ABD başkanlık seçimleri bitti. Bir medya karnavalı, 6.5 milyar dolar sonra yine, Obama başkan, Kongre Demokratların, Meclis Cumhuriyetçilerin... Obama “Biz bir Amerikan ailesiyiz diyor”
ama, önceki üç seçimde olduğu gibi yine sonuçlar yüzde 49/51 gibi
seçmenin tam ortadan bölünmüş olduğunu gösteriyor. Bir süredir, geçim
sıkıntısı, sert geçimsizlik yaşayan, parçalanma eğilimleri sergileyen
bir aile bu.
Bu ortamda iktidardaki başkanın ufak bir oy kaymasıyla
seçimleri kaybetmesi beklenirdi. Cumhuriyetçi Parti taraftarlarının da
kamuoyu yoklamaları Obama’nın kıl payı da olsa önde gittiğini göstermesine karşın kendi adaylarının kazanacağına inançları tamdı. Şimdi Cumhuriyetçi parti içinde bir hezimet duygusuna, suçlu arama çabasına bağlı olarak bir “iç savaş” ortamı oluşmuş.
‘Beyaz köktendinci erkeklerin’ partisi
Cumhuriyetçilerin önemli bir kısmı, adaylarının yeterince muhafazakâr olmadığı için kaybetmiş olduğunu düşünmeye devam ededursunlar, daha mantıklı yorumcular, Obama’nın bu kadar olumsuz koşullarda yeniden kazanmış olmasını ABD toplumunun demografik koşullarına, siyahlardan, göçmenlerden, kadınlardan ve gençlerden oluşan kalıcı bir blok inşa etmeyi başarmasına, Cumhuriyetçilerin adeta yalnızca “beyaz köktendinci erkeklere” ait bir partiye dönüşmeye başlamasına bağlıyorlar.
Güney Carolina’nın Cumhuriyetçi senatörlerinden Lindsey Graham, “Ne yani Afrika kökenli Amerikalıların yüzde 95’inin, Latin Amerika kökenlilerin yüzde 70’inin, 30 yaş altındakilerin oyunu yeterince radikal sağcı olmadığımız için mi alamadık?” diye soruyor. Yalnızca “Latino” (Latin Amerika kökenli) seçmenin değil, Asya kökenli seçmenin, Müslüman seçmenin neredeyse tamamı Demokrat Parti’ye oy veriyor. Buna karşılık, Obama’nın beyaz seçmenden aldığı oy 2008’de yüzde 43’ken bu yıl yüzde 40’a
gerilemiş. Kadınlar da Cumhuriyetçilere, özellikle kürtaj ve tecavüz
açıklamalarından sonra sırtlarını çevirmiş görünüyorlar. Obama,
seçimlerde Romney’ye evli olmayan kadın seçmende yüzde 38, evli kadınlarda yüzde 12 fark atmış.
Bu oy dağılımı bir Cumhuriyetçi analistin deyimiyle “yükselenlerin koalisyonunu” bir başka açıdan da özel bir demografik eğilimi temsil ediyor. Sonuçlar, Demokratların güneybatı eyaletlerini “Latino”,
işsizliğin yoksulluğun en sert yaşandığı kuzeybatı eyaletlerini de
siyahların oylarıyla kazandıklarını gösteriyor. Kısacası bu “demografik trend” aynı zamanda güçlü bir sınıfsal boyuta sahip.
Ancak, tartışmalarda, medyada, bu “yükselen koalisyonun” sınıfsal
boyutu arka plana itilerek, ırk ve kültür boyutu öne çıkarılıyor.
Böylece Cumhuriyetçi partiye oy veren beyaz işçi sınıfı, yoksul beyaz
orta sınıf, daha öfkeli, daha radikal temsilci arıyor, adeta histeri
krizlerine giriyor (ısrarla aynı şeyi daha
fazla yapmaya devam ederek başka sonuç almayı ummak). Böylece belki
çalışanların, ırk temelinde bölündüklerinden krizde “plütokrasi”nin (yüzde 1’in) krizi yönetme politikalarına direniş potansiyelleri kırılıyor, ama Cumhuriyetçi Parti’nin
de bu duruma uyum sağlamasının koşulları hızla ortadan kalkıyor. Bu
parti, daha sağda daha saldırgan, faşizan bir parti olmaya doğru
itiliyor.
Yine Huntington...
Bu “beyaz erkek” anksiyetesinin, hatta histeri krizinin arkasına bakınca yine karşımıza Samuel Huntington çıkıyor.
Huntington, “uygarlıklar çatışması” teziyle, “merkez-çevre”, “emperyalizm-bağımlı ülke” ikileminin üzerini çizmeyi, bu çelişkiyi görünmez kılmayı başarmıştı. Ortadoğu’daki liberal entelijensiya, Müslüman seçkinler de kendilerine kimlik bulduklarını sanarak, ama hâlâ “öteki”nin ürettiği kültürel kodlarla tanımlandıklarının ayırdına varamadan Huntington’un (“öteki uygarlıktan” birinin) savının üzerine atlayarak “yararlı salaklar” işlevini gönüllü olarak üstlenmişlerdi.
Huntington uygarlıklar savaşının arkasındaki mantığı ABD’ye de taşımış (“Hispanic Challenge”, Foreign Policy,
01/03/2004). Diyor ki, ABD 17 ve 18. yüzyıllarda beyaz, Anglosakson,
Protestan temelde kuruldu, daha sonra 19. yüzyılda gelen göçmenleri de
entegre edebilmek için Amerika yeniden, bu kez bir “itikat” (“Yeni Kudüs”, “Tepenin Üstündeki Kent”, “Çok Özgün Ülke” gibi) olarak tanımlandı. Siyahlar da 1960’ların sonunda bu yapıya, sivil halklar hareketiyle ama bu “itikat” temelinde
entegre edildiler. Huntington, eğer Amerika beyaz Protestan ve
Anglosakson olarak kurulmasaydı Amerika olmazdı; başka bir ülke, Quebec,
Meksika, Brezilya (“özel” olmayan bir ülke) olurdu diyor.
Huntington’a göre, 20. yüzyılın son yıllarından başlamak üzere, Latin Amerika’dan, özellikle Meksika’dan gelenler şimdi bu yapıya bir tehdit oluşturuyorlar. Bu tehdidin arkasındaki nedenlerden özellikle üçü önemli.
Birincisi, bu göçmenler, daha öncekiler gibi deniz ötesi bir yerden değil, sınır komşusundan geliyorlar. Bu gelenler, ABD’nin,
Teksas gibi kimi topraklarının daha bir yüzyıl önce kendilerine ait
olduğunu düşünerek bu topraklara, üzerinde hak iddia ederek
yerleşiyorlar. İkincisi, bu gelenler, belli bölgelerde yoğunlaşıyor,
entegre olmuyor, kendi dil ve kültürlerini koruyorlar. Bu bölgelerin bu
iki dilli, iki kültürlü özelliği yerel yönetimlere de yansıyor, devletin
dil ve kültür bütünlüğünü bozmaya başlıyor. Nihayet, bu gelenlerin
nüfusu salt göçlerden değil, yüksek doğum oranlarından da hızla artıyor.
Örneğin, seçmen listesine her yıl 50 bin yeni “Latino” ekleniyor.
Bu zeminde, Huntington “Amerika tek ulusal dilli, çekirdeğinde Anglo-Protestan kültürü olan bir ülke olarak kalmaya devam edecek mi etmeyecek mi” diye soruyor. Huntington, konuya ilişkin tartışmalara kısaca değindikten sonra, “Genel bir ‘Amerikan Rüyası’ yok, yalnızca Anglo-Protestan toplumun yarattığı bir ‘Amerikan Rüyası’ var. Meksikalı Amerikalılar bu rüyayı ancak, rüyalarını İngilizce görecek olurlarsa paylaşacaklar” saptamasıyla, Cumhuriyetçi Parti’nin sağ kanadının, bu seçimleri kaybetmesine neden olan ısrarın altını çizerek bitiriyor.
Sorun şu ki, Cumhuriyetçiler bu gelişmelere ayak uyduran bir
dönüşüm geçirmezlerse, yalnızca seçimleri değil, partilerini kaybetmek
durumunda kalacaklar. Ya da ekonomik kriz içinde sınıf çelişkileri
keskinleştikçe, bu histerili kafa onları, Anglo -Protestan-beyaz
üstünlüğüne dayalı faşist akımlara yem edecek. Dahası, tarihsel durumu,
içinden geçerek ileri doğru aşmak yerine, geri çevirme, başa dönme çabası Amerikan toplumunun dokusunun çözülmesini gündeme getirebilecek.
No comments:
Post a Comment