Dünya
ekonomisinden olumsuz veriler gelmeye devam ederken Avrupa’nın Güney
ülkelerinde yaz rehaveti bitti, sokaklar, meydanlar yeniden protesto
gösterileriyle, genel grevlerle, polisle çatışan kalabalıklarla doldu.
AB’nin Kuzey (zengin)
ülkelerinin de krizinin yükünü paylaşmaya hala niyetli olmadığı görülüyor. Bu da,
piyasa ekonomistlerinin bir türlü anlamadığı, ama AB projesine içkin olan bir
“paradoksu” bir kez daha gözler önüne seriyor.
Piyasalar yine sallandı
Çarşamba günü Reuters’den Pedro da Costa, Philadelphia Merkez Bankası’nın yayımladığı, kimi
zaman gözden kaçan ama, önemli bir indekse dikkat çekti. Kamu sektörü istihdam ve ücret düzeyini izleyen bu indeks Mayıs’ta
80’den, Ağustos’ta 24’e düşmüş. Bu
indeksin, geçmişte yaşanan en az beş resesyonda, resesyona ilişkin resmi
açıklamalardan üç ay önce 41 düzeyine
düşmüş olduğu görülüyor. RBC Capital’dan
ekonomist Top Purcell, “bugün bu düzeyi
kesinlikle geçmiş bulunuyoruz” diyerek. ABD ekonomisinin “bir yavaşlamanın ötesinde resesyona düşüyor
olmasından korktuğunu” söylüyormuş.
Cuma günü Bloomberg, ekonomik büyüme hızlarının
Japonya ve Güney Kore’de düşmeye devam ettiğini aktarıyordu. Bu iki ülkede
sanayi üretimi büyüme hızı beklenenin çok altında kalmış. Moody’s, J.P Morgan, Barclays Securities, BNP Paribas, Japon
ekonomisinin üçüncü üç aylık dönemde negatif büyüme (resesyon) bekliyorlar.
Japonya Maliye Bakanı Jun Azumi, ihracat ortamının çok istikrarsız olduğunu
vurgularken, Toyota. Nissan ve Honda’nın Çin’deki üretimlerinin
düşmekte olduğu görülüyor.
Bloomberg, Asya ülkelerinde üretim ve ihracatın, Çin ve
Avrupa’daki ekonomik yavaşlamanın etkisiyle düşmeye başladığına, Japonya ile
Çin arasında yaşanan gerginliğin de bu güvensizlik ortamını güçlendirdiğine
dikkat çekiyor.
Bu koşullarda
piyasaların geçen hafta, AB’de yeniden başlayan toplumsal hareketlerin de
etkisiyle sarsılması olağandı. Çarşamba günü, FT, S&P 500, FT EURO 300, Nikkei, gibi borsaların indekslerinde
ani, sert düşüşler yaşandı. Haftanın ikinci yarısındaki göreli bir toparlanmaya
karşın indeksler hafta başındaki düzeylerinin gerisinde kaldılar.
“Halkın gücü”
Bir Financial Times yorumuna göre “Halkın gücü kemer sıkmaya karşı yükselen
gürültüyü güçlendiriyor”. Financial
Times’ın, İspanya’da yaşananlarla, Katalonya’daki ayrılıkçı hareketin
etkileri bağlamına yaptığı bu saptama aslında, tüm AB “periferisi” için
geçerli. Yalnızca İspanya’da değil, Yunanistan ve İtalya’da halk sokaklardaydı
geçen hafta.
İspanya’da işsizlik
oranı yüzde 25’in üzerinde, Merkez Bankası’nın açıklamasına göre resesyon hızla
derinleşiyor, İspanya borçlanma oranı yeniden yüzde 6’nın üzerine çıktı. Ancak,
İspanya hükümetini bu verilerden yalnızca sonuncusu, mali piyasaların yargısı ilgilendiriyor. Bu yüzden hükümet 2013 bütçesiyle birlikte, yeni kesintilere
gideceğini açıkladı. Bunların resesyonu daha da derinleştireceği, işsizliği
daha da arttıracağı kesin. Hükümetin, kendilerini değil, yalnızca piyasaların
sesini dinlemeye kararlı olduğunu gören halk da geçen hafta sokaklara döküldü.
Madrid’de protestocular parlamentoya yürümeye, parlamentoyu işgal etmeye kalktı.
Polis göstericileri, ancak plastik mermi, göz yaşartıcı gaz, cop kullanarak çok
sayıda yaralı ve tutuklama pahasına durdurabildi.
Yunanistan
hükümeti de yeni kesintilere gitmeye hazırlandığını açıklayınca bir genel
grevle karşılaştı. Kamu ve özel sektör
işçileri birlikte iş bırakarak sokakları doldurdular. Sintagma meydanında
Polisle göstericiler arasında sert çatışmalar yaşandı. Cuma günü sıra İtalyan
işçi sınıfındaydı. Ülkenin en büyük iki konfederasyonu Roma’da büyük bir
protesto gösterisi düzenlediler. Güney İtalya’da ILVA demir çelik kompleksinde
de işçiler polisle çatışıyordu.
Ancak, ekonomik
krizde, İspanya’da Katalonya ayrılık hareketi ve Yunanistan’da Altın Şafak partisindeki gibi, milliyetçi
hatta faşist akımlar da güçlenebiliyor.
İspanya’nın zengin
bölgesi, Katalan’da kapitalist sınıflar, bir taraftan merkezi hükümetten ek
fonlar istiyorlar, diğer taraftan “ödediğimiz vergilerin karşılığını alamıyoruz”
iddialarıyla ayrılıkçılığı kışkırtıyorlar. Financial
Times’a konuşan bir Katalonya’lı üniversite öğrencisinin dikkat çektiği
gibi “bunlar, Franco zamanında zenginleşen
aileler. Franco öldüğünden bu yana kimlik
siyaseti üzerinden para kazanıyor siyaset yapıyorlar”.
Yunanistan’da da ırkçı, milliyetçi-otoriter bir söylemi pervasızca yükselten, yabancılara karşı şiddet olayları düzenleyen, Hitler hayranı Altın Şafak partisinin toplumsal desteği artıyor. The Times’ın aktardığına göre geçen seçimlerde oyların yüzde 8.8’ini alan bu faşist partinin toplumsal desteği, son kamu oyu yoklamalarında yüzde 12’ye yükselmiş.
AB’nin temelindeki paradoks
AB’nin bir türlü
sonu gelmeyen krizine ilişkin çeşitli önerilerin arasında sorunun temeline
inmeye çalışan seslere de rastlanıyor. Bunlardan, Berkley’de Prof. Bradford DeLong (Project Syndicat 27/09/2012), Princetondan Andrew Moravcsik (Foreign
Affaires May/june) çok haklı olarak, AB üyesi ülkeler arasındaki yapısal (örneğin, rekabet düzeyi) farkları krizin temelindeki en önemli
etken olarak saptıyorlar.
Moravcsik, “Avro bu farkların zaman içinde ortadan
kalkacağına ilişkin bir varsayımla, adeta kumar oynayarak başladı, ama
beklenenler gerçekleşmedi diyor”. Moravcsik, Maastricht anlaşmasından bu yana
sürecin her aşamada Alman ekonomisinin gereksinimlerine göre şekillendiğine
dikkat çekiyor. Neticede, Ne çevre
ülkelerin ekonomileri Almanya’nınkine benzedi ne de Almanya’nın tüketim eğilimi
çevre ülkelerininkine...
DeLong, Kuzey Avrupa’ya “beş yıl için yüzde iki ek enflasyon, daha yaygın toplumsal demokrasi
ve refah devleti”, Güney Avrupa’ya da “daha
düşük vergi oranları ve sosyal hizmetleri radikal kesintiler, işletmeleri
rekabet gücünü arttıracak biçimde yeniden yapılandırma” bir anlamda Kuzey
ve Güney arasında daha ileri bir ekonomik yakınsama (konverjans) öneriyor.
Gerçekten de dün AB
projesinin başarıyla tamamlanması, bu gün de krizden çıkabilmesi için üye
ülkelerin ekonomileri arasında giderek daha ileri bir yakınsamanın
gerçekleşmesinin gerektiği varsayılıyordu.
Bugün Alman
bankalarının sorunlu ülkelerden, örneğin İspanya’dan 140 milyar dolara varan
alacaklarını, bu kredilerin zamanında tüketimi, Almanya’dan ithalatı finanse
ettiğini, bankalara kar sağladığını anımsarsak ; “yakınsama”nın Alman
ekonomisinin rekabet üstünlüğünü kaybetmesi
anlamına geleceğini görürsek, “paradoksu” da görebiliriz. AB sürecinin
tamamlanması “yakınsama” gerekiyor. Ama projenin merkez ülkelerinde örneğin
Almanya’da sermayesinin çıkarları, fazla sermayenin ve üretimim buralara
gönderilebilmesi (ihracat, finansal kredi yoluyla), buraların pazar olarak
kullanılabilmesi açısından, ülkelerin ekonomileri arasındaki rekabet gücü farklılıkların korunmasını
gerekli kılıyor. Gel de çık işin içinden.
No comments:
Post a Comment