerine çarparak dağıldığını, İsrail’in stratejik çevresinin yeni özelliklerini, Hamas’ın çatışmadan hem moral olarak hem de diplomatik, ekonomik koşullar açısından daha olumlu koşullarda çıktığını gösteriyor ...
Yazının devamı için 'tık'layınız
Bu resim bize, ABD’nin ve Mısır’ın etkilerinin arttığını, aralarında bir “modus operandi”, hatta “bir özel ilişki” oluşmaya başladığını, İran’ın bir mevzi daha kaybettiğini, AKP Türkiyesi’nin liderlik hayallerinin bölge gerçeklerine çarparak dağıldığını, İsrail’in stratejik çevresinin yeni özelliklerini, Hamas’ın çatışmadan hem moral olarak hem de diplomatik, ekonomik koşullar açısından daha olumlu koşullarda çıktığını gösteriyor ...
Yazının devamı için 'tık'layınız
Monday, November 19, 2012
50 Yıllık ‘Durgunluk’
“Uzun durgunluk”
sanılandan daha da uzun süreceğe, giderek tehlikeli siyasi sonuçlar
üreteceğe benziyor. Bu yazıyı yazmaya hazırlanırken, İngiltere’ye odaklanmış olmakla birlikte benzer ruhta bir yorumun, çarşamba günü yayımlanmış olduğunu görünce (Martin Kettle, “Austerity is here to stay...” The Guardian
14/11/2012) canım sıkıldı. Ama konu önemli. O yüzden o yazıyı
kullanacağım, haftanın ikinci yarısında yaşanan olaylara ufkunu
genişletmeye çalışacağım.
Ekonominin ve siyasetin zamanı
Kriz dönemlerinde, toplumsal altüst oluşların arkasında ekonominin ve siyasetin zamanları arasındaki uyumunun kaybolmasının yattığını söyleyebiliriz. Örneğin, 1930’larda Keynes’in bir makalesinde vurguladığı gibi mali piyasalar...
Yazının devamı için "tıklayınız"
Ekonominin ve siyasetin zamanı
Kriz dönemlerinde, toplumsal altüst oluşların arkasında ekonominin ve siyasetin zamanları arasındaki uyumunun kaybolmasının yattığını söyleyebiliriz. Örneğin, 1930’larda Keynes’in bir makalesinde vurguladığı gibi mali piyasalar...
Yazının devamı için "tıklayınız"
Tuesday, November 13, 2012
ABD: Bir Ülke İki Halk
ABD başkanlık seçimleri bitti. Bir medya karnavalı, 6.5 milyar dolar sonra yine, Obama başkan, Kongre Demokratların, Meclis Cumhuriyetçilerin... Obama “Biz bir Amerikan ailesiyiz diyor”
ama, önceki üç seçimde olduğu gibi yine sonuçlar yüzde 49/51 gibi
seçmenin tam ortadan bölünmüş olduğunu gösteriyor. Bir süredir, geçim
sıkıntısı, sert geçimsizlik yaşayan, parçalanma eğilimleri sergileyen
bir aile bu.
Bu ortamda iktidardaki başkanın ufak bir oy kaymasıyla seçimleri kaybetmesi beklenirdi. Cumhuriyetçi Parti taraftarlarının da kamuoyu yoklamaları Obama’nın kıl payı da olsa önde gittiğini göstermesine karşın kendi adaylarının kazanacağına inançları tamdı. Şimdi Cumhuriyetçi parti içinde bir hezimet duygusuna, suçlu arama çabasına bağlı olarak bir “iç savaş” ortamı oluşmuş.
‘Beyaz köktendinci erkeklerin’ partisi
Cumhuriyetçilerin önemli bir kısmı, adaylarının yeterince muhafazakâr olmadığı için kaybetmiş olduğunu düşünmeye devam ededursunlar, daha mantıklı yorumcular, Obama’nın bu kadar olumsuz koşullarda yeniden kazanmış olmasını ABD toplumunun demografik koşullarına, siyahlardan, göçmenlerden, kadınlardan ve gençlerden oluşan kalıcı bir blok inşa etmeyi başarmasına, Cumhuriyetçilerin adeta yalnızca “beyaz köktendinci erkeklere” ait bir partiye dönüşmeye başlamasına bağlıyorlar.
Güney Carolina’nın Cumhuriyetçi senatörlerinden Lindsey Graham, “Ne yani Afrika kökenli Amerikalıların yüzde 95’inin, Latin Amerika kökenlilerin yüzde 70’inin, 30 yaş altındakilerin oyunu yeterince radikal sağcı olmadığımız için mi alamadık?” diye soruyor. Yalnızca “Latino” (Latin Amerika kökenli) seçmenin değil, Asya kökenli seçmenin, Müslüman seçmenin neredeyse tamamı Demokrat Parti’ye oy veriyor. Buna karşılık, Obama’nın beyaz seçmenden aldığı oy 2008’de yüzde 43’ken bu yıl yüzde 40’a gerilemiş. Kadınlar da Cumhuriyetçilere, özellikle kürtaj ve tecavüz açıklamalarından sonra sırtlarını çevirmiş görünüyorlar. Obama, seçimlerde Romney’ye evli olmayan kadın seçmende yüzde 38, evli kadınlarda yüzde 12 fark atmış.
Bu oy dağılımı bir Cumhuriyetçi analistin deyimiyle “yükselenlerin koalisyonunu” bir başka açıdan da özel bir demografik eğilimi temsil ediyor. Sonuçlar, Demokratların güneybatı eyaletlerini “Latino”, işsizliğin yoksulluğun en sert yaşandığı kuzeybatı eyaletlerini de siyahların oylarıyla kazandıklarını gösteriyor. Kısacası bu “demografik trend” aynı zamanda güçlü bir sınıfsal boyuta sahip.
Ancak, tartışmalarda, medyada, bu “yükselen koalisyonun” sınıfsal boyutu arka plana itilerek, ırk ve kültür boyutu öne çıkarılıyor. Böylece Cumhuriyetçi partiye oy veren beyaz işçi sınıfı, yoksul beyaz orta sınıf, daha öfkeli, daha radikal temsilci arıyor, adeta histeri krizlerine giriyor (ısrarla aynı şeyi daha fazla yapmaya devam ederek başka sonuç almayı ummak). Böylece belki çalışanların, ırk temelinde bölündüklerinden krizde “plütokrasi”nin (yüzde 1’in) krizi yönetme politikalarına direniş potansiyelleri kırılıyor, ama Cumhuriyetçi Parti’nin de bu duruma uyum sağlamasının koşulları hızla ortadan kalkıyor. Bu parti, daha sağda daha saldırgan, faşizan bir parti olmaya doğru itiliyor.
Yine Huntington...
Bu “beyaz erkek” anksiyetesinin, hatta histeri krizinin arkasına bakınca yine karşımıza Samuel Huntington çıkıyor.
Huntington, “uygarlıklar çatışması” teziyle, “merkez-çevre”, “emperyalizm-bağımlı ülke” ikileminin üzerini çizmeyi, bu çelişkiyi görünmez kılmayı başarmıştı. Ortadoğu’daki liberal entelijensiya, Müslüman seçkinler de kendilerine kimlik bulduklarını sanarak, ama hâlâ “öteki”nin ürettiği kültürel kodlarla tanımlandıklarının ayırdına varamadan Huntington’un (“öteki uygarlıktan” birinin) savının üzerine atlayarak “yararlı salaklar” işlevini gönüllü olarak üstlenmişlerdi.
Huntington uygarlıklar savaşının arkasındaki mantığı ABD’ye de taşımış (“Hispanic Challenge”, Foreign Policy, 01/03/2004). Diyor ki, ABD 17 ve 18. yüzyıllarda beyaz, Anglosakson, Protestan temelde kuruldu, daha sonra 19. yüzyılda gelen göçmenleri de entegre edebilmek için Amerika yeniden, bu kez bir “itikat” (“Yeni Kudüs”, “Tepenin Üstündeki Kent”, “Çok Özgün Ülke” gibi) olarak tanımlandı. Siyahlar da 1960’ların sonunda bu yapıya, sivil halklar hareketiyle ama bu “itikat” temelinde entegre edildiler. Huntington, eğer Amerika beyaz Protestan ve Anglosakson olarak kurulmasaydı Amerika olmazdı; başka bir ülke, Quebec, Meksika, Brezilya (“özel” olmayan bir ülke) olurdu diyor.
Huntington’a göre, 20. yüzyılın son yıllarından başlamak üzere, Latin Amerika’dan, özellikle Meksika’dan gelenler şimdi bu yapıya bir tehdit oluşturuyorlar. Bu tehdidin arkasındaki nedenlerden özellikle üçü önemli.
Birincisi, bu göçmenler, daha öncekiler gibi deniz ötesi bir yerden değil, sınır komşusundan geliyorlar. Bu gelenler, ABD’nin, Teksas gibi kimi topraklarının daha bir yüzyıl önce kendilerine ait olduğunu düşünerek bu topraklara, üzerinde hak iddia ederek yerleşiyorlar. İkincisi, bu gelenler, belli bölgelerde yoğunlaşıyor, entegre olmuyor, kendi dil ve kültürlerini koruyorlar. Bu bölgelerin bu iki dilli, iki kültürlü özelliği yerel yönetimlere de yansıyor, devletin dil ve kültür bütünlüğünü bozmaya başlıyor. Nihayet, bu gelenlerin nüfusu salt göçlerden değil, yüksek doğum oranlarından da hızla artıyor. Örneğin, seçmen listesine her yıl 50 bin yeni “Latino” ekleniyor.
Bu zeminde, Huntington “Amerika tek ulusal dilli, çekirdeğinde Anglo-Protestan kültürü olan bir ülke olarak kalmaya devam edecek mi etmeyecek mi” diye soruyor. Huntington, konuya ilişkin tartışmalara kısaca değindikten sonra, “Genel bir ‘Amerikan Rüyası’ yok, yalnızca Anglo-Protestan toplumun yarattığı bir ‘Amerikan Rüyası’ var. Meksikalı Amerikalılar bu rüyayı ancak, rüyalarını İngilizce görecek olurlarsa paylaşacaklar” saptamasıyla, Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadının, bu seçimleri kaybetmesine neden olan ısrarın altını çizerek bitiriyor.
Sorun şu ki, Cumhuriyetçiler bu gelişmelere ayak uyduran bir dönüşüm geçirmezlerse, yalnızca seçimleri değil, partilerini kaybetmek durumunda kalacaklar. Ya da ekonomik kriz içinde sınıf çelişkileri keskinleştikçe, bu histerili kafa onları, Anglo -Protestan-beyaz üstünlüğüne dayalı faşist akımlara yem edecek. Dahası, tarihsel durumu, içinden geçerek ileri doğru aşmak yerine, geri çevirme, başa dönme çabası Amerikan toplumunun dokusunun çözülmesini gündeme getirebilecek.
Bu ortamda iktidardaki başkanın ufak bir oy kaymasıyla seçimleri kaybetmesi beklenirdi. Cumhuriyetçi Parti taraftarlarının da kamuoyu yoklamaları Obama’nın kıl payı da olsa önde gittiğini göstermesine karşın kendi adaylarının kazanacağına inançları tamdı. Şimdi Cumhuriyetçi parti içinde bir hezimet duygusuna, suçlu arama çabasına bağlı olarak bir “iç savaş” ortamı oluşmuş.
‘Beyaz köktendinci erkeklerin’ partisi
Cumhuriyetçilerin önemli bir kısmı, adaylarının yeterince muhafazakâr olmadığı için kaybetmiş olduğunu düşünmeye devam ededursunlar, daha mantıklı yorumcular, Obama’nın bu kadar olumsuz koşullarda yeniden kazanmış olmasını ABD toplumunun demografik koşullarına, siyahlardan, göçmenlerden, kadınlardan ve gençlerden oluşan kalıcı bir blok inşa etmeyi başarmasına, Cumhuriyetçilerin adeta yalnızca “beyaz köktendinci erkeklere” ait bir partiye dönüşmeye başlamasına bağlıyorlar.
Güney Carolina’nın Cumhuriyetçi senatörlerinden Lindsey Graham, “Ne yani Afrika kökenli Amerikalıların yüzde 95’inin, Latin Amerika kökenlilerin yüzde 70’inin, 30 yaş altındakilerin oyunu yeterince radikal sağcı olmadığımız için mi alamadık?” diye soruyor. Yalnızca “Latino” (Latin Amerika kökenli) seçmenin değil, Asya kökenli seçmenin, Müslüman seçmenin neredeyse tamamı Demokrat Parti’ye oy veriyor. Buna karşılık, Obama’nın beyaz seçmenden aldığı oy 2008’de yüzde 43’ken bu yıl yüzde 40’a gerilemiş. Kadınlar da Cumhuriyetçilere, özellikle kürtaj ve tecavüz açıklamalarından sonra sırtlarını çevirmiş görünüyorlar. Obama, seçimlerde Romney’ye evli olmayan kadın seçmende yüzde 38, evli kadınlarda yüzde 12 fark atmış.
Bu oy dağılımı bir Cumhuriyetçi analistin deyimiyle “yükselenlerin koalisyonunu” bir başka açıdan da özel bir demografik eğilimi temsil ediyor. Sonuçlar, Demokratların güneybatı eyaletlerini “Latino”, işsizliğin yoksulluğun en sert yaşandığı kuzeybatı eyaletlerini de siyahların oylarıyla kazandıklarını gösteriyor. Kısacası bu “demografik trend” aynı zamanda güçlü bir sınıfsal boyuta sahip.
Ancak, tartışmalarda, medyada, bu “yükselen koalisyonun” sınıfsal boyutu arka plana itilerek, ırk ve kültür boyutu öne çıkarılıyor. Böylece Cumhuriyetçi partiye oy veren beyaz işçi sınıfı, yoksul beyaz orta sınıf, daha öfkeli, daha radikal temsilci arıyor, adeta histeri krizlerine giriyor (ısrarla aynı şeyi daha fazla yapmaya devam ederek başka sonuç almayı ummak). Böylece belki çalışanların, ırk temelinde bölündüklerinden krizde “plütokrasi”nin (yüzde 1’in) krizi yönetme politikalarına direniş potansiyelleri kırılıyor, ama Cumhuriyetçi Parti’nin de bu duruma uyum sağlamasının koşulları hızla ortadan kalkıyor. Bu parti, daha sağda daha saldırgan, faşizan bir parti olmaya doğru itiliyor.
Yine Huntington...
Bu “beyaz erkek” anksiyetesinin, hatta histeri krizinin arkasına bakınca yine karşımıza Samuel Huntington çıkıyor.
Huntington, “uygarlıklar çatışması” teziyle, “merkez-çevre”, “emperyalizm-bağımlı ülke” ikileminin üzerini çizmeyi, bu çelişkiyi görünmez kılmayı başarmıştı. Ortadoğu’daki liberal entelijensiya, Müslüman seçkinler de kendilerine kimlik bulduklarını sanarak, ama hâlâ “öteki”nin ürettiği kültürel kodlarla tanımlandıklarının ayırdına varamadan Huntington’un (“öteki uygarlıktan” birinin) savının üzerine atlayarak “yararlı salaklar” işlevini gönüllü olarak üstlenmişlerdi.
Huntington uygarlıklar savaşının arkasındaki mantığı ABD’ye de taşımış (“Hispanic Challenge”, Foreign Policy, 01/03/2004). Diyor ki, ABD 17 ve 18. yüzyıllarda beyaz, Anglosakson, Protestan temelde kuruldu, daha sonra 19. yüzyılda gelen göçmenleri de entegre edebilmek için Amerika yeniden, bu kez bir “itikat” (“Yeni Kudüs”, “Tepenin Üstündeki Kent”, “Çok Özgün Ülke” gibi) olarak tanımlandı. Siyahlar da 1960’ların sonunda bu yapıya, sivil halklar hareketiyle ama bu “itikat” temelinde entegre edildiler. Huntington, eğer Amerika beyaz Protestan ve Anglosakson olarak kurulmasaydı Amerika olmazdı; başka bir ülke, Quebec, Meksika, Brezilya (“özel” olmayan bir ülke) olurdu diyor.
Huntington’a göre, 20. yüzyılın son yıllarından başlamak üzere, Latin Amerika’dan, özellikle Meksika’dan gelenler şimdi bu yapıya bir tehdit oluşturuyorlar. Bu tehdidin arkasındaki nedenlerden özellikle üçü önemli.
Birincisi, bu göçmenler, daha öncekiler gibi deniz ötesi bir yerden değil, sınır komşusundan geliyorlar. Bu gelenler, ABD’nin, Teksas gibi kimi topraklarının daha bir yüzyıl önce kendilerine ait olduğunu düşünerek bu topraklara, üzerinde hak iddia ederek yerleşiyorlar. İkincisi, bu gelenler, belli bölgelerde yoğunlaşıyor, entegre olmuyor, kendi dil ve kültürlerini koruyorlar. Bu bölgelerin bu iki dilli, iki kültürlü özelliği yerel yönetimlere de yansıyor, devletin dil ve kültür bütünlüğünü bozmaya başlıyor. Nihayet, bu gelenlerin nüfusu salt göçlerden değil, yüksek doğum oranlarından da hızla artıyor. Örneğin, seçmen listesine her yıl 50 bin yeni “Latino” ekleniyor.
Bu zeminde, Huntington “Amerika tek ulusal dilli, çekirdeğinde Anglo-Protestan kültürü olan bir ülke olarak kalmaya devam edecek mi etmeyecek mi” diye soruyor. Huntington, konuya ilişkin tartışmalara kısaca değindikten sonra, “Genel bir ‘Amerikan Rüyası’ yok, yalnızca Anglo-Protestan toplumun yarattığı bir ‘Amerikan Rüyası’ var. Meksikalı Amerikalılar bu rüyayı ancak, rüyalarını İngilizce görecek olurlarsa paylaşacaklar” saptamasıyla, Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadının, bu seçimleri kaybetmesine neden olan ısrarın altını çizerek bitiriyor.
Sorun şu ki, Cumhuriyetçiler bu gelişmelere ayak uyduran bir dönüşüm geçirmezlerse, yalnızca seçimleri değil, partilerini kaybetmek durumunda kalacaklar. Ya da ekonomik kriz içinde sınıf çelişkileri keskinleştikçe, bu histerili kafa onları, Anglo -Protestan-beyaz üstünlüğüne dayalı faşist akımlara yem edecek. Dahası, tarihsel durumu, içinden geçerek ileri doğru aşmak yerine, geri çevirme, başa dönme çabası Amerikan toplumunun dokusunun çözülmesini gündeme getirebilecek.
Monday, November 05, 2012
Mercek Altında Türkiye
Dünya basınında Türkiye hiç bu kadar mercek altına
alınmamıştı. AKP iktidarının 10. yılında, bu mercekten bakanların
gördüklerini yalnızca son iki haftada rastladıklarım üzerinden kısaca
aktarmaya çalışacağım.
Galiba çok geliyor - ya da ‘hubris’
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Galiba çok geliyor - ya da ‘hubris’
Yazının devamını okumak için tıklayınız
Monday, October 22, 2012
Neoliberalizm ve Şiddet -I-
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=373252
Geçen hafta Azerbaycan Devlet Ekonomi Üniversitesi’nin Eurasian Forum ile birlikte düzenlediği World Economic Paradigm: Market and Beyond forumuna katılmak üzere Bakû’daydım. Pazartesi ve çarşamba yazılarımda bu forumda sunduğum “Neoliberalizm ve Şiddet” başlıklı tebliğin bir özetini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Neoliberalizmin, anlamını ve tarihsel köklerini hepimiz biliyoruz. Neoliberalizmle “şiddet-violence” arasındaki ilişki ise yeterince ilgi çekmemiş bir konu. Bunda neoliberalizmin özgürleşme, bir şiddet aracı olan devletin müdahalesinden kurtulma anlamına geldiğine ilişkin varsayımın da önemli bir etkisi oldu.
Yine de neoliberalizmle şiddet arasındaki ilişki üzerinde düşünmeye olanak veren önemli çalışmalar var. Bu bağlamda, Michel Foucault, David Harvey, Boltanski ve Chiapollo, Johanna Oksala, Simon Springer, Wolfgang Steech, William Davies, Slavoj Zizek’in isimlerini anabiliriz. Ben de zaten sunuşumu bu yazarların çalışmalarına dayandırıyorum. Doğrudan kaynaklandırma işini, bu sunuşu izleyecek ayrıntılı makaleye bırakıyorum.
(...)
Yazının devamı için bağlantıyı "tık"layınız...
Geçen hafta Azerbaycan Devlet Ekonomi Üniversitesi’nin Eurasian Forum ile birlikte düzenlediği World Economic Paradigm: Market and Beyond forumuna katılmak üzere Bakû’daydım. Pazartesi ve çarşamba yazılarımda bu forumda sunduğum “Neoliberalizm ve Şiddet” başlıklı tebliğin bir özetini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Neoliberalizmin, anlamını ve tarihsel köklerini hepimiz biliyoruz. Neoliberalizmle “şiddet-violence” arasındaki ilişki ise yeterince ilgi çekmemiş bir konu. Bunda neoliberalizmin özgürleşme, bir şiddet aracı olan devletin müdahalesinden kurtulma anlamına geldiğine ilişkin varsayımın da önemli bir etkisi oldu.
Yine de neoliberalizmle şiddet arasındaki ilişki üzerinde düşünmeye olanak veren önemli çalışmalar var. Bu bağlamda, Michel Foucault, David Harvey, Boltanski ve Chiapollo, Johanna Oksala, Simon Springer, Wolfgang Steech, William Davies, Slavoj Zizek’in isimlerini anabiliriz. Ben de zaten sunuşumu bu yazarların çalışmalarına dayandırıyorum. Doğrudan kaynaklandırma işini, bu sunuşu izleyecek ayrıntılı makaleye bırakıyorum.
(...)
Yazının devamı için bağlantıyı "tık"layınız...
Monday, October 15, 2012
Chavez ‘Olayı’
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=371578
Chavez 14 yıldır iktidarda; katılımın yüzde 80 düzeyinde gerçekleştiği genel seçimlerde yüzde 55 oy aldı, rakibine 10 puan fark attı, yeniden altı yıl için devlet başkanı seçildi.
Bu seçim sonuçları, bir taraftan, Chavez’in bir “otokrat” olduğunda hâlâ ısrar eden Batı’nın demokrasi anlayışının, daha önemlisi “liberal” kavramının hakikatini ortaya çıkardı. Diğer taraftan, neoliberal modelin dışında farklı yönetim modellerinin de olabileceğini gösterdi.
‘Seçilmiş otokrat’
En iyisi, tartışmaya, çapsız muhafazakârların hezeyanlarından, sol “liberallerin” salaklıklarından değil de seçim sonuçlarından düş kırıklığına uğramakla birlikte durumu bütünüyle kavrayan, iş çevrelerinin yorumcularından başlamak.
Bu bağlam karşılaştığım en ilginç örnek, Clive Crook’un finansal analiz sitesi Bloomberg’de, “Chavez kazandı, seçilmiş otokrat oxymoron (ilkyarısı ikinci yarısıyla çelişen önerme - E.Y) değil” başlıklı yazısıydı.
Crook’a göre, seçimlerde hile yapılmadı; Venezüella halkının Chavez’i istediğinden de şüphe edilemez. Bu anlamda Venezüella’da demokrasinin tüm koşulları yerine geldi. Crook, “En iyisi Venezüella’nın bir demokrasi olduğunu ama demokrasinin yeterli olmadığını kabul etmek” diyor.
Crook, Chavez’e yönelik “devlet harcamalarıyla halkın oyunu satın aldı” eleştirisine karşı, “Gerçek demokrasilerde seçmenin oyu satın alınmaz, iktidarın avantajları kullanılmaz diye başlarsanız, bu kurallara uyan devlet bulamazsınız. Gidin ABD seçim kampanyasında harcanan paralara bakın; sonuçlar açıklandıktan bir ay sonra da kaybedenlere seçimlere hile karışıp karışmadığını sorun” diyor.
İşçi sınıfını aşağılamak için üretilen kavramlar üzerine yazdığı “Chavs” kitabıyla dikkat çeken Owen Jones da, seçimleri izlemek için gittiği Venezüella’dan bildirirken, “Düzenli olarak Chavez’e saldıran özel medya şirketleri toplam izleyicinin yüzde 90’ına ulaşıyor. Chavez karşıtı propaganda posterleri hemen her yerde görülüyor. Chavez’in muhalefeti bile onun Venezüella tarihinde yoksullarla ilgilenen ilk devlet başkanı olduğunu kabul ediyor... Chavez 1998’de ilk kez devlet başkan seçildiğinde yüzde 25 düzeyinde olan aşırı yoksulluk bugün yüzde 8.6’a gerilemiş... Petrol ihracatı da 14.4 milyar dolardan 60 milyar dolara yükselmiş” diyor. (The Independent. 08/10/2010)
2002’de ABD destekli darbe girişimine ortak olan meta kuruluşları ve siyasetçiler hâlâ ortada ve etkin. Chavez’in rakbi Capriles de bunlardan biri. Ortada “özel sektöre” yönelik bir devletleştirme saldırısı da yok. Bunlar zenginleşmeye, Chavez karşı propaganda yapmaya devam ediyorlar. Diğer bir değişle Chavez muhalefeti bastırmaya çalışmıyor. Darbe girişiminin halkın sokaklara dökülmesiyle engellenmiş olması ona yetiyor. Chavez anayasa önerisi reddedilince de krizlere girmeden sonucu kabul ediyor. Kısacası “burjuva demokrasisinin” kurallarına, fazlasıyla uyuyor.
Tüm bunlara karşı Crook’a diyor ki: “İlliberal demokrasi oxymoron değil.” “Ama demek ki demokrasi yeterli değil.” Belli ki, bir ülkede seçimlerin, serbestçe hile karıştırılmadan yapılıyor, hükümetlerin seçmenin arzularını yerine getiriyor, rakiplerini darbeci bile olsalar susturmuyor olması, onu liberal demokrasi yapmaya yetmiyor. Aksine bu ülkenin rejimine “illiberal demokrasi”, seçilen liderine de “otokrat” sıfatı yapıştırılabiliyor.
Bu “garip” duruma, biraz dikkatle bakınca esas sorunun, “demokrasinin yeterli olmamasından değil”, kurallarına fazlasıyla uymaktan, “demokrasi fantezisini” ciddiye almaktan kaynaklandığı görülüyor. Ciddiye alınarak uygulanan –gerçekleştirilen– bu “demokrasi fantezisi” de, tüm fanteziler gibi onu üretenler açısından kabul edilemez sonuçlar yaratmaya başlıyor. Venezüella’daki “illiberal demokrasi” ile “liberal demokrasi” arasındaki fark da “liberal” kavramının hakikatini ortaya koyuyor.
Liberalizmin müstehcen ‘hakikati’
Chavez, kendisini seçen halkın, seçmenin taleplerine cevap veriyor, ona hizmet ediyor, devlet kaynaklarını onların yaşam koşullarını iyileştirmekte, “toplum konseyleri”, “yerel planlama konseyleri” gibi yapılarla, okuma yazma programlarıyla örgütlenmesini, kültür düzeyini yükseltmekte, “durumunu anlamasını” kolaylaştırmakta kullanıyor.
Chavez iktidara geldiğinden bu yana üniversiteye gidenlerin sayısı yüzde 100’den fazla artıyor, milyonlarca insan bedava sağlık hizmetine kavuşuyor, devletten emekli maaşı almaya hak kazananların sayısı dört kat artıyor. (The New York Times, 09/10/2012) Eylem, gevezelikten daha etkindir varsayımıyla, basına, TV kanallarına dokunmuyor, “reform” programlarına devam ediyor. Chavez yönetimi, kendi başının çaresine bakacak kaynaklara sahip kapitalist sınıfla ilgilenmiyor. Chavez, belki ekonomiyi kapitalist ölçütlere göre iyi yönetemiyor, ama batırmamayı başararak halkın refahını yükseltmeye devam ediyor; uluslararası mali sermayenin kapitalizmin çıkarlarına, onları tümüyle reddetmese bile öncelik vermiyor.
Bunu yaparken ülke kaynaklarının, halkın seçtiği ve desteklediği, Chavez’de cisimleşen Bolivarcı akımın denetiminde kalmasına dikkat ediyor. The Guardian’dan Seumas Miles’s göre, “Seçimler sırasında hangi oy sandığına gitseniz Chavez’i kimin desteklediğini hemen görüyorsunuz: Yoksullar, beyaz derili olmayanlar, gençler, engelliler, kısaca toplumun ayrıcalıklı olmayan çoğunluğu.” (09/10/2012)
Chavez dış politikada da Latin Amarika’daki Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Küba, Arjantin gibi rejimlerin yanı sıra dünyada ABD ve Batı’nın hedefi olan, Kaddafi Libya’sı, İran, Suriye gibi rejimleri destekliyor. Ama Batı da, Suudi Krallığı, Körfez Emirlikleri gibi son derecede baskıcı rejimleri desteklemiyor mu? Bu nedenlerden olacak, Venezüella modelinin alternatifi olarak sunulan “Breziya modelinin” mimari Lula bile, “Chavez’in zaferi yalnızca Venezüella halkını değili tüm Latin Amerika halkının zaferidir” diyor.
Chavez’in rakibi, liberal demokrasinin adayı, Capriles ise dış politikada daha pragmatik, Batı yanlısı bir çizgiye dönmeyi, ülkenin petrol endüstrisini ve ekonomiyi yabancı sermayeye açmayı vaat ediyordu. Dünya Bankası başkanı Zoellick, seçimlerden önce, “Chavez’in sonu geldi” diyordu, Barclays Bankası, açıkça Capriles’i destekliyordu. Bu nedenle, Chavez seçim sonrası yaptığı konuşmada “Biz yalnızca Capriles’i değil, uluslararası bir koalisyonu yendik” diyor, “seçmenlere ABD ve Avrupa’dan 500 bin mesaj gönderildi, kimde bu kadar para var” diye soruyordu.
Tüm bunlar şu anlama geliyor: Liberalizm, liberallerin iddialarının aksine, halkın talepleriyle, halkın iradesiyle –halk için halkla birlikte ve halk adına ilkesiyle– ilgili bir rejim değildir. Liberalizm, özgürlüklerden, ufak bir azınlığın, yönetme, servet yapma, toplumun geri kalanını baskı altına alma, hor görme özgürlüğünü anlar. Liberalizm demokrasiden, seçimlerde halkın bu azınlığın “özgürlüğünü” destekler yönde oy vermesini anlar. Liberalizmin müstehcen hakikati işte budur!
Haftaya liberalizmin nasıl “şiddet”, mutsuzluk üreten bir rejim olduğuna ilişkin kimi tespitleri aktaracağım.
Chavez 14 yıldır iktidarda; katılımın yüzde 80 düzeyinde gerçekleştiği genel seçimlerde yüzde 55 oy aldı, rakibine 10 puan fark attı, yeniden altı yıl için devlet başkanı seçildi.
Bu seçim sonuçları, bir taraftan, Chavez’in bir “otokrat” olduğunda hâlâ ısrar eden Batı’nın demokrasi anlayışının, daha önemlisi “liberal” kavramının hakikatini ortaya çıkardı. Diğer taraftan, neoliberal modelin dışında farklı yönetim modellerinin de olabileceğini gösterdi.
‘Seçilmiş otokrat’
En iyisi, tartışmaya, çapsız muhafazakârların hezeyanlarından, sol “liberallerin” salaklıklarından değil de seçim sonuçlarından düş kırıklığına uğramakla birlikte durumu bütünüyle kavrayan, iş çevrelerinin yorumcularından başlamak.
Bu bağlam karşılaştığım en ilginç örnek, Clive Crook’un finansal analiz sitesi Bloomberg’de, “Chavez kazandı, seçilmiş otokrat oxymoron (ilkyarısı ikinci yarısıyla çelişen önerme - E.Y) değil” başlıklı yazısıydı.
Crook’a göre, seçimlerde hile yapılmadı; Venezüella halkının Chavez’i istediğinden de şüphe edilemez. Bu anlamda Venezüella’da demokrasinin tüm koşulları yerine geldi. Crook, “En iyisi Venezüella’nın bir demokrasi olduğunu ama demokrasinin yeterli olmadığını kabul etmek” diyor.
Crook, Chavez’e yönelik “devlet harcamalarıyla halkın oyunu satın aldı” eleştirisine karşı, “Gerçek demokrasilerde seçmenin oyu satın alınmaz, iktidarın avantajları kullanılmaz diye başlarsanız, bu kurallara uyan devlet bulamazsınız. Gidin ABD seçim kampanyasında harcanan paralara bakın; sonuçlar açıklandıktan bir ay sonra da kaybedenlere seçimlere hile karışıp karışmadığını sorun” diyor.
İşçi sınıfını aşağılamak için üretilen kavramlar üzerine yazdığı “Chavs” kitabıyla dikkat çeken Owen Jones da, seçimleri izlemek için gittiği Venezüella’dan bildirirken, “Düzenli olarak Chavez’e saldıran özel medya şirketleri toplam izleyicinin yüzde 90’ına ulaşıyor. Chavez karşıtı propaganda posterleri hemen her yerde görülüyor. Chavez’in muhalefeti bile onun Venezüella tarihinde yoksullarla ilgilenen ilk devlet başkanı olduğunu kabul ediyor... Chavez 1998’de ilk kez devlet başkan seçildiğinde yüzde 25 düzeyinde olan aşırı yoksulluk bugün yüzde 8.6’a gerilemiş... Petrol ihracatı da 14.4 milyar dolardan 60 milyar dolara yükselmiş” diyor. (The Independent. 08/10/2010)
2002’de ABD destekli darbe girişimine ortak olan meta kuruluşları ve siyasetçiler hâlâ ortada ve etkin. Chavez’in rakbi Capriles de bunlardan biri. Ortada “özel sektöre” yönelik bir devletleştirme saldırısı da yok. Bunlar zenginleşmeye, Chavez karşı propaganda yapmaya devam ediyorlar. Diğer bir değişle Chavez muhalefeti bastırmaya çalışmıyor. Darbe girişiminin halkın sokaklara dökülmesiyle engellenmiş olması ona yetiyor. Chavez anayasa önerisi reddedilince de krizlere girmeden sonucu kabul ediyor. Kısacası “burjuva demokrasisinin” kurallarına, fazlasıyla uyuyor.
Tüm bunlara karşı Crook’a diyor ki: “İlliberal demokrasi oxymoron değil.” “Ama demek ki demokrasi yeterli değil.” Belli ki, bir ülkede seçimlerin, serbestçe hile karıştırılmadan yapılıyor, hükümetlerin seçmenin arzularını yerine getiriyor, rakiplerini darbeci bile olsalar susturmuyor olması, onu liberal demokrasi yapmaya yetmiyor. Aksine bu ülkenin rejimine “illiberal demokrasi”, seçilen liderine de “otokrat” sıfatı yapıştırılabiliyor.
Bu “garip” duruma, biraz dikkatle bakınca esas sorunun, “demokrasinin yeterli olmamasından değil”, kurallarına fazlasıyla uymaktan, “demokrasi fantezisini” ciddiye almaktan kaynaklandığı görülüyor. Ciddiye alınarak uygulanan –gerçekleştirilen– bu “demokrasi fantezisi” de, tüm fanteziler gibi onu üretenler açısından kabul edilemez sonuçlar yaratmaya başlıyor. Venezüella’daki “illiberal demokrasi” ile “liberal demokrasi” arasındaki fark da “liberal” kavramının hakikatini ortaya koyuyor.
Liberalizmin müstehcen ‘hakikati’
Chavez, kendisini seçen halkın, seçmenin taleplerine cevap veriyor, ona hizmet ediyor, devlet kaynaklarını onların yaşam koşullarını iyileştirmekte, “toplum konseyleri”, “yerel planlama konseyleri” gibi yapılarla, okuma yazma programlarıyla örgütlenmesini, kültür düzeyini yükseltmekte, “durumunu anlamasını” kolaylaştırmakta kullanıyor.
Chavez iktidara geldiğinden bu yana üniversiteye gidenlerin sayısı yüzde 100’den fazla artıyor, milyonlarca insan bedava sağlık hizmetine kavuşuyor, devletten emekli maaşı almaya hak kazananların sayısı dört kat artıyor. (The New York Times, 09/10/2012) Eylem, gevezelikten daha etkindir varsayımıyla, basına, TV kanallarına dokunmuyor, “reform” programlarına devam ediyor. Chavez yönetimi, kendi başının çaresine bakacak kaynaklara sahip kapitalist sınıfla ilgilenmiyor. Chavez, belki ekonomiyi kapitalist ölçütlere göre iyi yönetemiyor, ama batırmamayı başararak halkın refahını yükseltmeye devam ediyor; uluslararası mali sermayenin kapitalizmin çıkarlarına, onları tümüyle reddetmese bile öncelik vermiyor.
Bunu yaparken ülke kaynaklarının, halkın seçtiği ve desteklediği, Chavez’de cisimleşen Bolivarcı akımın denetiminde kalmasına dikkat ediyor. The Guardian’dan Seumas Miles’s göre, “Seçimler sırasında hangi oy sandığına gitseniz Chavez’i kimin desteklediğini hemen görüyorsunuz: Yoksullar, beyaz derili olmayanlar, gençler, engelliler, kısaca toplumun ayrıcalıklı olmayan çoğunluğu.” (09/10/2012)
Chavez dış politikada da Latin Amarika’daki Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Küba, Arjantin gibi rejimlerin yanı sıra dünyada ABD ve Batı’nın hedefi olan, Kaddafi Libya’sı, İran, Suriye gibi rejimleri destekliyor. Ama Batı da, Suudi Krallığı, Körfez Emirlikleri gibi son derecede baskıcı rejimleri desteklemiyor mu? Bu nedenlerden olacak, Venezüella modelinin alternatifi olarak sunulan “Breziya modelinin” mimari Lula bile, “Chavez’in zaferi yalnızca Venezüella halkını değili tüm Latin Amerika halkının zaferidir” diyor.
Chavez’in rakibi, liberal demokrasinin adayı, Capriles ise dış politikada daha pragmatik, Batı yanlısı bir çizgiye dönmeyi, ülkenin petrol endüstrisini ve ekonomiyi yabancı sermayeye açmayı vaat ediyordu. Dünya Bankası başkanı Zoellick, seçimlerden önce, “Chavez’in sonu geldi” diyordu, Barclays Bankası, açıkça Capriles’i destekliyordu. Bu nedenle, Chavez seçim sonrası yaptığı konuşmada “Biz yalnızca Capriles’i değil, uluslararası bir koalisyonu yendik” diyor, “seçmenlere ABD ve Avrupa’dan 500 bin mesaj gönderildi, kimde bu kadar para var” diye soruyordu.
Tüm bunlar şu anlama geliyor: Liberalizm, liberallerin iddialarının aksine, halkın talepleriyle, halkın iradesiyle –halk için halkla birlikte ve halk adına ilkesiyle– ilgili bir rejim değildir. Liberalizm, özgürlüklerden, ufak bir azınlığın, yönetme, servet yapma, toplumun geri kalanını baskı altına alma, hor görme özgürlüğünü anlar. Liberalizm demokrasiden, seçimlerde halkın bu azınlığın “özgürlüğünü” destekler yönde oy vermesini anlar. Liberalizmin müstehcen hakikati işte budur!
Haftaya liberalizmin nasıl “şiddet”, mutsuzluk üreten bir rejim olduğuna ilişkin kimi tespitleri aktaracağım.
Monday, October 08, 2012
Sunday, October 07, 2012
Tuesday, October 02, 2012
Avrupa’da yaz bitti
1 Ekim 2012 Cumhuriyet
Yunanistan’da da ırkçı, milliyetçi-otoriter bir söylemi pervasızca yükselten, yabancılara karşı şiddet olayları düzenleyen, Hitler hayranı Altın Şafak partisinin toplumsal desteği artıyor. The Times’ın aktardığına göre geçen seçimlerde oyların yüzde 8.8’ini alan bu faşist partinin toplumsal desteği, son kamu oyu yoklamalarında yüzde 12’ye yükselmiş.
Dünya
ekonomisinden olumsuz veriler gelmeye devam ederken Avrupa’nın Güney
ülkelerinde yaz rehaveti bitti, sokaklar, meydanlar yeniden protesto
gösterileriyle, genel grevlerle, polisle çatışan kalabalıklarla doldu.
AB’nin Kuzey (zengin)
ülkelerinin de krizinin yükünü paylaşmaya hala niyetli olmadığı görülüyor. Bu da,
piyasa ekonomistlerinin bir türlü anlamadığı, ama AB projesine içkin olan bir
“paradoksu” bir kez daha gözler önüne seriyor.
Piyasalar yine sallandı
Çarşamba günü Reuters’den Pedro da Costa, Philadelphia Merkez Bankası’nın yayımladığı, kimi
zaman gözden kaçan ama, önemli bir indekse dikkat çekti. Kamu sektörü istihdam ve ücret düzeyini izleyen bu indeks Mayıs’ta
80’den, Ağustos’ta 24’e düşmüş. Bu
indeksin, geçmişte yaşanan en az beş resesyonda, resesyona ilişkin resmi
açıklamalardan üç ay önce 41 düzeyine
düşmüş olduğu görülüyor. RBC Capital’dan
ekonomist Top Purcell, “bugün bu düzeyi
kesinlikle geçmiş bulunuyoruz” diyerek. ABD ekonomisinin “bir yavaşlamanın ötesinde resesyona düşüyor
olmasından korktuğunu” söylüyormuş.
Cuma günü Bloomberg, ekonomik büyüme hızlarının
Japonya ve Güney Kore’de düşmeye devam ettiğini aktarıyordu. Bu iki ülkede
sanayi üretimi büyüme hızı beklenenin çok altında kalmış. Moody’s, J.P Morgan, Barclays Securities, BNP Paribas, Japon
ekonomisinin üçüncü üç aylık dönemde negatif büyüme (resesyon) bekliyorlar.
Japonya Maliye Bakanı Jun Azumi, ihracat ortamının çok istikrarsız olduğunu
vurgularken, Toyota. Nissan ve Honda’nın Çin’deki üretimlerinin
düşmekte olduğu görülüyor.
Bloomberg, Asya ülkelerinde üretim ve ihracatın, Çin ve
Avrupa’daki ekonomik yavaşlamanın etkisiyle düşmeye başladığına, Japonya ile
Çin arasında yaşanan gerginliğin de bu güvensizlik ortamını güçlendirdiğine
dikkat çekiyor.
Bu koşullarda
piyasaların geçen hafta, AB’de yeniden başlayan toplumsal hareketlerin de
etkisiyle sarsılması olağandı. Çarşamba günü, FT, S&P 500, FT EURO 300, Nikkei, gibi borsaların indekslerinde
ani, sert düşüşler yaşandı. Haftanın ikinci yarısındaki göreli bir toparlanmaya
karşın indeksler hafta başındaki düzeylerinin gerisinde kaldılar.
“Halkın gücü”
Bir Financial Times yorumuna göre “Halkın gücü kemer sıkmaya karşı yükselen
gürültüyü güçlendiriyor”. Financial
Times’ın, İspanya’da yaşananlarla, Katalonya’daki ayrılıkçı hareketin
etkileri bağlamına yaptığı bu saptama aslında, tüm AB “periferisi” için
geçerli. Yalnızca İspanya’da değil, Yunanistan ve İtalya’da halk sokaklardaydı
geçen hafta.
İspanya’da işsizlik
oranı yüzde 25’in üzerinde, Merkez Bankası’nın açıklamasına göre resesyon hızla
derinleşiyor, İspanya borçlanma oranı yeniden yüzde 6’nın üzerine çıktı. Ancak,
İspanya hükümetini bu verilerden yalnızca sonuncusu, mali piyasaların yargısı ilgilendiriyor. Bu yüzden hükümet 2013 bütçesiyle birlikte, yeni kesintilere
gideceğini açıkladı. Bunların resesyonu daha da derinleştireceği, işsizliği
daha da arttıracağı kesin. Hükümetin, kendilerini değil, yalnızca piyasaların
sesini dinlemeye kararlı olduğunu gören halk da geçen hafta sokaklara döküldü.
Madrid’de protestocular parlamentoya yürümeye, parlamentoyu işgal etmeye kalktı.
Polis göstericileri, ancak plastik mermi, göz yaşartıcı gaz, cop kullanarak çok
sayıda yaralı ve tutuklama pahasına durdurabildi.
Yunanistan
hükümeti de yeni kesintilere gitmeye hazırlandığını açıklayınca bir genel
grevle karşılaştı. Kamu ve özel sektör
işçileri birlikte iş bırakarak sokakları doldurdular. Sintagma meydanında
Polisle göstericiler arasında sert çatışmalar yaşandı. Cuma günü sıra İtalyan
işçi sınıfındaydı. Ülkenin en büyük iki konfederasyonu Roma’da büyük bir
protesto gösterisi düzenlediler. Güney İtalya’da ILVA demir çelik kompleksinde
de işçiler polisle çatışıyordu.
Ancak, ekonomik
krizde, İspanya’da Katalonya ayrılık hareketi ve Yunanistan’da Altın Şafak partisindeki gibi, milliyetçi
hatta faşist akımlar da güçlenebiliyor.
İspanya’nın zengin
bölgesi, Katalan’da kapitalist sınıflar, bir taraftan merkezi hükümetten ek
fonlar istiyorlar, diğer taraftan “ödediğimiz vergilerin karşılığını alamıyoruz”
iddialarıyla ayrılıkçılığı kışkırtıyorlar. Financial
Times’a konuşan bir Katalonya’lı üniversite öğrencisinin dikkat çektiği
gibi “bunlar, Franco zamanında zenginleşen
aileler. Franco öldüğünden bu yana kimlik
siyaseti üzerinden para kazanıyor siyaset yapıyorlar”.
Yunanistan’da da ırkçı, milliyetçi-otoriter bir söylemi pervasızca yükselten, yabancılara karşı şiddet olayları düzenleyen, Hitler hayranı Altın Şafak partisinin toplumsal desteği artıyor. The Times’ın aktardığına göre geçen seçimlerde oyların yüzde 8.8’ini alan bu faşist partinin toplumsal desteği, son kamu oyu yoklamalarında yüzde 12’ye yükselmiş.
AB’nin temelindeki paradoks
AB’nin bir türlü
sonu gelmeyen krizine ilişkin çeşitli önerilerin arasında sorunun temeline
inmeye çalışan seslere de rastlanıyor. Bunlardan, Berkley’de Prof. Bradford DeLong (Project Syndicat 27/09/2012), Princetondan Andrew Moravcsik (Foreign
Affaires May/june) çok haklı olarak, AB üyesi ülkeler arasındaki yapısal (örneğin, rekabet düzeyi) farkları krizin temelindeki en önemli
etken olarak saptıyorlar.
Moravcsik, “Avro bu farkların zaman içinde ortadan
kalkacağına ilişkin bir varsayımla, adeta kumar oynayarak başladı, ama
beklenenler gerçekleşmedi diyor”. Moravcsik, Maastricht anlaşmasından bu yana
sürecin her aşamada Alman ekonomisinin gereksinimlerine göre şekillendiğine
dikkat çekiyor. Neticede, Ne çevre
ülkelerin ekonomileri Almanya’nınkine benzedi ne de Almanya’nın tüketim eğilimi
çevre ülkelerininkine...
DeLong, Kuzey Avrupa’ya “beş yıl için yüzde iki ek enflasyon, daha yaygın toplumsal demokrasi
ve refah devleti”, Güney Avrupa’ya da “daha
düşük vergi oranları ve sosyal hizmetleri radikal kesintiler, işletmeleri
rekabet gücünü arttıracak biçimde yeniden yapılandırma” bir anlamda Kuzey
ve Güney arasında daha ileri bir ekonomik yakınsama (konverjans) öneriyor.
Gerçekten de dün AB
projesinin başarıyla tamamlanması, bu gün de krizden çıkabilmesi için üye
ülkelerin ekonomileri arasında giderek daha ileri bir yakınsamanın
gerçekleşmesinin gerektiği varsayılıyordu.
Bugün Alman
bankalarının sorunlu ülkelerden, örneğin İspanya’dan 140 milyar dolara varan
alacaklarını, bu kredilerin zamanında tüketimi, Almanya’dan ithalatı finanse
ettiğini, bankalara kar sağladığını anımsarsak ; “yakınsama”nın Alman
ekonomisinin rekabet üstünlüğünü kaybetmesi
anlamına geleceğini görürsek, “paradoksu” da görebiliriz. AB sürecinin
tamamlanması “yakınsama” gerekiyor. Ama projenin merkez ülkelerinde örneğin
Almanya’da sermayesinin çıkarları, fazla sermayenin ve üretimim buralara
gönderilebilmesi (ihracat, finansal kredi yoluyla), buraların pazar olarak
kullanılabilmesi açısından, ülkelerin ekonomileri arasındaki rekabet gücü farklılıkların korunmasını
gerekli kılıyor. Gel de çık işin içinden.
Monday, October 01, 2012
Yeni Bir Finansal Kırılma Olasılığı
24 Eylül 2012 - Cumhuriyet
ABD ve AB merkez bankalarının yeni parasal genişleme önlemleriyle son ekonomik verileri bir araya koyunca, dünya ekonomisinin, 2008’dekinden daha sert bir mali kırılmaya doğru ilerlediğini düşünmek olanaklı.
Hep aynı ‘hata’
ABD ve AB merkez bankalarının, 2008 yılının eylül ayında Lehman Brothers’in batmasından bu yana izledikleri politikalara bakınca, insanın aklına Talleyrand’ın Bourbon hanedanı için söyledikleri geliyor: “Hiçbir şey öğrenmemişler, hiçbir şey unutmamışlar.” Bunlar 1930’lardaki “Büyük Bunalım”dan, o zamandan bu yana en büyük finansal kırılma olan 2007/8 mali krizinden hiçbir şey öğrenmemiş, izlenen sakat politikaları da unutmamışlar. Kökleri üretim ve kârlılık sorunlarında yatan bir krizi, piyasalara para basarak, batık finansal kurumları kurtarmaya çalışarak aşmaya çalışıyorlar. Ama “Büyük Buhran” (pardon “durgunluk” diyecektim) geçen hafta gelen ekonomik verilerin de gösterdiği gibi hız kesmeden, hatta ağırlaşarak yoluna devam ediyor.
Çin ile Japonya arasında yaşanmakta olan gerginliğe bakarak bu yolun nerelerden geçebileceği konusunda bir fikir edinebiliriz. Sakın siz de 1900’lerin, “Uluslararası entegrasyon... Asla savaş çıkmaz” yanılsamalarına kapılmayın. O kuşağa ne oldu anımsayın. Bir iki cümleyle geçiştirilemeyecek kadar önemli olan bu konuya tekrar döneceğim.
Önceki hafta ABD ve AB merkez bankaları üçüncü kez parasal genişlemeye (Quantitative Easing- QE) gideceklerini açıkladılar. Fed ve AMB, yeniden bankaların elindeki batık borçları, bir sınır koymadan alarak karşılığında nakit vermeye başlıyorlar. Fed ayda 40 milyar dolar harcamaya, ekonomi toparlansa bile işsizlikte bir iyileşme olana kadar devam edecekmiş. AMB bono satın almaya başlıyor ama, ancak kurtarılmak için yardım isteyen ülkelerinkileri alacakmış - kaşıkla verip sapıyla çıkaracak anlaşılan.
Bu işlerden anlayan kimi ekonomistler, “okulları” farklı olsa da hiç umutlu değiller. Roubini, Roma’yı yakan Neron’a atıfla “Ateşin başında keman çalıyorlar” diyor. Hutchinson, “kötü yatırımlar tsunamisi”nden söz ediyor. Galbreight, “Zombi bankaları ayakta tutacak” diyor. Her üç ekonomist de büyümenin yapısal sorunlarına cevap vermeden, ekonomiye likidite basarak, bir sonuç alınamaz diyorlar.
Hutchinson, Minski’ye atıfla, “Bankalar ancak krediyle para yaratabilirler, bunun için de kredi almaya istekli müşteriler gerekiyor. Bankalar da kredi vermeye değer projeler, riski dengeleyecek sağlam karşılıklar görmek isterler, bu koşullar yok” diyor. QE3 bankaların elinde birikecek, oradan da yüksek riskli kötü yatırımlara gitmeye devam edecek. Bu var olan “kredi balonunun” üzerine, yenilerini ekleyecek.
Market Watch analistlerinden Paul Farrel de cuma günü “Seçimleri kim kazanırsa kazansın 2013 berbat bir yıl olacak” diyen yorumunda, 2016 yılına kadar borsaların en az yüzde 20 değer kaybetmesine neden olacak 10 etkeni sıralarken 4. etken olarak “Fed politikaları ‘balonları’ şişirmeye devam ediyor” dedikten sonra ekonomist yatırımcı Marc Faber’in haziranda yaptığı, “Dünya büyük bir krize doğru gidiyor” saptamasını anımsatıyordu. Farrel’e göre Fed “2008’den daha büyük, daha zehirli bir kredi balonu yaratıyor”.
Tüm bunları, 2001’de başlayan resesyonu önlemek için yapılanları anımsayarak bağlayabiliriz. O zaman Fed başta olmak üzere merkez bankaları para musluklarını açtılar, piyasaların temizlenmesine, siyasi sonuçlarından çekinerek izin vermediler. O resesyon çabuk atlatıldı, ama sonuç 1000 trilyonluk “kredi balonu” ve 2007/8 mali kırılması oldu. Bu kez parasal genişleme yeni “balonları”, ekonomik büyüme getiremeden yaratıyor.
‘Büyük durgunluk’ derinleşiyor
Dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin, bir süredir yoğunlaşan “yeniden yavaşlıyor” söylentileri geçen hafta biraz daha ete kemiğe büründü. Son veriler senkronize bir yavaşlamanın yayılmakta olduğunu gösteriyor.
Avrupa Birliği ekonomisi, geçen yılın 3. döneminden bu yana hiç iyileşme sergilememişti. AB komisyonu verileri bu yılın 2. döneminde yıllık olarak yüzde 0.7 gerilediğini gösteriyor. Sanayinin durumuna, ekonomik büyümenin geleceğine ışık tutan Satın Alma Müdürleri Endeksi de (SAME) AB bölgesinde bu yıl 3. dönem büyümenin (-2 düzeyine) gerileyeceğine işaret ediyor. SAME’nin 50’nin altına inmesi resesyona işaret ediyor. AB’de ağustos ayında 46.3 olan SAME eylül ortasında, AMB yeni parasal genişleme politikasını açıkladıktan sonra yapılan bir ankete göre 45.9’a gerilemiş. SAME aynı dönemde Almanya’da aynı kalmış, Fransa’daysa, tarihsel olarak rekor bir düşüşle 44.1 olmuş. Bu veriler AB ekonomisinin resmi ölçütlere göre resesyonda olduğunu gösteriyor (Wall Street Journal, 20/09).
Bu sırada, ABD ekonomisinde sanayi sektörünün, son üç yılın en zayıf üç aylık döneminden geçtiği, işsizlik verilerinin beklenenden daha kötü bir sürece işaret ettiği görülüyor. SAME haziranda 54.2’den eylülde 51.5’e gerilemiş. (The Guardian 20/09). Çin’de de 11 aydır sürekli gerilemekte olan SAME ağustos - eylül döneminde 47.8 de, daralma gösteren alanda kalmış. Çin ekonomisinin büyüme hızının bu yıl, 1999’dan bu yana ilk kez yüzde 8’in altına düşmesi bekleniyor.
Roubini, gelişmekte olan ülkelerde görülen yavaşlamanın, devresel, geçici değil, yapısal bir durum olduğunu düşünüyor, derinleşmesini bekliyor. Bu ülkeler ihracata dayalı büyüme modelinde ısrar ettiklerinden, merkez ülkelerdeki ekonomik daralmaya uyum gösteremiyorlar.
The Atlantic dergisinde yayımlanan Peter Boon, Simon Johnson imzalı bir araştırmaya göre, Avrupa krizi geçici bir durum değil, arkasından, bu kez Japonya’dan kaynaklanan çok daha yıkıcı bir başka kriz gelecek. Japonya dünya ekonomisinin en borçlu ülkelerinden biri. Net devlet borçları GSMH’nin yüzde 135.2’si düzeyinde. AB’de yalnızca Yunanistan’ın devlet borçları bu orana ulaşabiliyor. Devlet bütçesindeki harcamaların yarısı emekli maaşlarıyla faiz ödemelerine gidiyor. Bu sürdürülemez durumun, yazarlara göre bir aşamada krize dönüşmesi kaçınılmaz.
Bu ay başlayan Japonya-Çin gerginliğinin Japonya’nın ihracatı, uluslararası şirketlerinin üretimleri üzerindeki olumsuz etkilerinin, gerginliğin savunma harcamalarına getireceği ek yükün bu süreci hızlandırması kaçınılmaz.
Özetle, sanırım dünya ekonomisinde “kaçacak” hiçbir yer kalmadı. Bir senkronize resesyon çıkmamasının neredeyse olanaksız denecek kadar zor olduğuna daha önce dikkat çekmiştim. Dünya ekonomisi, hâlâ bocalıyor ve batmaya devam ediyor...
ABD ve AB merkez bankalarının yeni parasal genişleme önlemleriyle son ekonomik verileri bir araya koyunca, dünya ekonomisinin, 2008’dekinden daha sert bir mali kırılmaya doğru ilerlediğini düşünmek olanaklı.
Hep aynı ‘hata’
ABD ve AB merkez bankalarının, 2008 yılının eylül ayında Lehman Brothers’in batmasından bu yana izledikleri politikalara bakınca, insanın aklına Talleyrand’ın Bourbon hanedanı için söyledikleri geliyor: “Hiçbir şey öğrenmemişler, hiçbir şey unutmamışlar.” Bunlar 1930’lardaki “Büyük Bunalım”dan, o zamandan bu yana en büyük finansal kırılma olan 2007/8 mali krizinden hiçbir şey öğrenmemiş, izlenen sakat politikaları da unutmamışlar. Kökleri üretim ve kârlılık sorunlarında yatan bir krizi, piyasalara para basarak, batık finansal kurumları kurtarmaya çalışarak aşmaya çalışıyorlar. Ama “Büyük Buhran” (pardon “durgunluk” diyecektim) geçen hafta gelen ekonomik verilerin de gösterdiği gibi hız kesmeden, hatta ağırlaşarak yoluna devam ediyor.
Çin ile Japonya arasında yaşanmakta olan gerginliğe bakarak bu yolun nerelerden geçebileceği konusunda bir fikir edinebiliriz. Sakın siz de 1900’lerin, “Uluslararası entegrasyon... Asla savaş çıkmaz” yanılsamalarına kapılmayın. O kuşağa ne oldu anımsayın. Bir iki cümleyle geçiştirilemeyecek kadar önemli olan bu konuya tekrar döneceğim.
Önceki hafta ABD ve AB merkez bankaları üçüncü kez parasal genişlemeye (Quantitative Easing- QE) gideceklerini açıkladılar. Fed ve AMB, yeniden bankaların elindeki batık borçları, bir sınır koymadan alarak karşılığında nakit vermeye başlıyorlar. Fed ayda 40 milyar dolar harcamaya, ekonomi toparlansa bile işsizlikte bir iyileşme olana kadar devam edecekmiş. AMB bono satın almaya başlıyor ama, ancak kurtarılmak için yardım isteyen ülkelerinkileri alacakmış - kaşıkla verip sapıyla çıkaracak anlaşılan.
Bu işlerden anlayan kimi ekonomistler, “okulları” farklı olsa da hiç umutlu değiller. Roubini, Roma’yı yakan Neron’a atıfla “Ateşin başında keman çalıyorlar” diyor. Hutchinson, “kötü yatırımlar tsunamisi”nden söz ediyor. Galbreight, “Zombi bankaları ayakta tutacak” diyor. Her üç ekonomist de büyümenin yapısal sorunlarına cevap vermeden, ekonomiye likidite basarak, bir sonuç alınamaz diyorlar.
Hutchinson, Minski’ye atıfla, “Bankalar ancak krediyle para yaratabilirler, bunun için de kredi almaya istekli müşteriler gerekiyor. Bankalar da kredi vermeye değer projeler, riski dengeleyecek sağlam karşılıklar görmek isterler, bu koşullar yok” diyor. QE3 bankaların elinde birikecek, oradan da yüksek riskli kötü yatırımlara gitmeye devam edecek. Bu var olan “kredi balonunun” üzerine, yenilerini ekleyecek.
Market Watch analistlerinden Paul Farrel de cuma günü “Seçimleri kim kazanırsa kazansın 2013 berbat bir yıl olacak” diyen yorumunda, 2016 yılına kadar borsaların en az yüzde 20 değer kaybetmesine neden olacak 10 etkeni sıralarken 4. etken olarak “Fed politikaları ‘balonları’ şişirmeye devam ediyor” dedikten sonra ekonomist yatırımcı Marc Faber’in haziranda yaptığı, “Dünya büyük bir krize doğru gidiyor” saptamasını anımsatıyordu. Farrel’e göre Fed “2008’den daha büyük, daha zehirli bir kredi balonu yaratıyor”.
Tüm bunları, 2001’de başlayan resesyonu önlemek için yapılanları anımsayarak bağlayabiliriz. O zaman Fed başta olmak üzere merkez bankaları para musluklarını açtılar, piyasaların temizlenmesine, siyasi sonuçlarından çekinerek izin vermediler. O resesyon çabuk atlatıldı, ama sonuç 1000 trilyonluk “kredi balonu” ve 2007/8 mali kırılması oldu. Bu kez parasal genişleme yeni “balonları”, ekonomik büyüme getiremeden yaratıyor.
‘Büyük durgunluk’ derinleşiyor
Dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin, bir süredir yoğunlaşan “yeniden yavaşlıyor” söylentileri geçen hafta biraz daha ete kemiğe büründü. Son veriler senkronize bir yavaşlamanın yayılmakta olduğunu gösteriyor.
Avrupa Birliği ekonomisi, geçen yılın 3. döneminden bu yana hiç iyileşme sergilememişti. AB komisyonu verileri bu yılın 2. döneminde yıllık olarak yüzde 0.7 gerilediğini gösteriyor. Sanayinin durumuna, ekonomik büyümenin geleceğine ışık tutan Satın Alma Müdürleri Endeksi de (SAME) AB bölgesinde bu yıl 3. dönem büyümenin (-2 düzeyine) gerileyeceğine işaret ediyor. SAME’nin 50’nin altına inmesi resesyona işaret ediyor. AB’de ağustos ayında 46.3 olan SAME eylül ortasında, AMB yeni parasal genişleme politikasını açıkladıktan sonra yapılan bir ankete göre 45.9’a gerilemiş. SAME aynı dönemde Almanya’da aynı kalmış, Fransa’daysa, tarihsel olarak rekor bir düşüşle 44.1 olmuş. Bu veriler AB ekonomisinin resmi ölçütlere göre resesyonda olduğunu gösteriyor (Wall Street Journal, 20/09).
Bu sırada, ABD ekonomisinde sanayi sektörünün, son üç yılın en zayıf üç aylık döneminden geçtiği, işsizlik verilerinin beklenenden daha kötü bir sürece işaret ettiği görülüyor. SAME haziranda 54.2’den eylülde 51.5’e gerilemiş. (The Guardian 20/09). Çin’de de 11 aydır sürekli gerilemekte olan SAME ağustos - eylül döneminde 47.8 de, daralma gösteren alanda kalmış. Çin ekonomisinin büyüme hızının bu yıl, 1999’dan bu yana ilk kez yüzde 8’in altına düşmesi bekleniyor.
Roubini, gelişmekte olan ülkelerde görülen yavaşlamanın, devresel, geçici değil, yapısal bir durum olduğunu düşünüyor, derinleşmesini bekliyor. Bu ülkeler ihracata dayalı büyüme modelinde ısrar ettiklerinden, merkez ülkelerdeki ekonomik daralmaya uyum gösteremiyorlar.
The Atlantic dergisinde yayımlanan Peter Boon, Simon Johnson imzalı bir araştırmaya göre, Avrupa krizi geçici bir durum değil, arkasından, bu kez Japonya’dan kaynaklanan çok daha yıkıcı bir başka kriz gelecek. Japonya dünya ekonomisinin en borçlu ülkelerinden biri. Net devlet borçları GSMH’nin yüzde 135.2’si düzeyinde. AB’de yalnızca Yunanistan’ın devlet borçları bu orana ulaşabiliyor. Devlet bütçesindeki harcamaların yarısı emekli maaşlarıyla faiz ödemelerine gidiyor. Bu sürdürülemez durumun, yazarlara göre bir aşamada krize dönüşmesi kaçınılmaz.
Bu ay başlayan Japonya-Çin gerginliğinin Japonya’nın ihracatı, uluslararası şirketlerinin üretimleri üzerindeki olumsuz etkilerinin, gerginliğin savunma harcamalarına getireceği ek yükün bu süreci hızlandırması kaçınılmaz.
Özetle, sanırım dünya ekonomisinde “kaçacak” hiçbir yer kalmadı. Bir senkronize resesyon çıkmamasının neredeyse olanaksız denecek kadar zor olduğuna daha önce dikkat çekmiştim. Dünya ekonomisi, hâlâ bocalıyor ve batmaya devam ediyor...
Ortadoğu’da ‘Prag Mezarlığı’
17 Eylül 2012 - Cumhuriyet
Bingazi’de ABD Başkonsolosu’nun ve üç konsolosluk görevlisinin ölümüne yol açtıktan sonra hızla Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu etkisi altına alan öfke dalgasını izlerken, aklıma Umberto Eco’nun romanı “Prag Mezarlığı” geldi. Romanda bir uzman, halkları kışkırtmak, siyasi kriz, savaş çıkarmak isteyen istihbarat örgütlerine, provokasyonlarda, “siyah bayrak” operasyonlarında kullanılmak üzere “orijinal sahte/taklit belge” üretiyordu. Bizim karşımızda da “orijinal sahte şeyler” var.
‘Orijinal sahte film’
Olaylar İslamın kutsalına hakaret eden bir filmin Youtube’daki klibine, “11 Eylül”ün yıldönümüne gelecek biçimde dikkat çekilmesiyle başladı. Öfkeli kalabalıklar, bu hakareti protesto etmek için sokaklara döküldüler. Protesto gösterileri ABD konsolosluklarına yöneldi, Libya’da, gelen haberlere göre, silahlı bir Selefi grubun inisiyatifiyle, başkonsolos dahil dört kişinin ölümüne yol açan bir silahlı saldırıya dönüştü.
Mısır’da da eylemlere Selefilerin Nur ve El Asala partilerinin önderlik ettiği görülüyordu. Yemen’de ABD konsolosluğu saldırıya uğradı. Tunus’tan Bangladeş’e konsolosluklar muhasara altındaydı. Öfkeden Alman ve İngiliz konsoloslukları da payını aldı.
Perşembe günü olaylara yol açan film klibine ilişkin ilk bilgiler gelmeye başlayınca, karşımızda bir “orijinal sahte film” manzarası oluştu.
Filmin, Sam Bacile/Basseley adındaki yapımcısına ulaşmak olanaklı olamıyordu. Associated Press’le konuşurken kendini, Kaliforniyalı bir Yahudi müteahhit olarak tanıtmıştı, ama içişleri bakanlığının kayıtlı müteahhitler listesinde adına rastlanmıyordu. “Bazı” İsrail kaynakları, hayır Yahudi değil, Mısırlı Kıpti Ortodoks Hıristiyan olabilir diyordu. Los Angeles Kıpti Başpiskoposu, cemaatinde böyle biri olmadığından emindi.
Bacile, AP’ye filmin 5 milyon dolara mal olduğunu, adı açıklanmayan 100 zengin Musevi (Eco’nun romanında, Prag Mezarlığı’nda toplanarak dünyayı ele geçirme planları yapan gizli örgüt üyeleri gibi) tarafından finanse edildiğini açıklamıştı. Ama film endüstrisinde bu adamın adını bilen yoktu. Filmde oynatılan aktörlerin konuşmalarının çok amatör bir dublajla değiştirildiği anlaşılıyordu. Aktörler, aldatıldıklarını iddia ediyorlardı; “Çöl Savaşçısı” başlıklı bir filmde oynayacakları söylenmiş. Film George adlı romantik ama acımasız bir despotun yaşamını konu edinecekti...
Filme danışmanlık yaptığını iddia eden Steve Klein adlı biri, “Filmin adını başlangıçta ‘Bin Ladin’in Masumiyeti’ koyacaktık, amaç El Kaide taraftarlarının filme gelmesini sağlamaktı, yalnızca Los Angeles’ta gösterecektik” diyormuş, kendini “sıradan bir James Bond” olarak tanımlıyormuş.
Derken İsrailli yetkililer Bacile adlı bir Musevi’ye kayıtlarında rastladıklarını açıkladılar, bir de telefon numarası vardı. Telefon kesikti, ama adreste Nakoula Basseley Nakoula adlı bir adam kayıtlıydı. Nakoula’yı da bulmak olanaklı olamıyordu. Eve bir kez daha giden gazetecilere, bu kez orada o isimde kimsenin olmadığı söyleniyordu. Associated Press muhabiri Los Angeles’ta bir adreste Nakoula’yı buluyordu. Adam, filmi yapan şirketi yönettiğini, Kıpti Hıristiyan olduğunu açıklıyor ama, kendisinin Sam Bacile olmadığını savunuyordu. Cumartesi günü tutuklandığını öğrendik.
Basın, klibin varlığını, Morris Sadık isimli birinin Kuran yakarak ün kazanan papaz Terry Jones’ın 11 Eylül vesilesiyle düzenlediği olayı haber veren mesajına eklenmiş Youtube linkinden öğrenmişti.
Özetle karşımızda, kimliği belirsiz bir yapımcının, olmayan bir filmine ait bir klip var. Bu “orijinal sahte klip”, ABD’nin Libya Konsolosu’nun ölümüyle, Mısır’daki ve genelde Ortadoğu’daki gelişmelerle, hatta Suriye olayıyla ne bağlamda ilişkili? Bu klibi kim ne amaçla üretti, kimler ne amaçla kullanıyorlar? Bu saldırı sırasında konsolosluktaki kimi, Libyalı ABD ajanlarının isimlerini, gizli evlerin adreslerini içeren hassas belgelerin kaybolması ne anlama geliyor? Olaylar, ABD’nin bölgeden çıkışını hızlandıracak mı? Yoksa yeni savaşlara mı yol açacak? Bu soruların cevapları istihbarat örgütlerinin “Prag Mezarlığı” romanında anlatılan karanlık dünyasına ait.
‘Libya’da demokrasi’
Libya’da kurulmakta olduğu iddia edilen bu “demokrasiyi” de hemen “orijinal sahte şeyler” listesine ekleyebiliriz.
Bu demokrasi “orijinal”, çünkü benzeri yok. Eğer NATO güçleri müdahale etmeseydi, Selefi akımların gelmesine olanak sağlanmasaydı, El Kaide kadroları bizzat NATO gemileriyle Libya’ya taşınmasaydı, Bingazi’deki isyancıların Kaddafi rejimi karşısında bir iki haftadan fazla dayanma şansı yoktu. Havadan koruma sunacağız diye başlayan NATO operasyonu kısa sürede Kaddafi güçlerini imha operasyonuna dönüştü. Rejim sonunda dağıldı, Kaddafi yakalandığında tutuklanmak, yargılanmak yerine, hunharca tecavüz edilerek öldürüldü, üstelik bu olayın klibi Youtube da kondu. Bu sırada, Madam Clinton kameraların önünde sevinçle “geldik, gördük, öldü” diyordu. Yine bu sırada silahlı yerel çeteler, Selefi grupları, bugün hâlâ azalmadan sürmekte olan ganimet paylaşma savaşına girişiyorlardı. Libya’da demokrasi, işte böyle, hiçbir demokratik aktör, güç, ideoloji, kültür, bu kültürü yaratacak, sürdürecek kurumlar olmadan, kısacası “hiç yoktan” kuruluyordu. Kaddafi döneminde kurulmuş eğitim, sağlık, sosyal sigortalar, temel mallar üreten devlet işletmelerini yıkarak, ekonomiyi üzerinde yaşayanlara aldırmadan hoyratça piyasaya açarak...
Geçenlerde, bu havaya kapılıp bir Libya bankasına birkaç yüz milyon dolar akreditif açmış bir banka müdürü parasını alamamaktan, almak için başvuracak yasal merci bulamamaktan yakınıyordu. Belli ki piyasa da çalışmıyordu.
Bu “demokrasi” çok orijinaldi ama kaçınılmaz olarak da sahteydi. Libya’nın yeni yasaları sivil haklara, vatandaşlık ilkesine değil dini ilkelere dayanıyor. Kadınlar aniden Kaddafi döneminde zaten sınırlı olan haklarını da kaybetmenin travmasını yaşıyor. Televizyonda, bir mühendis kadın, şimdilerde para kazanmak için evlere temizliğe gittiğini söylüyordu. Kamusal alanlar hızla kadınlara kapanıyordu. Siyasi partiler de “orijinal sahte şeyler”. Birey oyunu aşiretine göre veriyor, ama genel seçimler oldu diye Libya’ya “demokrasi” geldi deniyor.
ABD ve Batı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan devrimci patlamaya, işte bu “orijinal sahte/kopya demokrasiyi” kurmak için elini soktu. Bu müdahalenin, aniden hızlanan “orijinal sahte belge” üretme çabalarının arkasında “ya gerçekten demokratik işler olmaya, halk devlete ulaşmaya başlarsa” korkusu yatıyordu.
Nereye doğru gideceği belli olmayan devrimci demokratik gelişmeler yerine, “ılımlı İslam” olsundu,
Müslüman Kardeşler olsundu, ekonomiyi açık tuttukları sürece ne sorun var ki? Evet, Müslüman Kardeşler, belki IMF zoruyla filan “serbest piyasa” disiplinini kabul etmeye hazır olabilirlerdi, ama arkadan Selefi akımlar geliyordu, piyasa umurlarında değildi bunların. Mursi gibi siyasetçiler hep arkalarını kollamak durumundaydı artık, kafalarını koruyabilmek için.
Bingazi’de ABD Başkonsolosu’nun ve üç konsolosluk görevlisinin ölümüne yol açtıktan sonra hızla Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu etkisi altına alan öfke dalgasını izlerken, aklıma Umberto Eco’nun romanı “Prag Mezarlığı” geldi. Romanda bir uzman, halkları kışkırtmak, siyasi kriz, savaş çıkarmak isteyen istihbarat örgütlerine, provokasyonlarda, “siyah bayrak” operasyonlarında kullanılmak üzere “orijinal sahte/taklit belge” üretiyordu. Bizim karşımızda da “orijinal sahte şeyler” var.
‘Orijinal sahte film’
Olaylar İslamın kutsalına hakaret eden bir filmin Youtube’daki klibine, “11 Eylül”ün yıldönümüne gelecek biçimde dikkat çekilmesiyle başladı. Öfkeli kalabalıklar, bu hakareti protesto etmek için sokaklara döküldüler. Protesto gösterileri ABD konsolosluklarına yöneldi, Libya’da, gelen haberlere göre, silahlı bir Selefi grubun inisiyatifiyle, başkonsolos dahil dört kişinin ölümüne yol açan bir silahlı saldırıya dönüştü.
Mısır’da da eylemlere Selefilerin Nur ve El Asala partilerinin önderlik ettiği görülüyordu. Yemen’de ABD konsolosluğu saldırıya uğradı. Tunus’tan Bangladeş’e konsolosluklar muhasara altındaydı. Öfkeden Alman ve İngiliz konsoloslukları da payını aldı.
Perşembe günü olaylara yol açan film klibine ilişkin ilk bilgiler gelmeye başlayınca, karşımızda bir “orijinal sahte film” manzarası oluştu.
Filmin, Sam Bacile/Basseley adındaki yapımcısına ulaşmak olanaklı olamıyordu. Associated Press’le konuşurken kendini, Kaliforniyalı bir Yahudi müteahhit olarak tanıtmıştı, ama içişleri bakanlığının kayıtlı müteahhitler listesinde adına rastlanmıyordu. “Bazı” İsrail kaynakları, hayır Yahudi değil, Mısırlı Kıpti Ortodoks Hıristiyan olabilir diyordu. Los Angeles Kıpti Başpiskoposu, cemaatinde böyle biri olmadığından emindi.
Bacile, AP’ye filmin 5 milyon dolara mal olduğunu, adı açıklanmayan 100 zengin Musevi (Eco’nun romanında, Prag Mezarlığı’nda toplanarak dünyayı ele geçirme planları yapan gizli örgüt üyeleri gibi) tarafından finanse edildiğini açıklamıştı. Ama film endüstrisinde bu adamın adını bilen yoktu. Filmde oynatılan aktörlerin konuşmalarının çok amatör bir dublajla değiştirildiği anlaşılıyordu. Aktörler, aldatıldıklarını iddia ediyorlardı; “Çöl Savaşçısı” başlıklı bir filmde oynayacakları söylenmiş. Film George adlı romantik ama acımasız bir despotun yaşamını konu edinecekti...
Filme danışmanlık yaptığını iddia eden Steve Klein adlı biri, “Filmin adını başlangıçta ‘Bin Ladin’in Masumiyeti’ koyacaktık, amaç El Kaide taraftarlarının filme gelmesini sağlamaktı, yalnızca Los Angeles’ta gösterecektik” diyormuş, kendini “sıradan bir James Bond” olarak tanımlıyormuş.
Derken İsrailli yetkililer Bacile adlı bir Musevi’ye kayıtlarında rastladıklarını açıkladılar, bir de telefon numarası vardı. Telefon kesikti, ama adreste Nakoula Basseley Nakoula adlı bir adam kayıtlıydı. Nakoula’yı da bulmak olanaklı olamıyordu. Eve bir kez daha giden gazetecilere, bu kez orada o isimde kimsenin olmadığı söyleniyordu. Associated Press muhabiri Los Angeles’ta bir adreste Nakoula’yı buluyordu. Adam, filmi yapan şirketi yönettiğini, Kıpti Hıristiyan olduğunu açıklıyor ama, kendisinin Sam Bacile olmadığını savunuyordu. Cumartesi günü tutuklandığını öğrendik.
Basın, klibin varlığını, Morris Sadık isimli birinin Kuran yakarak ün kazanan papaz Terry Jones’ın 11 Eylül vesilesiyle düzenlediği olayı haber veren mesajına eklenmiş Youtube linkinden öğrenmişti.
Özetle karşımızda, kimliği belirsiz bir yapımcının, olmayan bir filmine ait bir klip var. Bu “orijinal sahte klip”, ABD’nin Libya Konsolosu’nun ölümüyle, Mısır’daki ve genelde Ortadoğu’daki gelişmelerle, hatta Suriye olayıyla ne bağlamda ilişkili? Bu klibi kim ne amaçla üretti, kimler ne amaçla kullanıyorlar? Bu saldırı sırasında konsolosluktaki kimi, Libyalı ABD ajanlarının isimlerini, gizli evlerin adreslerini içeren hassas belgelerin kaybolması ne anlama geliyor? Olaylar, ABD’nin bölgeden çıkışını hızlandıracak mı? Yoksa yeni savaşlara mı yol açacak? Bu soruların cevapları istihbarat örgütlerinin “Prag Mezarlığı” romanında anlatılan karanlık dünyasına ait.
‘Libya’da demokrasi’
Libya’da kurulmakta olduğu iddia edilen bu “demokrasiyi” de hemen “orijinal sahte şeyler” listesine ekleyebiliriz.
Bu demokrasi “orijinal”, çünkü benzeri yok. Eğer NATO güçleri müdahale etmeseydi, Selefi akımların gelmesine olanak sağlanmasaydı, El Kaide kadroları bizzat NATO gemileriyle Libya’ya taşınmasaydı, Bingazi’deki isyancıların Kaddafi rejimi karşısında bir iki haftadan fazla dayanma şansı yoktu. Havadan koruma sunacağız diye başlayan NATO operasyonu kısa sürede Kaddafi güçlerini imha operasyonuna dönüştü. Rejim sonunda dağıldı, Kaddafi yakalandığında tutuklanmak, yargılanmak yerine, hunharca tecavüz edilerek öldürüldü, üstelik bu olayın klibi Youtube da kondu. Bu sırada, Madam Clinton kameraların önünde sevinçle “geldik, gördük, öldü” diyordu. Yine bu sırada silahlı yerel çeteler, Selefi grupları, bugün hâlâ azalmadan sürmekte olan ganimet paylaşma savaşına girişiyorlardı. Libya’da demokrasi, işte böyle, hiçbir demokratik aktör, güç, ideoloji, kültür, bu kültürü yaratacak, sürdürecek kurumlar olmadan, kısacası “hiç yoktan” kuruluyordu. Kaddafi döneminde kurulmuş eğitim, sağlık, sosyal sigortalar, temel mallar üreten devlet işletmelerini yıkarak, ekonomiyi üzerinde yaşayanlara aldırmadan hoyratça piyasaya açarak...
Geçenlerde, bu havaya kapılıp bir Libya bankasına birkaç yüz milyon dolar akreditif açmış bir banka müdürü parasını alamamaktan, almak için başvuracak yasal merci bulamamaktan yakınıyordu. Belli ki piyasa da çalışmıyordu.
Bu “demokrasi” çok orijinaldi ama kaçınılmaz olarak da sahteydi. Libya’nın yeni yasaları sivil haklara, vatandaşlık ilkesine değil dini ilkelere dayanıyor. Kadınlar aniden Kaddafi döneminde zaten sınırlı olan haklarını da kaybetmenin travmasını yaşıyor. Televizyonda, bir mühendis kadın, şimdilerde para kazanmak için evlere temizliğe gittiğini söylüyordu. Kamusal alanlar hızla kadınlara kapanıyordu. Siyasi partiler de “orijinal sahte şeyler”. Birey oyunu aşiretine göre veriyor, ama genel seçimler oldu diye Libya’ya “demokrasi” geldi deniyor.
ABD ve Batı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan devrimci patlamaya, işte bu “orijinal sahte/kopya demokrasiyi” kurmak için elini soktu. Bu müdahalenin, aniden hızlanan “orijinal sahte belge” üretme çabalarının arkasında “ya gerçekten demokratik işler olmaya, halk devlete ulaşmaya başlarsa” korkusu yatıyordu.
Nereye doğru gideceği belli olmayan devrimci demokratik gelişmeler yerine, “ılımlı İslam” olsundu,
Müslüman Kardeşler olsundu, ekonomiyi açık tuttukları sürece ne sorun var ki? Evet, Müslüman Kardeşler, belki IMF zoruyla filan “serbest piyasa” disiplinini kabul etmeye hazır olabilirlerdi, ama arkadan Selefi akımlar geliyordu, piyasa umurlarında değildi bunların. Mursi gibi siyasetçiler hep arkalarını kollamak durumundaydı artık, kafalarını koruyabilmek için.
Monday, September 10, 2012
Bir imaj sorunu
Geçen hafta AKP hükümetinin vizyon sorununu tartışmıştım. Bu hafta da imaj sorununa değinmek istiyorum. Uluslararası basında, yalnızca bir günde (6 Eylül) gözüme çarpan manzara özetle şöyle:
AKP Türkiyesi’nin 2011’de hâlâ sahip olduğu, “bölgede yükselen ülke, istikrar merkezi, örnek ve lider adayı” imajının yerini, “Suriye ve Kürt sorunu arasına sıkışmış”, “yalnızlaşmış”, “tarafsız aracı olma kapasitesini yitirmiş” gibi betimlemeler almaya başlamış. Bunlara ek olarak Mısır Devlet Başkanı Mursi’nin etkinlikleri dikkat çekiyor, bir Arap ülkesi olma avantajına da sahip Mısır’ın Türkiye’nin liderlik iddialarına karşın yükselmeye başladığı vurgulanıyor. Kimi yorumcular bölgede, Osmanlı geçmişine ilişkin olumsuz anıları ve algıları anımsatıyorlar.
Patrick Seale’nin bu manzarayı anlatan yazısını, Cengiz Çandar, Davutoğlu’nu kollayan bir cevap vermeye çalışırken etraflıca aktardığı için ben değinmeyeceğim. Ancak, Çandar’ın cevap verirken kimi kabul edilebilir açıklamaların yanı sıra Seale’ın savlarını, “Esad ailesinin yakını”, “İngiliz Yahudisi” filan gibi sıfatlarla değersizleştirmeye çabalamasının, ikna edici olmadığı gibi ağızlarda kötü bir tat bırakacağını vurgulamak isterim. Seale’nin yorumunun “Gulf News” gazetesinde yayımlanmış olması da anlamlıdır.
Giderek daha çok bir Ortadoğu ülkesi oluyor...
Bu kısa nottan sonra Daniel Dombey’in Financial Times’taki yorumundan başlayabilirim. Dombey İstanbul’dan gönderdiği yazısına, “Davutoğlu birkaç ay önce, ülkesinin parlamentosunda ayağa kalktı ve Ortadoğu’ya ilişkin vizyonunu Türkiye hem efendi, hem hizmetçi hem de lider olacak... Türkiye’nin etrafında yeni bir barış, istikrar, refah bölgesi oluşacak sözleriyle sundu”... “Ancak bugün, İstanbul ve Ankara’da, Türkiye’nin komşularındaki istikrarsızlıkları ithal etmeye başladığına ilişkin bir korku dile getiriliyor” saptamasıyla başlıyor. “Ankara ve Tahran Suriye bağlamında, bir uzaktan kumandalı savaşa girmemiş olabilirler, ama böyle bir savaşa girmiş gibi davranmayı çok iyi beceriyorlar” diyerek devam ediyor.
Dombey İstanbul’da konuştuğu yorumcular için “Bu patlayan araç bombaları, intihar eylemcileri, sığınmacılar ve casuslar panoramasıyla ülkelerinin giderek bir Ortadoğu ülkesine daha çok benzemeye başladığını düşünüyorlar” diyor. Dombey’e göre AKP Türkiyesi, “giderek daha dengesiz, komşularının sorunlarına daha çok bulaşmış ve daha mezhepçi bir görüntü sergiliyor”. Dombey, “Bu dönüşüm algısı abartılı olabilir, ama bu sorunların gündeme gelmiş olması bile başlı başına kaygı vericidir” vurgusuyla bitiriyor.
Kendini köşeye sıkıştırmış bir lider
Foreign Policy’den Karen Leigh, Başbakan Erdoğan’ın, “Suriye rejimi artık bir terörist devlete dönüştü” sözlerine göndermeyle, “Türkiye’nin konuşkan lideri, Suriye konusunda kendini köşeye sıkıştırdı. Komşusunda hızla kontrolden çıkan gelişmeler, sözlerinin arkasında durmasını getirecek mi” diye soruyor. Leigh’e göre bu durum “ileri derecede muhafazakâr, ancak kendi gücünün sınırlarını aşmış, bir taraftan Suriye’de siyasi istikrar kurmak, diğer taraftan Esad rejimini yıkan kahraman rolünü üstlenmek isteyen bir liderin sertleşen söyleminin ürünü”. Leigh, “Tüm bunlar bir sonuca doğru ilerlerken Erdoğan çok zor bir seçenekle karşı karşıya kalıyor; ya müdahale edecek, o zaman ülkesindeki seçmenin gazabını üzerine çekecek ya da bekleyerek Suriye’nin suratına patlamasını seyredecek. Erdoğan’ın tutunduğu ip giderek incelmeye devam ediyor” diyor.
‘Mursi, Erdoğan’ın tacına mı talip?’
Bu da German Marshall Fund’dan Nora Fisher’in yazısının başlığıydı. Nora Fisher, Mursi’nin benim de geçen hafta kısaca özetlediğim başarılı iç ve dış politika adımlarını vurguladıktan, “Batı’yla ve İsrail’le ilişkileri aksatabileceği düşünülebilir” dedikten sonra ekliyor, “Türkiye’nin, ülkesinin bölgedeki liderlik hedefini konsolide etmeye çalışan, karizmatik lideri Erdoğan’ın çabalarına da gölge düşürebilir”. Fisher’e göre “Mursi, Erdoğan’ın aksine henüz diğer sivil kesimlerin desteğini kaybetmiş değil. Gazze ile sınırı, İsrail ve ABD ile anlaşmalara dayalı bağları olan en büyük Arap devletinin lideri olarak Mursi, İsrail-Filistin pazarlıklarına Türkiye’den çok daha fazla katkıda bulunabilir”. Fisher’e göre “Kürt sorunuyla Suriye arasına sıkışan AKP Türkiyesi, artık etkin bir aracı rolü üstlenemeyebilir.” “Eğer Erdoğan başarılı olamazsa, Osmanlı egemenliğinin yaralarının birçokları için hâlâ taze olduğu bu bölgede Mursi, Erdoğan’ın ektiklerinin meyvelerini toplayabilir”.
Birleşik Arap Emirliği’nde yayımlanan The National gazetesinden El Amrani’ye göre, “Mursi’nin İran’ı ziyareti körfez ülkelerinden, ABD’den kimi yorumcuları, bölgenin iki güçlü devleti arasında bir yakınlaşmaya işaret ettiğini düşündürerek kaygılandırdı. Ama Mursi İran’la dostluk başlatmaya değil, bölge sorunları söz konusu olduğunda artık Mısır’ın geri geldiğini vurgulamaya gitti” ... “Peki tüm bunlar kimlere mesaj gönderiyordu” sorusuna Amrani, “Kısmen Suudi Arabistan, Arap Emirlikleri, Türkiye gibi olağan şüphelilere, bölgenin diğer oyuncularına” diyerek cevap veriyordu.
İki ateş arasında
Al Awsat’ta (Suudi kaynaklı) yazan Huda Hüseyni, “Kısa bir süre önce, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, Türklerin İran, Suriye ve Lübnan’a vize almadan gidebildiğini gururla vurguluyordu. Koşullar ne kadar değişti” diyor ve ekliyor: “Türkler bugün Lübnan’da kaçırılma riski altında, İran artık onlara kucak açmıyor. İran Genelkurmay Başkanı, Türkiye’yi ‘hedef alınan ülke’ olarak tanımladı.”
Hüseyni, Davutoğlu’nun BM’de önerisiyle ilgilenen kimse bulamayınca çok şaşırdığını, ardından ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dembsey’in “güvenlikli alan oluşturmanın olanaksızlığına ilişkin sözlerine geldiğini” anımsatıyor. Dembsey’e göre “Türkiye Batı’nın kendisini terk ettiğini düşünüyor, Obama’yla haftalık telefon konuşmaları da işe yaramıyor.” Bu koşullarda Türkiye “sonunda en zararlı çıkan taraf durumuna düşmekten korkarak hesaplarını yeniden gözden geçirmeye başlıyor.”
The National’dan bir başka yazar Alan Philips, arkadaşları, New York Times yazarlarından, kendisini bir “Osmanlı Centilmeni” olarak tanımlayan Lübnanlı Anthony Shadid’i anmak için yaptıkları bir toplantıyı aktarırken “Osmanlı nostaljisi bugünün sorunlarını çözemez” başlıklı, yazısında “Türk diplomatları Arapların, Türk seçkinlerinin 400 yıllık baskısını unutmalarını bekleyemez” dedikten sonra Raja Shehaded’in verdiği bir örneği aktarıyordu. Shehaded, “yüz yaşını aşkın, Osmanlı ordusunun zorla askere alma baskınlarından saklandığı dönemi anımsayan” bir Arap’la konuşmuş. Yaşlı adam “Türkler gaddardı, aç dilencilerdi. Ne okul, ne cami yaptılar. Ülkeyi mahvettiler, yeşil yer bırakmadılar” diyormuş.
AKP Türkiyesi’nin 2011’de hâlâ sahip olduğu, “bölgede yükselen ülke, istikrar merkezi, örnek ve lider adayı” imajının yerini, “Suriye ve Kürt sorunu arasına sıkışmış”, “yalnızlaşmış”, “tarafsız aracı olma kapasitesini yitirmiş” gibi betimlemeler almaya başlamış. Bunlara ek olarak Mısır Devlet Başkanı Mursi’nin etkinlikleri dikkat çekiyor, bir Arap ülkesi olma avantajına da sahip Mısır’ın Türkiye’nin liderlik iddialarına karşın yükselmeye başladığı vurgulanıyor. Kimi yorumcular bölgede, Osmanlı geçmişine ilişkin olumsuz anıları ve algıları anımsatıyorlar.
Patrick Seale’nin bu manzarayı anlatan yazısını, Cengiz Çandar, Davutoğlu’nu kollayan bir cevap vermeye çalışırken etraflıca aktardığı için ben değinmeyeceğim. Ancak, Çandar’ın cevap verirken kimi kabul edilebilir açıklamaların yanı sıra Seale’ın savlarını, “Esad ailesinin yakını”, “İngiliz Yahudisi” filan gibi sıfatlarla değersizleştirmeye çabalamasının, ikna edici olmadığı gibi ağızlarda kötü bir tat bırakacağını vurgulamak isterim. Seale’nin yorumunun “Gulf News” gazetesinde yayımlanmış olması da anlamlıdır.
Giderek daha çok bir Ortadoğu ülkesi oluyor...
Bu kısa nottan sonra Daniel Dombey’in Financial Times’taki yorumundan başlayabilirim. Dombey İstanbul’dan gönderdiği yazısına, “Davutoğlu birkaç ay önce, ülkesinin parlamentosunda ayağa kalktı ve Ortadoğu’ya ilişkin vizyonunu Türkiye hem efendi, hem hizmetçi hem de lider olacak... Türkiye’nin etrafında yeni bir barış, istikrar, refah bölgesi oluşacak sözleriyle sundu”... “Ancak bugün, İstanbul ve Ankara’da, Türkiye’nin komşularındaki istikrarsızlıkları ithal etmeye başladığına ilişkin bir korku dile getiriliyor” saptamasıyla başlıyor. “Ankara ve Tahran Suriye bağlamında, bir uzaktan kumandalı savaşa girmemiş olabilirler, ama böyle bir savaşa girmiş gibi davranmayı çok iyi beceriyorlar” diyerek devam ediyor.
Dombey İstanbul’da konuştuğu yorumcular için “Bu patlayan araç bombaları, intihar eylemcileri, sığınmacılar ve casuslar panoramasıyla ülkelerinin giderek bir Ortadoğu ülkesine daha çok benzemeye başladığını düşünüyorlar” diyor. Dombey’e göre AKP Türkiyesi, “giderek daha dengesiz, komşularının sorunlarına daha çok bulaşmış ve daha mezhepçi bir görüntü sergiliyor”. Dombey, “Bu dönüşüm algısı abartılı olabilir, ama bu sorunların gündeme gelmiş olması bile başlı başına kaygı vericidir” vurgusuyla bitiriyor.
Kendini köşeye sıkıştırmış bir lider
Foreign Policy’den Karen Leigh, Başbakan Erdoğan’ın, “Suriye rejimi artık bir terörist devlete dönüştü” sözlerine göndermeyle, “Türkiye’nin konuşkan lideri, Suriye konusunda kendini köşeye sıkıştırdı. Komşusunda hızla kontrolden çıkan gelişmeler, sözlerinin arkasında durmasını getirecek mi” diye soruyor. Leigh’e göre bu durum “ileri derecede muhafazakâr, ancak kendi gücünün sınırlarını aşmış, bir taraftan Suriye’de siyasi istikrar kurmak, diğer taraftan Esad rejimini yıkan kahraman rolünü üstlenmek isteyen bir liderin sertleşen söyleminin ürünü”. Leigh, “Tüm bunlar bir sonuca doğru ilerlerken Erdoğan çok zor bir seçenekle karşı karşıya kalıyor; ya müdahale edecek, o zaman ülkesindeki seçmenin gazabını üzerine çekecek ya da bekleyerek Suriye’nin suratına patlamasını seyredecek. Erdoğan’ın tutunduğu ip giderek incelmeye devam ediyor” diyor.
‘Mursi, Erdoğan’ın tacına mı talip?’
Bu da German Marshall Fund’dan Nora Fisher’in yazısının başlığıydı. Nora Fisher, Mursi’nin benim de geçen hafta kısaca özetlediğim başarılı iç ve dış politika adımlarını vurguladıktan, “Batı’yla ve İsrail’le ilişkileri aksatabileceği düşünülebilir” dedikten sonra ekliyor, “Türkiye’nin, ülkesinin bölgedeki liderlik hedefini konsolide etmeye çalışan, karizmatik lideri Erdoğan’ın çabalarına da gölge düşürebilir”. Fisher’e göre “Mursi, Erdoğan’ın aksine henüz diğer sivil kesimlerin desteğini kaybetmiş değil. Gazze ile sınırı, İsrail ve ABD ile anlaşmalara dayalı bağları olan en büyük Arap devletinin lideri olarak Mursi, İsrail-Filistin pazarlıklarına Türkiye’den çok daha fazla katkıda bulunabilir”. Fisher’e göre “Kürt sorunuyla Suriye arasına sıkışan AKP Türkiyesi, artık etkin bir aracı rolü üstlenemeyebilir.” “Eğer Erdoğan başarılı olamazsa, Osmanlı egemenliğinin yaralarının birçokları için hâlâ taze olduğu bu bölgede Mursi, Erdoğan’ın ektiklerinin meyvelerini toplayabilir”.
Birleşik Arap Emirliği’nde yayımlanan The National gazetesinden El Amrani’ye göre, “Mursi’nin İran’ı ziyareti körfez ülkelerinden, ABD’den kimi yorumcuları, bölgenin iki güçlü devleti arasında bir yakınlaşmaya işaret ettiğini düşündürerek kaygılandırdı. Ama Mursi İran’la dostluk başlatmaya değil, bölge sorunları söz konusu olduğunda artık Mısır’ın geri geldiğini vurgulamaya gitti” ... “Peki tüm bunlar kimlere mesaj gönderiyordu” sorusuna Amrani, “Kısmen Suudi Arabistan, Arap Emirlikleri, Türkiye gibi olağan şüphelilere, bölgenin diğer oyuncularına” diyerek cevap veriyordu.
İki ateş arasında
Al Awsat’ta (Suudi kaynaklı) yazan Huda Hüseyni, “Kısa bir süre önce, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, Türklerin İran, Suriye ve Lübnan’a vize almadan gidebildiğini gururla vurguluyordu. Koşullar ne kadar değişti” diyor ve ekliyor: “Türkler bugün Lübnan’da kaçırılma riski altında, İran artık onlara kucak açmıyor. İran Genelkurmay Başkanı, Türkiye’yi ‘hedef alınan ülke’ olarak tanımladı.”
Hüseyni, Davutoğlu’nun BM’de önerisiyle ilgilenen kimse bulamayınca çok şaşırdığını, ardından ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dembsey’in “güvenlikli alan oluşturmanın olanaksızlığına ilişkin sözlerine geldiğini” anımsatıyor. Dembsey’e göre “Türkiye Batı’nın kendisini terk ettiğini düşünüyor, Obama’yla haftalık telefon konuşmaları da işe yaramıyor.” Bu koşullarda Türkiye “sonunda en zararlı çıkan taraf durumuna düşmekten korkarak hesaplarını yeniden gözden geçirmeye başlıyor.”
The National’dan bir başka yazar Alan Philips, arkadaşları, New York Times yazarlarından, kendisini bir “Osmanlı Centilmeni” olarak tanımlayan Lübnanlı Anthony Shadid’i anmak için yaptıkları bir toplantıyı aktarırken “Osmanlı nostaljisi bugünün sorunlarını çözemez” başlıklı, yazısında “Türk diplomatları Arapların, Türk seçkinlerinin 400 yıllık baskısını unutmalarını bekleyemez” dedikten sonra Raja Shehaded’in verdiği bir örneği aktarıyordu. Shehaded, “yüz yaşını aşkın, Osmanlı ordusunun zorla askere alma baskınlarından saklandığı dönemi anımsayan” bir Arap’la konuşmuş. Yaşlı adam “Türkler gaddardı, aç dilencilerdi. Ne okul, ne cami yaptılar. Ülkeyi mahvettiler, yeşil yer bırakmadılar” diyormuş.
Monday, September 03, 2012
Yanlış Beklentiler Mevsimi...
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde aradığı desteği bulamayınca “Anlaşılan, yanlış bir beklenti içindeymişim” demiş.
BM Güvenlik Konseyi üyelerinin Suriye konusundaki tavırları, bu tavırların arkasındaki “yapısal” stratejik çıkarlar sır değil. Bu konseyin önüne konacak bir önergenin başına gelecekleri önceden bilmek olanaklı. Bu yüzden Davutoğlu’nun düş kırıklığı anlaşılır gibi değil.
Bir vizyon sorunu
Başbakan’ın ve Davutoğlu’nun samimiyetlerini sorgulamak istemem, ama son yıllarda dikkat çekecek kadar çok konuda “yanlış beklenti” içine girmiş oldukları da bir gerçek. Ya bir vizyon yokluğu bu “yanlış beklentilere” yol açıyor ya da sahip olunan vizyon gerçeğe uymadığı için atılan adımlar beklenmedik sonuçlar yaratıyor.
Başbakan’ın ve Davutoğlu’nun vizyon sahibi olmadıklarını ileri sürmek onlara haksızlık etmek olur. Geride kalan 10 yıla baktığımızda, güçlü bir ana vizyon, bu vizyona bağlı olarak eğitimden sağlığa, “Kürt sorunu” denen olgudan, “kadın sorununa”, oradan Ortadoğu’da lider ülke konumuna yükselmeye kadar çok sayıda alt projenin işlemekte olduğunu görebilmek için siyasi analist olmaya gerek yok. Öyleyse diyorum, sorun vizyon yokluğundan değil, var olan vizyonun gerçek dünyanın dinamiklerine uyum sağlayamamasından kaynaklanıyor.
Uluslararası jeopolitik konusuna, o bağlamda dile getirilen “Anlaşılan, yanlış bir beklenti içindeymişim” ifadelerine dönersem; AKP Türkiyesi’nin Avrupa Birliği üyeliği, Kürt açılımı konularında, Davutoğlu’nun da, “komşularla sıfır sorun”, küresel hegemona dayanarak bölgede güç yansıtma, Beşşar Esad Suriyesi’yle yakınlaşma ve etkileme, “stratejik derinlik” sayesinde bölgede lider olma gibi konularda gerçekçi olmayan beklentilere girmiş olduğu kolaylıkla ileri sürülebilir.
Bu listeyi daha da uzatmak olanaklı; ben, bu yazıda yalnızca “küresel hegemona dayanarak bölgede güç yansıtma” ve “bölgesel liderlik” iddiaları üzerinde durmakla yetineceğim.
Küresel hegemona yaslanmak
Bu dayanma ister istemez, stratejik vizyon birliğini ve dış politika hedeflerini ABD’ninkilerle senkronize etmeyi gerektiriyor. Böylece bölgede hegemon ile Türkiye arasında, Türkiye’nin etkisini bir önceki döneme göre güçlendirecek bir sembiyoz ilişkisinin oluşması bekleniyor. Bu beklenti hegemonun bölgede siyasi coğrafyaları yeniden yapılandırma kapasitesinin olduğunu varsayıyor.
Bu beklenti açısından da ilk sorun burada çıkıyor. ABD’nin son on beş yıllık öyküsünde, gerilemekte olan bir hegemon olmanın ötesinde Somali, Afganistan, Irak, daha yakın zamanda Libya gibi yıkılmış, kaosa terk edilmiş ya da edilmekte olan ülkeler var. Kısacası, AKP Türkiyesi, dünyanın toplam askeri harcamalarının yüzde 45’ini gerçekleştiren silah ihracatını bir yılda, 2011’de, yüzde 300 artırabilen, ama düzen getirmeye gelince tek bir başarı örneği sergileyemeyen bir güce yaslanarak etkisini artırmaya çalışıyor. Peki başarılı olabiliyor mu?
Dış politikasını hegemonun bölge politikasıyla uyumlu hale getirmek için gerekenleri yaparken AKP Türkiyesi bölgede önce, İsrail’in çıkarları açısından kurgulanmış bir Şii Sünni kamplaşmasının içine çekiliyor, buna bağlı olarak da yakın komşusu Suriye’yle savaşmaya doğru sürüklenmeye başlıyor. Bu sürüklenmeye paralel olarak, AKP Türkiyesi’nin toplumsal dokusunun en önemli düğüm noktalarında, etnik ve mezhep farklılıkları bağlamında giderek büyüyen, hatta kapasitelerini aşan sorunlar yaşamaya başladığı görülüyor.
Tüm bunlara karşılık ABD ve Avrupa basınının “örnek ülke” övgüleriyle öne sürdüğü Türkiye, ne Avrupa Birliği üyeliği, ne Mavi Marmara olayı ne de Suriye karasularında düşen uçak konularında, yaslandığı hegemondan güç yansıtmasına, sonuç almasına olanak sağlayacak bir destek alamıyor. Aksine her seferinde sergilendiği iktidarsızlık, AKP Türkiyesi’nin bölgedeki saygınlığının ve giderek etkisinin azalmasını getiriyor.
Bölgesel liderlik mi?
Bölgedeki son gelişmeler de Başbakan’a ve Davutoğlu’na “Anlaşılan, yanlış bir beklenti içindeymişim” dedirtecek yönde.
BM Güvenlik Konseyi’nin Çin ve Rusya gibi iki güçlü ülkesinin desteğini arkasına almayı başardıktan sonra, ABD’nin tüm yalnızlaştırma çabalarına karşın Bağlantısızlar Zirvesi’ni 120 ülkenin, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un ABD’ye rağmen katılmasıyla gerçekleştiren İran’ı tartışmayı bir başka yazıya bırakalım. Müslüman Kardeşler yönetiminde etkisini hızla artırmaya, hatta ABD açısından yeni “örnek” ve “vazgeçilmez Arap ülkesi” konumuna yükselmeye başlayan Mısır’a kısaca bakalım.
Mısır’ın bölgedeki etkisinin, Devlet Başkanı Muhammed Mursi’nin iç ve dış politika adımlarının, Müslüman Kardeşler’in uluslararası bir örgüt olmasının da yardımıyla artmaya başladığı görülüyor. Dahası Mursi Mısır’ın etkisini, bir hegemona dayanarak güç yansıtmaya çalışmak yerine, geçen haftalarda yaşanan beş gelişmenin işaret ettiği gibi hegemonla arasına mesafe koyarak, hegemonun etkisini dengeleyerek, Mısır’ın manevra alanını genişleten adımlar atarak artırıyor.
1) Mursi, ordu üst kademesinde, ABD’nin ilişki sürdürdüğü generalleri görevinden aldı. 2) Mursi, Sina Yarımadası’nda, Gazze İsrail sınırında 16 Mısır askerini öldüren Selefi militanlara karşı tankları da içeren geniş ve acımasız bir operasyon başlattı. Böylece hem radikalizme karşı olduğunu, devlet tavrı sergileyebileceğini gösterdi hem de Mısır’ı Sina Yarımadası’na askeri olarak sokmuş, bunu da önceden İsrail’e haber vermeyerek, 1979 anlaşmasını delerek gerçekleştirmiş oldu. 3) Mursi, ilk yurtdışı gezisini, ABD’nin davetine uymayarak önce Suudi Arabistan’a, sonra Çin’e yaptı. Mısır basınına göre Mursi Çin’den 5 milyar dolarlık yatırım vaadiyle döndü. 4) Mursi, ABD ve Avrupa’nın aksi yönde baskılarına aldırmayarak Tahran’da yapılan Bağlantısızlar Zirvesi’ne katıldı. Böylece hem 1979’dan bu yana ilk kez İran’ı eden ziyaret Mısır Devlet Başkanı olarak ABD ile arasına mesafe koyuyor, Sünni- Şii kamplaşmasını aşan bir yaklaşım sergiliyor hem de zirvede, Suriye konusunda aldığı tavırla “ilkeli” bir siyasi tavır sergilemiş oluyordu. 5) Mursi’nin zirvede açıkladığı Suriye sorununu çözmek için Mısır, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye’den oluşan yeni bir temas grubu kurma önerisi, (Asia Times’tan Kotsev’in iddialarına göre, Türkiye katılmak istemiyormuş) bölge ülkelerinin yanı sıra Avrupa, hatta ABD basınında, son bir şans olarak, olumlu karşılandı, Mısır’ın bölgede “vazgeçilmez ülke” olduğu biçiminde yorumlandı.
Monday, August 20, 2012
Kültür Endüstrisi, Sanatçı ve Satış…
Şarkılarının, filmlerinin yanı sıra Amerika’da siyahların eşit haklar mücadelesindeki etkin rolüyle bilinen Harry Belafonte’nin Altın Leopar Onur Ödülü’nü almak için geldiği Lucarno Film Festivali’nde “The Hollywood Reporter” ile yaptığı söyleşide, kapitalizme, kültür endüstrisine, günümüzün ünlü siyah sanatçılarına yönelik sert eleştirileri sanat çevrelerinde büyük yankı yarattı.
Belafonte ile yapılan söyleşinin, medyanın, Rusya’da Feminist Punk grubu “Pussy Riot”un yargılandığı davayı tartıştığı günlere denk gelmesi de ayrıca ilginç bir rastlantıydı.
Calypso Kralı, Martin Luther King’in yakın dostu
Belafonte (85) sanat yaşamına 1950’lerde Karayip Adaları’ndan kaynaklanan Calypso müziğini Batılı izleyicilere tanıtarak, sevdirerek başladı. Bu müzikle adeta özdeşleşerek Calypso Kralı olarak anılmaya başlanan Belafonte’nin sanat yaşamı, müzik alanındaki başarılarının yanı sıra, film kariyeri, siyahların hakları, insan hakları mücadelelerindeki etkinlikleri ile devam ederek bugüne kadar istikrarlı bir sol çizgi izledi.
Belafonte, Martin Luther King’in yakın dostu, ailesinin mali destekçisiydi. Siyasi yelpazenin her zaman sol kanadındaki ödünsüz duruşu film kariyerine de yansıdı. Belafonte, sanatını ve siyasi ahlakını her zaman piyasanın taleplerinin önüne koydu. Otto Preminger’in, Prosper Merimee’nin, Bizet tarafından da operaya uyarlanan, kısa romanı “Carmen”in modern zamanlara ve siyah Amerika yaşamına uyarlanması olan unutulmaz filmi Carmen Jones’ta başrolü oynayan Belafonte, daha sonra, dünyaca ünlü olacak Porgy and Bess operasının sahneye konuluşunda kendisine teklif edilen başrolü, ırkçı önyargıları güçlendirdiği gerekçesiyle reddederek “herkesi” şaşırttı.
Belafonte’nin The Hollywood Reporter’le yaptığı söyleşide dile getirdiği kaygılar ve eleştirilerin bu kadar yankı yapmasının arkasında işte bu uzun başarılı sanat kariyeri, istikrarlı olduğu kadar da yürekli bir siyasi yaşam, hem siyah toplum hem de genelde ilerici çevrelerde sahip olunan büyük saygınlık yatıyordu. Üstelik Belafonte’nin dile getirdikleri, günümüzün en can alıcı sorunlarıyla da yakından ilgiliydi.
Lucarno Festivali’nde kendisine verilen ödülü alırken yaptığı konuşmada, Belafonte, ödülün uzun siyasi etkinliklerinin dünyaca tanınması anlamına geldiğini vurguladı, dizginlerinden kurtulmuş kapitalizmi eleştirdi, “Arap Baharı” olayını konu edinen bir film projesini de kapsayan yeni projelerinden söz etti (Hollywood Reporter 07/08/2012).
‘Eskiden daha kolaydı...’
Belafonte’ye göre, “Eskiden düşman daha açık seçikti. Baskıya karşı, bir gamalı haçla, çizmeyle, ‘Negro Giremez’, ‘Yahudiler Giremez’ tabelalarıyla birlikte gelen bir düşmanla, savaşmak daha kolaydı. Şimdi düşman kendini gizliyor. Dokunamıyorsun, ama tadını alıyorsun, hâlâ ve tüm gücüyle karşımızda ve çılgın kötülüklerine devam ediyor.”
“Birçok ülkede iktidar adeta mutlaklaştı. Özgür girişimciler (Kapitalizm-EY) sisteminde iktidara sahip olanlar, toplulukları ezmeye, uğursuz savaşlar çıkarmaya başladılar. Bush döneminde bunu yaptık, Obama döneminde yapmaya devam ediyoruz. Hâlâ işkenceyi teşvik eden yasalar var, Guantanamo’yu kapatmadık. Polis istediğini istediği gibi tutukluyor. Bu kapitalizm bizi yeni bir Nazi imparatorluğunun (Fourth Reich) eşiğine getirdi.”
Belafonte’ye göre “Bugün esas düşman, dizginlerinden boşanmış kapitalizmdir”. “Paranın bu kadar küçük bir insan grubunun elinde bu kadar yoğunlaşmış olması, insanlık tarihinde bugüne kadar yaşanmış en tehlikeli gelişmedir... Karşımızda kendini zorla dayatan bir oligarşi var.”
“The Hollywood Reporter”in “Aktörlük kariyerinize verilen bu ödülü aldığınız şu günlerde, toplumdaki azınlıkların Hollywood’daki imajından hoşnut musunuz?” sorusunda Belafonte sert ve olumsuz bir cevap veriyor. Belafonte’ye göre “Günümüzün en büyük yolsuzluğu, bu kadar yüksek profilli sanatçılara ve bu kadar güçlü ünlülere sahip olmamızdır. Bunlar bugün toplumsal sorumluluklara sırtlarını çevirmiş durumdalar”. Belafonte “Bu Beyonce ve Jay-Z için de geçerli. Bunların yerine bana Bruce Springsteen’i verin. Bazen onun siyah olduğunu düşünüyorum” diyor.
Satmak ya da satmamak bütün mesele...
Belafonte, “Hayır kurumlarına bu kadar mali yardım yapan sanatçıları, böyle eleştirirken haksızlık yapmıyor mu?” gibi tartışmaların ortasında “The Guardian”dan Tricia Rose’un dikkat çektiği bir gelişme, salt ABD’de değil tüm dünyada önemli bir soruna ışık tutuyor. ABD’de başlangıçta siyah topluluğun sözcüleri olan siyah sanatçılar giderek, küresel kültür endüstrisini denetleyen dünyanın en güçlü şirketlerinin ürettiği kitlesel kültür metalarının parçası haline geldiler (10/08/2012). Artık bundan sonra, büyük piyasalara ulaşmak, çok satmak isteyenler, bu piyasalara giriş kapılarını tutan dev korporasyonları mali, ideolojik ve siyasi olarak tatmin etmek zorundalar.
Sanatçı, feodalin, sultanın, dini kurumların vesayetinden kurtularak özgürleşmeye başladığını düşünürken, 19. yüzyılın sonunda, yeni bir vesayet (piyasa) sistemiyle karşı karşıya kalmıştı. Günümüzde, mali krizi postmodern fantezileri dağıtmaya başlayınca, o zaman Kandinsky’nin “kara el” olarak nitelediği şey yeniden ama eskisinden çok daha güçlü, yaygın bir biçimde sanatçının karşısına dikildi: Ya metalar dünyasında geçerli, siyasi iktidarı destekleyen değerlere (sözde “halkın değerlerine”, “halkın anlayacağı”) uygun ürünler üretirsin ya da piyasaların kapılarını sana açmam! O zaman olduğu gibi bugün de egemen sınıfların organik entelektüeller, “halkın değerleri”, töre filan derken, derken aslında kendi değerlerini, “baba’nın yasasını” kastediyorlardı.
İşte Belafonte’nin Beyonce örneğiyle vurguladığı sorunun böyle bir evrensel boyutu var. Sanatçı bugün iki seçenekle karşı karşıya: Ya kapitalizmin mal satmak, oligarşinin yönetmek için dayandığı halkın “değerleri” denen şeye uyacak, belki o zaman piyasaların kapıları açılacak, cepleri dolacak ünlü olacak, arada sırada hayır kurumlarına yardım yaparak rahatlayacak, ama bu sırada zincirlerinden boşanmış kapitalizmin, emperyalizmin militarizmin ve sadaka toplumunun aracı olacak. Ya da “halkın değerlerine” ters düşmeyi göze alarak halkın ekonomik, demokratik çıkarlarını savunacak, özgürlük arzusunu dile getirecek, kapitalizme, emperyalizme ve militarizme karşı çıkacak.
Sanatçının siyasi partilere katılması, meydanlarda konuşması son derecede önemli ama sanatçının (sanatçı olduğundan) bu işlevini, esas olarak bu çizgiyi (duyarlığı) yansıtan ürünlerle yapması, buna uygun, “kara elin” denetiminden kaçabilen, kendini koruyabilen biçimleri bularak gerçekleştirmesi gerekiyor. “Kara ele” direnen, özgürlük ruhu sanatçıyı göreve çağırıyor. Belafonte de bu ruhun sözcülerinden biri.
Belafonte ile yapılan söyleşinin, medyanın, Rusya’da Feminist Punk grubu “Pussy Riot”un yargılandığı davayı tartıştığı günlere denk gelmesi de ayrıca ilginç bir rastlantıydı.
Calypso Kralı, Martin Luther King’in yakın dostu
Belafonte (85) sanat yaşamına 1950’lerde Karayip Adaları’ndan kaynaklanan Calypso müziğini Batılı izleyicilere tanıtarak, sevdirerek başladı. Bu müzikle adeta özdeşleşerek Calypso Kralı olarak anılmaya başlanan Belafonte’nin sanat yaşamı, müzik alanındaki başarılarının yanı sıra, film kariyeri, siyahların hakları, insan hakları mücadelelerindeki etkinlikleri ile devam ederek bugüne kadar istikrarlı bir sol çizgi izledi.
Belafonte, Martin Luther King’in yakın dostu, ailesinin mali destekçisiydi. Siyasi yelpazenin her zaman sol kanadındaki ödünsüz duruşu film kariyerine de yansıdı. Belafonte, sanatını ve siyasi ahlakını her zaman piyasanın taleplerinin önüne koydu. Otto Preminger’in, Prosper Merimee’nin, Bizet tarafından da operaya uyarlanan, kısa romanı “Carmen”in modern zamanlara ve siyah Amerika yaşamına uyarlanması olan unutulmaz filmi Carmen Jones’ta başrolü oynayan Belafonte, daha sonra, dünyaca ünlü olacak Porgy and Bess operasının sahneye konuluşunda kendisine teklif edilen başrolü, ırkçı önyargıları güçlendirdiği gerekçesiyle reddederek “herkesi” şaşırttı.
Belafonte’nin The Hollywood Reporter’le yaptığı söyleşide dile getirdiği kaygılar ve eleştirilerin bu kadar yankı yapmasının arkasında işte bu uzun başarılı sanat kariyeri, istikrarlı olduğu kadar da yürekli bir siyasi yaşam, hem siyah toplum hem de genelde ilerici çevrelerde sahip olunan büyük saygınlık yatıyordu. Üstelik Belafonte’nin dile getirdikleri, günümüzün en can alıcı sorunlarıyla da yakından ilgiliydi.
Lucarno Festivali’nde kendisine verilen ödülü alırken yaptığı konuşmada, Belafonte, ödülün uzun siyasi etkinliklerinin dünyaca tanınması anlamına geldiğini vurguladı, dizginlerinden kurtulmuş kapitalizmi eleştirdi, “Arap Baharı” olayını konu edinen bir film projesini de kapsayan yeni projelerinden söz etti (Hollywood Reporter 07/08/2012).
‘Eskiden daha kolaydı...’
Belafonte’ye göre, “Eskiden düşman daha açık seçikti. Baskıya karşı, bir gamalı haçla, çizmeyle, ‘Negro Giremez’, ‘Yahudiler Giremez’ tabelalarıyla birlikte gelen bir düşmanla, savaşmak daha kolaydı. Şimdi düşman kendini gizliyor. Dokunamıyorsun, ama tadını alıyorsun, hâlâ ve tüm gücüyle karşımızda ve çılgın kötülüklerine devam ediyor.”
“Birçok ülkede iktidar adeta mutlaklaştı. Özgür girişimciler (Kapitalizm-EY) sisteminde iktidara sahip olanlar, toplulukları ezmeye, uğursuz savaşlar çıkarmaya başladılar. Bush döneminde bunu yaptık, Obama döneminde yapmaya devam ediyoruz. Hâlâ işkenceyi teşvik eden yasalar var, Guantanamo’yu kapatmadık. Polis istediğini istediği gibi tutukluyor. Bu kapitalizm bizi yeni bir Nazi imparatorluğunun (Fourth Reich) eşiğine getirdi.”
Belafonte’ye göre “Bugün esas düşman, dizginlerinden boşanmış kapitalizmdir”. “Paranın bu kadar küçük bir insan grubunun elinde bu kadar yoğunlaşmış olması, insanlık tarihinde bugüne kadar yaşanmış en tehlikeli gelişmedir... Karşımızda kendini zorla dayatan bir oligarşi var.”
“The Hollywood Reporter”in “Aktörlük kariyerinize verilen bu ödülü aldığınız şu günlerde, toplumdaki azınlıkların Hollywood’daki imajından hoşnut musunuz?” sorusunda Belafonte sert ve olumsuz bir cevap veriyor. Belafonte’ye göre “Günümüzün en büyük yolsuzluğu, bu kadar yüksek profilli sanatçılara ve bu kadar güçlü ünlülere sahip olmamızdır. Bunlar bugün toplumsal sorumluluklara sırtlarını çevirmiş durumdalar”. Belafonte “Bu Beyonce ve Jay-Z için de geçerli. Bunların yerine bana Bruce Springsteen’i verin. Bazen onun siyah olduğunu düşünüyorum” diyor.
Satmak ya da satmamak bütün mesele...
Belafonte, “Hayır kurumlarına bu kadar mali yardım yapan sanatçıları, böyle eleştirirken haksızlık yapmıyor mu?” gibi tartışmaların ortasında “The Guardian”dan Tricia Rose’un dikkat çektiği bir gelişme, salt ABD’de değil tüm dünyada önemli bir soruna ışık tutuyor. ABD’de başlangıçta siyah topluluğun sözcüleri olan siyah sanatçılar giderek, küresel kültür endüstrisini denetleyen dünyanın en güçlü şirketlerinin ürettiği kitlesel kültür metalarının parçası haline geldiler (10/08/2012). Artık bundan sonra, büyük piyasalara ulaşmak, çok satmak isteyenler, bu piyasalara giriş kapılarını tutan dev korporasyonları mali, ideolojik ve siyasi olarak tatmin etmek zorundalar.
Sanatçı, feodalin, sultanın, dini kurumların vesayetinden kurtularak özgürleşmeye başladığını düşünürken, 19. yüzyılın sonunda, yeni bir vesayet (piyasa) sistemiyle karşı karşıya kalmıştı. Günümüzde, mali krizi postmodern fantezileri dağıtmaya başlayınca, o zaman Kandinsky’nin “kara el” olarak nitelediği şey yeniden ama eskisinden çok daha güçlü, yaygın bir biçimde sanatçının karşısına dikildi: Ya metalar dünyasında geçerli, siyasi iktidarı destekleyen değerlere (sözde “halkın değerlerine”, “halkın anlayacağı”) uygun ürünler üretirsin ya da piyasaların kapılarını sana açmam! O zaman olduğu gibi bugün de egemen sınıfların organik entelektüeller, “halkın değerleri”, töre filan derken, derken aslında kendi değerlerini, “baba’nın yasasını” kastediyorlardı.
İşte Belafonte’nin Beyonce örneğiyle vurguladığı sorunun böyle bir evrensel boyutu var. Sanatçı bugün iki seçenekle karşı karşıya: Ya kapitalizmin mal satmak, oligarşinin yönetmek için dayandığı halkın “değerleri” denen şeye uyacak, belki o zaman piyasaların kapıları açılacak, cepleri dolacak ünlü olacak, arada sırada hayır kurumlarına yardım yaparak rahatlayacak, ama bu sırada zincirlerinden boşanmış kapitalizmin, emperyalizmin militarizmin ve sadaka toplumunun aracı olacak. Ya da “halkın değerlerine” ters düşmeyi göze alarak halkın ekonomik, demokratik çıkarlarını savunacak, özgürlük arzusunu dile getirecek, kapitalizme, emperyalizme ve militarizme karşı çıkacak.
Sanatçının siyasi partilere katılması, meydanlarda konuşması son derecede önemli ama sanatçının (sanatçı olduğundan) bu işlevini, esas olarak bu çizgiyi (duyarlığı) yansıtan ürünlerle yapması, buna uygun, “kara elin” denetiminden kaçabilen, kendini koruyabilen biçimleri bularak gerçekleştirmesi gerekiyor. “Kara ele” direnen, özgürlük ruhu sanatçıyı göreve çağırıyor. Belafonte de bu ruhun sözcülerinden biri.
Monday, August 06, 2012
'Resim' ve 'gerçek'
Geçen hafta Suriye’deki “duruma” ve geleceğine ilişkin medyada çizilen “resimlerin” son versiyonunu aktarmıştım. Hafta içinde, Suriyeli isyancıların cinayetlerine, BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın görevinden istifa ettiğine ilişkin haberler, bu “yeni resmi” destekliyordu: Diplomasi işlemiyor, bu isyancılara güven olmaz, müdahale kaçınılmaz oluyor!
Yine de, ben, “gösteri toplumunda” yaşadığımızı anımsayarak bu “resmi” en azından kuşkuyla karşılamaktan yanayım.
Bu bağlamda, bu hafta iki kaynağı aktarmak istiyorum: (1) Massachusetts Institute of Technology (MIT) Güvenlik Çalışmaları bölümünden, Brian T. Haggerty’nin hazırladığı, Suriye’de “havadan korunacak bir güvenlikli bölge” oluşturmanın risklerini, yapılabilirliğini araştıran ayrıntılı bir çalışma- Safe Havens in Syria: Missions and Requirements for an Air Campaign (Temmuz 2012); (2) ABD Senatosu Dışişleri Komisyonu’nda yapılan bir oturumda konuşulanlar.
‘Uygulanabilirliği yok’
Brian T. Haggerty’nin 70 sayfalık ayrıntılı araştırmasında, Kosova, Sırbistan ve Libya deneyimlerinden hareketle NATO güçlerinin Suriye’de, havadan korunacak güvenlikli üç bölge (Humus, Hama, İdlib) oluşturabilmesinin olanakları araştırılıyor.
Haggerty, Kosova, Sırbistan, Libya deneyimlerini irdeleyerek başlıyor (“Müdahale modelleri” sf.12). Sonra Humus senaryosunu tartışıyor (s.17). Araştırma, hava harekâtının bileşenleri bölümüyle, Suriye ordusunun hava savunma kapasitesinin, yerden havaya, havadan havaya füze sistemlerinin, stratejik (uzun menzilli) füze sistemlerinin kapasitelerini gözden geçirerek devam ediyor (s.22).
Haggerty, Suriye’nin hava savunma kapasitesine ilişkin bir resim oluşturduktan sonra, önce bunu etkisiz hale getirmek, hava üstünlüğü kurmak, sonra da güvenlikli bölgeyi havadan koruyabilmek için gereken, 24 saat boyunca gerekecek “sorti” ve uçak sayısını hesaplamaya başlıyor (s.33). Yazar, Suriye’nin topçu ateşi (zırhlı birlikler), kara kuvvetleri, güvenlik ve istihbarat kapasitelerini de tartışıyor (46-50). Bu tartışmaları hava ve arazi koşullarının irdelenmesi izliyor. Yazar bu arka plan üzerinde güvenlikli bölgeyi korumanın teknik sorunlarına geçiyor (55-64). Nihayet araştırma sonuç bölümüyle bitiyor.
Yazarın bulgularına göre, Suriye ordusunun hava kuvvetleri yetersiz, uçakları eski model. Ancak modern, çeşitli füzeleri içeren zengin bir hava savunma sistemi var. Güvenlikli bir bölgeyi havadan koruyacak güçlerin karşılaşacakları sorunların başında da, etkisiz hale getirilmesi gereken çok sayıda, hareketli platformlardan atılan SAM tipi füzeler geliyor. Bu platformları havadan görmek çok zor, aktif hale geldiklerinde imha etmek için istihbarat sağlayacak, hedefi gösterecek personel ve sistemlerin sahaya inmiş olması gerekiyor.
Yazarın dikkat çektiği ikinci önemli konu da, hava üstünlüğü kurulsa bile, Suriye’nin kara güçlerinin, hafif silahlarla güvenlikli bölgeye sızmalarını önlemenin zorlukları, isyancıların Suriye ordusu karşısında direnme kapasitesinin düşüklüğü. Güvenlikli bölgede de personel ve güç bulundurmak gerekiyor.
Araştırma, NATO önderliğinde Suriye’de havadan korunacak güvenlikli bir bölge oluşturmanın büyük çaplı, kapsamlı bir harekât gerektireceği sonucuna ulaşıyor. Yazar, bu harekâtın karşılaşacağı riskler de göz önüne alındığında, “düşük riskli havadan insani müdahale senaryosunun” Suriye’de uygulanabilirliğinin olmadığını savunuyor.
Önden başkası gitsin
ABD Senatosu Dışişleri Komisyonu’nun 1 Ağustos’ta toplanan “Next Step in Syria” (Suriye’de bir sonraki adım) başlıklı oturumunda Martin Indyk (CIA Entelijans Konseyi’nin eski bakanı, Brookings Institute Başkan Yardımcısı ve Dış Politika Programı Direktörü), James Dubbins (Rand Corporation) ve Andrew J. Tabler (Washington Institute for the Near East) birer sunuş yaptılar ve sorulara cevap verdiler.
Her üç uzmanın konuşmalarındaki kimi farklara karşın aşağıdaki konularda hemfikir oldukları söylenebilir:
Suriye’de bir insani kriz derinleşiyor. Eğer bu iç savaş en kısa sürede sonuçlanamazsa, çevre ülkeleri de etkilemeye başlayarak kaosa yol açabilir. Ne yazık ki durum iyileşmeye başlamadan önce daha da kötüleşecek. Suriye muhalefeti, çok parçalı; liderleri var ama başsız. Bu muhalefetin siyasi, ideolojik şekillenmesi, uzun dönemli planları henüz tam olarak bilinmiyor. Ama içinde ABD’den hoşlanmayan, hatta düşman kesimler var. Irak ve başka ülkelerden gelen militanlar sayesinde El Kaide’nin kadro sayısı geçen aylarda ikiye katlandı, etkinliği artmaya devam ediyor.
Suriye’nin 300 bin kişilik düzenli, birkaç yüz bin kişilik ‘milis’ güçlerinden oluşan güçlü bir kara ordusu, modern bir hava savunma sistemi ve kimyasal silahları var. Kimyasal silahları yabancı güçlere (Irak’tan ve başka yerlerden gelen Ek Kaide yabancı güç sayılır mı - EY) karşı kullanabileceğini söylüyor. Bu ABD’nin doğrudan askeri müdahale konusunda isteksiz olmasına yol açıyor. Bu orduda henüz parçalanma belirtileri yok. İsyancılar tarafına geçenlerin hepsi Sünnilerden oluşuyor. Azınlıklardan rejimi terk eden henüz olmadı. Bu ordu, isyancıları her karşılaşmada geriletiyor, ancak geri kazandığı alanları temizleyip elinde tutamıyor. Tony Karon da Time’daki, “Syrian Paradox” başlıklı yorumunda, rejimin ülkeyi yönetme kapasitesi azaldıkça, giderek daha güçlü ve kararlı bir milis gücüne dönüşmekte olduğuna dikkat çekiyordu (02/08).
ABD’nin bu muhalefeti daha iyi tanıması, birleşmesine yardımcı olması, Esad rejimi düştükten sonraki duruma hâkim olabilmesi için bu muhalefetle birlikte, onun yanında çalışması gerekiyor. Bu bağlamda bir tampon bölgenin, havadan korunacak güvenlikli bölge kurmanın zamanı geliyor. Ancak ABD bu bölgeyi kurma ve koruma işinde Türkiye, Suudi Arabistan gibi güçlerin önüne geçmemeli. Libya’da nasıl Fransa ve İngiltere başı çektiyse, burada da bu iki ülke başı çekmeli. Bunun için BM kararı, NATO desteği gerekebilir. Ancak BM onayı mutlaka gerekli değil. NATO inisiyatifi yeterli olabilir.
Yukarda aktardığım iki kaynaktan ben şu sonuçları çıkarıyorum: ABD Suriye, hava savunma sistemiyle karşılaşmak istemiyor (TC uçağının hâlâ belirlenemeyen -niye oradaydı, nasıl düştü- öyküsü bu konuyla ilgili olabilir). Daha doğrusu, sahadaki özel güçler, bu hareketli platformları işaretleyecek düzeye gelene kadar karşılaşmak istemiyor. Bu sırada, “VI. Kuşak Savaşlar” alanında uzman personeli, isyancıların yanında devreye sokmaya, isyancılara yeni silahlar aktarmaya devam etmek istiyor. ABD bunları yaparken, tampon bölge / “korunaklı” (nasıl korunacaksa) alan oluşturma bağlamında Suriye ordusuyla karşılama, onu test etme ve yumuşatma, işini Türkiye’ye (hamallığı ve “kıyma makinesinin” içine atlama kısmını- “beysbol sopasını” resmin burasına mı eklesek?) ve Suudi Arabistan’a (finansal teknolojik destek kısmını) bırakıyor. Şöyle ya da böyle, en derin yerde yüzmeye çalışmak, hem de onu bu derinliğe atan bu hükümetle, Türkiye’ye kalıyor.
Yine de, ben, “gösteri toplumunda” yaşadığımızı anımsayarak bu “resmi” en azından kuşkuyla karşılamaktan yanayım.
Bu bağlamda, bu hafta iki kaynağı aktarmak istiyorum: (1) Massachusetts Institute of Technology (MIT) Güvenlik Çalışmaları bölümünden, Brian T. Haggerty’nin hazırladığı, Suriye’de “havadan korunacak bir güvenlikli bölge” oluşturmanın risklerini, yapılabilirliğini araştıran ayrıntılı bir çalışma- Safe Havens in Syria: Missions and Requirements for an Air Campaign (Temmuz 2012); (2) ABD Senatosu Dışişleri Komisyonu’nda yapılan bir oturumda konuşulanlar.
‘Uygulanabilirliği yok’
Brian T. Haggerty’nin 70 sayfalık ayrıntılı araştırmasında, Kosova, Sırbistan ve Libya deneyimlerinden hareketle NATO güçlerinin Suriye’de, havadan korunacak güvenlikli üç bölge (Humus, Hama, İdlib) oluşturabilmesinin olanakları araştırılıyor.
Haggerty, Kosova, Sırbistan, Libya deneyimlerini irdeleyerek başlıyor (“Müdahale modelleri” sf.12). Sonra Humus senaryosunu tartışıyor (s.17). Araştırma, hava harekâtının bileşenleri bölümüyle, Suriye ordusunun hava savunma kapasitesinin, yerden havaya, havadan havaya füze sistemlerinin, stratejik (uzun menzilli) füze sistemlerinin kapasitelerini gözden geçirerek devam ediyor (s.22).
Haggerty, Suriye’nin hava savunma kapasitesine ilişkin bir resim oluşturduktan sonra, önce bunu etkisiz hale getirmek, hava üstünlüğü kurmak, sonra da güvenlikli bölgeyi havadan koruyabilmek için gereken, 24 saat boyunca gerekecek “sorti” ve uçak sayısını hesaplamaya başlıyor (s.33). Yazar, Suriye’nin topçu ateşi (zırhlı birlikler), kara kuvvetleri, güvenlik ve istihbarat kapasitelerini de tartışıyor (46-50). Bu tartışmaları hava ve arazi koşullarının irdelenmesi izliyor. Yazar bu arka plan üzerinde güvenlikli bölgeyi korumanın teknik sorunlarına geçiyor (55-64). Nihayet araştırma sonuç bölümüyle bitiyor.
Yazarın bulgularına göre, Suriye ordusunun hava kuvvetleri yetersiz, uçakları eski model. Ancak modern, çeşitli füzeleri içeren zengin bir hava savunma sistemi var. Güvenlikli bir bölgeyi havadan koruyacak güçlerin karşılaşacakları sorunların başında da, etkisiz hale getirilmesi gereken çok sayıda, hareketli platformlardan atılan SAM tipi füzeler geliyor. Bu platformları havadan görmek çok zor, aktif hale geldiklerinde imha etmek için istihbarat sağlayacak, hedefi gösterecek personel ve sistemlerin sahaya inmiş olması gerekiyor.
Yazarın dikkat çektiği ikinci önemli konu da, hava üstünlüğü kurulsa bile, Suriye’nin kara güçlerinin, hafif silahlarla güvenlikli bölgeye sızmalarını önlemenin zorlukları, isyancıların Suriye ordusu karşısında direnme kapasitesinin düşüklüğü. Güvenlikli bölgede de personel ve güç bulundurmak gerekiyor.
Araştırma, NATO önderliğinde Suriye’de havadan korunacak güvenlikli bir bölge oluşturmanın büyük çaplı, kapsamlı bir harekât gerektireceği sonucuna ulaşıyor. Yazar, bu harekâtın karşılaşacağı riskler de göz önüne alındığında, “düşük riskli havadan insani müdahale senaryosunun” Suriye’de uygulanabilirliğinin olmadığını savunuyor.
Önden başkası gitsin
ABD Senatosu Dışişleri Komisyonu’nun 1 Ağustos’ta toplanan “Next Step in Syria” (Suriye’de bir sonraki adım) başlıklı oturumunda Martin Indyk (CIA Entelijans Konseyi’nin eski bakanı, Brookings Institute Başkan Yardımcısı ve Dış Politika Programı Direktörü), James Dubbins (Rand Corporation) ve Andrew J. Tabler (Washington Institute for the Near East) birer sunuş yaptılar ve sorulara cevap verdiler.
Her üç uzmanın konuşmalarındaki kimi farklara karşın aşağıdaki konularda hemfikir oldukları söylenebilir:
Suriye’de bir insani kriz derinleşiyor. Eğer bu iç savaş en kısa sürede sonuçlanamazsa, çevre ülkeleri de etkilemeye başlayarak kaosa yol açabilir. Ne yazık ki durum iyileşmeye başlamadan önce daha da kötüleşecek. Suriye muhalefeti, çok parçalı; liderleri var ama başsız. Bu muhalefetin siyasi, ideolojik şekillenmesi, uzun dönemli planları henüz tam olarak bilinmiyor. Ama içinde ABD’den hoşlanmayan, hatta düşman kesimler var. Irak ve başka ülkelerden gelen militanlar sayesinde El Kaide’nin kadro sayısı geçen aylarda ikiye katlandı, etkinliği artmaya devam ediyor.
Suriye’nin 300 bin kişilik düzenli, birkaç yüz bin kişilik ‘milis’ güçlerinden oluşan güçlü bir kara ordusu, modern bir hava savunma sistemi ve kimyasal silahları var. Kimyasal silahları yabancı güçlere (Irak’tan ve başka yerlerden gelen Ek Kaide yabancı güç sayılır mı - EY) karşı kullanabileceğini söylüyor. Bu ABD’nin doğrudan askeri müdahale konusunda isteksiz olmasına yol açıyor. Bu orduda henüz parçalanma belirtileri yok. İsyancılar tarafına geçenlerin hepsi Sünnilerden oluşuyor. Azınlıklardan rejimi terk eden henüz olmadı. Bu ordu, isyancıları her karşılaşmada geriletiyor, ancak geri kazandığı alanları temizleyip elinde tutamıyor. Tony Karon da Time’daki, “Syrian Paradox” başlıklı yorumunda, rejimin ülkeyi yönetme kapasitesi azaldıkça, giderek daha güçlü ve kararlı bir milis gücüne dönüşmekte olduğuna dikkat çekiyordu (02/08).
ABD’nin bu muhalefeti daha iyi tanıması, birleşmesine yardımcı olması, Esad rejimi düştükten sonraki duruma hâkim olabilmesi için bu muhalefetle birlikte, onun yanında çalışması gerekiyor. Bu bağlamda bir tampon bölgenin, havadan korunacak güvenlikli bölge kurmanın zamanı geliyor. Ancak ABD bu bölgeyi kurma ve koruma işinde Türkiye, Suudi Arabistan gibi güçlerin önüne geçmemeli. Libya’da nasıl Fransa ve İngiltere başı çektiyse, burada da bu iki ülke başı çekmeli. Bunun için BM kararı, NATO desteği gerekebilir. Ancak BM onayı mutlaka gerekli değil. NATO inisiyatifi yeterli olabilir.
Yukarda aktardığım iki kaynaktan ben şu sonuçları çıkarıyorum: ABD Suriye, hava savunma sistemiyle karşılaşmak istemiyor (TC uçağının hâlâ belirlenemeyen -niye oradaydı, nasıl düştü- öyküsü bu konuyla ilgili olabilir). Daha doğrusu, sahadaki özel güçler, bu hareketli platformları işaretleyecek düzeye gelene kadar karşılaşmak istemiyor. Bu sırada, “VI. Kuşak Savaşlar” alanında uzman personeli, isyancıların yanında devreye sokmaya, isyancılara yeni silahlar aktarmaya devam etmek istiyor. ABD bunları yaparken, tampon bölge / “korunaklı” (nasıl korunacaksa) alan oluşturma bağlamında Suriye ordusuyla karşılama, onu test etme ve yumuşatma, işini Türkiye’ye (hamallığı ve “kıyma makinesinin” içine atlama kısmını- “beysbol sopasını” resmin burasına mı eklesek?) ve Suudi Arabistan’a (finansal teknolojik destek kısmını) bırakıyor. Şöyle ya da böyle, en derin yerde yüzmeye çalışmak, hem de onu bu derinliğe atan bu hükümetle, Türkiye’ye kalıyor.
Subscribe to:
Posts (Atom)