Tunus’tan Suriye’ye ‘Arap Dünyası’
Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Osmanlı topraklarına kadar uzanan bölgede aynı dini ve dili (dolayısıyla kültürü) paylaşan bir halk, uluslaşma süreci yarıda kesilerek emperyalist devletler tarafından yapay sınırlarla bölünerek parçalandı ve sömürgeleştirildi.
Yirminci yüzyıl boyunca önce İngiliz, sonra ABD hegemonyasının bu bölgedeki en büyük kaygısı Arap ulusalcılığının gelişerek bölgeyi bağımsızlaştırmasıydı. Çoğu zaman bu kaygı komünizm korkusunun bile önüne geçti. Ama her iki durumda da emperyalist güçler, gerek Marksistlere gerekse de laik ulusalcı hareketlere karşı köktendinci hareketlere dayanarak mücadele ettiler.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde bir seri ekonomik, siyasi ve kültürel gelişmenin de etkisiyle neredeyse tarihin bir“ironisi” olarak niteleyebileceğimiz bir durum şekillenmeye başladı. Kapitalizm yaklaşık otuz yıllık bir aradan sonra 1970’lerde yeni bir yapısal krize girdi. Bu kriz içinde geliştirilen kriz yönetme modelleri (örneğin neoliberalizm) Ortadoğu’da, sömürgecilik sonrası kurulan kalkınmacı ama bağımlı devletleri destekleyen toplumsal mutabakatı ve devletleri yöneten seçkinlerin meşruiyetini giderek yıktı. Devletle halk arasında bir ideolojik boşluk oluştu. Bu boşluğu, İran devriminin ve Afganistan’da komünizme karşı dinci ideolojilerle, bir cihat ruhuyla savaşmış olmanın getirdiği özgüvenle güçlenen siyasal İslam hareketi doldurmaya başladı. Bu sırada dünya sisteminin egemen (emperyalist - oryantalist) kültürü de“uygarlıklar çatışması” savı bağlamında bu bölgeye yönelik bütünleştirici bir söylemi benimsemeye başlamıştı. Burada bir ironiye daha işaret edebiliriz sanırım. Esas olarak emperyal, tanımlayıcı, tabi kılıcı amaca sahip bu söylem, bölgedeki İslamcı ve Batı karşıtı algıya teorik ve meşrulaştırıcı bir araç sundu. Bu sırada, kriz içinde gelişmeye başlayan yeni teknolojik devrim, Arapça konuşan bölgenin bu iletişim ağları üzerinde bütünleşmesine, yeni ve giderek homojenleşen bir kültürel düzlemin oluşmasına yol açıyordu. Diğer taraftan, egemen kapitalizmin, tüketimi körüklemeye çabalarken geliştirdiği, hazlara odaklanmış nihilist kültürünün görüntüleriyle karşılaşan bölge halkı, kimliği sarsıldıkça, korunmak için geleneksel dinci öğelere sarılmaya yöneliyor, Batı kültürüne karşı bir tiksinti geliştiriyordu.
Kısaca, kabaca özetlemeye çalıştığım bu süreç içinde, ironi şuradaydı: Hegemonik güçlerin istediği olur, modernist (laik, yüzü Batı’ya dönük) Arap ulusalcılığı hızla geriler ve önemsizleşirken bir “Arap Dünyası” ruhu gelişiyor ve dinci duyarlılıklarla karışıyor, Batı karşıtı bir siyasi akım şekilleniyordu. Hemen hepsi emperyalizmle işbirliği içinde olan seçkinlerin idaresindeki otoriter rejimlerle yönetilen bölge ülkelerinin bir diğer ortak özelliği de eğitimli ama yoksul, gelecek beklentisini yitirmiş büyük bir gençlik nüfusunun varlığıydı. Tunus’ta gençlik isyanı olarak başladıktan sonra hızla tüm bölge gençliğinin ilgi odağı, hatta arzu nesnesi haline gelen devrimci refleks bu “Arap dünyası” olgusunun ulaştığı düzeyi de gösteriyor. “Yeni Ortadoğu”nun en önemli özelliği bence, Batı’ya, ABD hegemonyasına ve onun bölgedeki işbirlikçilerine karşı şekillenen bu “Arap dünyası” olgusudur.
‘Kusursuz fırtına’
Cumartesi günü gazeteler, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, Münih güvenlik zirvesinde “Ortadoğu bir‘kusursuz fırtına’ ile yüz yüzedir” dediğini aktarıyordu. Clinton bölge liderlerinden “toplumsal karışıklıkları yatıştıracak reformları en kısa sürede uygulamaya koymalarını” istemiş.
Clinton haklı. Bir taraftan “ABD karşıtı genç ve öfkeli bir Arap dünyası” şekilleniyor, diğer taraftan bölgenin jeopolitik dengeleri ABD ve İsrail aleyhine değişiyor.
ABD’nin Irak fiyaskosu, bölgede İran’ın ağırlığını arttırdı. Radikal İslam’ı dengelemek için öne sürülen ve desteklenen “Ilımlı İslam” fantezisinin de genel olarak bölgede, özel olarak da Türkiye’de siyasal İslamın manevra alanını genişlettiğini, etkisinin artmasına neden olduğunu gördük. Buna İran’ı dengelemek amacıyla Türkiye’nin dış politika inisiyatiflerinin, “stratejik derinlik”hevesinin desteklenmesini de ekleyebiliriz. Türkiye dış politikası İran’ı dengelemenin ötesine geçerek “Müslüman Dünya”nın liderliğine oynama hayaline dönüşürken İsrail ile ilişkileri de bu hayalin gereği hızla bozuldu. Mısır’a gelince ABD ve İsrail’in Filistin konusunda, bölgedeki en yakın “adamı” ve rejimi, şu günlerde çöküyor. Mısır devletinin yönetimi, ilk aşamada olmasa bile, artık, Mısır’ın İsrail ile yaptığı barış anlaşmasına karşı olduğunu açıkça beyan etmiş olan Müslüman Kardeşler hareketinin eline geçmesi, bir askeri darbe olasılığının dışında kaçınılmaz görünüyor.
Böylece, ABD ve İsrail bölgedeki en önemli güvenlik unsurunu kaybederken Gazze’de Hamas, Mübarek rejiminin uyguladığı ambargodan ve siyasi baskıdan kurtulmuş olacak. İsrail’in Mısır’da dost olmayan bir rejimle yaşamak durumunda kalması, Gazze’de Hamas’a, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yeni bir operasyon düzenleme olasılığını neredeyse hiçe indirecektir. Bu ortamda Suriye-İran ekseninin manevra alanı, pazarlık gücü artacaktır. Dikkatler, ABD’nin bölge politikalarının ortağı Ürdün, Suudi Arabistan gibi rejimlerin geleceği üzerinde yoğunlaşacağından, İran’ın nükleer enerji ve belki de silah programının üzerindeki uluslararası baskı hafifleyecek; bu süreç İsrail’in “yaşamsal tehlike” algısını güçlendirerek İran’a müdahale etme eğilimini güçlendirecektir. Bu arada, ABD’nin İran’a karşı Sünni Arap Devletleri ile İsrail’i buluşturan bir eksen kurma projesinin de artık tümüyle buhar olduğunu söyleyebiliriz.
Bu resmi tamamlamak açısından, AKP dış politikasının geleceği üzerinde düşünmeyi denemek ilginç olabilir. Ancak, AKP dış politikasına “stratejik derinlik”, “Yeni Osmanlı Barışı”, “sıfır sorun”, “dünyanın akil adamı olmak” gibi tuhaflıklar yön verdiğinden, böyle bir çabanın sağlıklı bir sonuca ulaşma şansı pek yok. Yine de AKP yönetiminin, Türkiye’nin bölgedeki tarihsel rakibi İran yükselirken yukarıda irdelemeye çalıştığım özellikleri taşıyan bir “Arap dünyası” şekillenirken bu karmaşıklık içinde kendine, özellikle İsrail ve ABD ile ilişkilerindeki “sorunları” ile birlikte yer bulma çabalarını izlemek ilginç olacak. Kimi yazarların ileri sürdüğü gibi, Türkiye’nin öneminin arttığı doğru ama bence bu AKP yönetimi açısından bir kazançtan daha çok bir ateşten gömlek olacaktır.
No comments:
Post a Comment