Obama’nın “yeni” dış politikasının bir sonuç üretmediğine ilişkin tartışmalar yoğunlaşırken ilginç bir rastlantıyla, El Kaide eylemleri, uzun bir aradan sonra yeniden başladı. ABD medyası da ABD halkına, Yemen’i El Kaide’ye yataklık yapan, yeni bir “başarısız devlet” olarak sunuyor.
İnsan ister istemez, “Bush döneminin, ‘karanlık operasyonlarına’, ‘terorizmle savaş’ bahanesiyle ‘başarısız devletlere’ yönelik operasyonlarla, stratejik bölgelere yerleşme taktiklerine geri dönüş mü başladı?” diye düşünmeden edemiyor.
Obama ve ‘sahte gerçekçilik’
Obama başkan seçildiğinde, ABD’nin Bush politikalarının etkisiyle yıpranan saygınlığını, uluslararası liderliğini restore edeceğine ilişkin, hem ABD’de hem de dünyada (bizim liberal eğilimli dış politika “uzmanı” yazarlarımız arasında da) güçlü ve yaygın bir inanç şekillenmişti. Diğer bir deyişle Obama, artık iflas etmiş imparatorluk stratejisini terk ederek, adeta tarihin tekerleğini geriye çevirerek, ABD hegemonyasını restore edecekti. Ancak birinci yılın sonuna geldiğimizde, dün Obama’ya umut bağlayanlarda, Obamania’ya kapılanlarda bir düş kırıklığı görülüyor.
Yıl sonuna doğru yoğunlaşan tartışmaları bir araya toplayan The American Interest’in Ocak - Şubat 2010 sayısından şöyle özetleyebilirim sanıyorum. Obama’nın dış politikasının yönü doğru, ama henüz bir sonuç almadı (Nye, Ikenberry); yeni politikalar sonuç vermiyor (Clemons). Büyük güçlerin uzlaşmaz çelişkileri olmadığı, işbirliğine dayalı bir uluslararası düzenin kurulabileceğine ilişkin yanlış bir varsayıma dayanıyor (Kagan, Barone). Hâlâ şekillenemedi (Joffe). İnşallah bilerek yapmıyordur, yoksa halimiz fena (Perle). Analiz becerisi, politika anlamına gelmiyor (Gelb). Sorunlar birikmeye devam ederken çözümler hâlâ ortada yok. Eleştiriler haklı (Russell Mead). Başından beri Obama’yı destekleyen Fareed Zakharia bile “sahte bir gerçekçilik” kavramını kullanıyor.
Diğer bir deyişle, hegemonya restorasyonu projesinin işe yaramadığı algısı giderek yoğunlaşıyor. Ben de bu algıya katılıyor, Kasım 2001’den bu yana birçok kez vurguladığım gibi, imparatorluk seçeneğinin zorunlu, hegemonya restorasyonunun olanaksız olduğuna inanıyorum. ABD’nin, kendisinden sonra gelen 12 büyük ülkenin toplam askeri harcamalarından iki kat büyük savunma bütçesine dayanarak, küresel çapta stratejik coğrafyalar üzerinde denetimi ele geçirmeye; kaynaklara, pazarlara ulaşım üstünlüğünü korumaya çalışmaktan başka çaresi yok. “Parite” oluşana ve bir güçler dengesi kurulana kadar…
Dolayısıyla ABD’nin Bush döneminde gündeme gelen imparatorluk politikalarına geri dönmesi, bunun için de kamuoyunun yeniden şekillendirilmesi gerekiyor. Yukarıda değindiğim tartışmalar yoğunlaşırken bu yeniden şekillendirme sürecinin de başlamış olduğunu görüyoruz. 2009’da, eylülden bu yana terörist saldırılarda bir artış var. Bu saldırıların öykülerinin hepsi, Yemen-Somali, diğer bir deyişle, dünyanın en stratejik noktalarından biri olan Aden Körfezi hinterlandını işaret ediyor.
El Kaide yine sahnede
Bush’un ilk dönemini anımsatan gelişmelerin ilk belirtisi, 16 Eylül 2008 günü ortaya çıktı denebilir. O gün ABD Yemen Konsolosluğu’na yönelik bir silahlı, bombalı saldırıda saldırganlarla birlikte hepsi yerli 16 kişi öldü. Bu “son yıllardaki en büyük saldırı” olarak nitelenen olayı, El Kaide bağlantılı İslami Cihad örgütü üstlendi. Guantanamo’da yattıktan sonra Suudilere teslim edilen Said Ali el Şiriri’nin, orada aldığı “rehabilitasyon eğitimine” karşın saldırıyı düzenleyenler arasında yer almasıysa ayrıca ilginçti (New York Times 23/01/09). Bu yıl ortasında eylemler bu kez, ABD’ye sıçrayarak yoğunlaşmaya başladı. Haziran ayında Arkansas Litlle Rock’ta askere alma bürosuna yönelik bir silahlı saldırıda bir askeri öldüren, bir başkasını yaralayan Abdulhakim Mujahid Muhammad, CNN’e göre Yemen’de eğitim görmüştü.
5 Kasım günü dünya, Teksas’taki Fort Hood Askeri Üssü’nde gerçekleşen katliamla sarsıldı. Katliama ilişkin haberlerin kısa sürede, 11 Eylül saldırısının ardından yaşanan karışıklığı anımsatmasıysa özellikle dikkat çekiyordu. İlk gelen haberlere göre, askerlerin sağlık bakımı için sıra bekledikleri bölümde gerçekleşen saldırıda 13 kişi ölmüş, 30 kişi yaralanmıştı. Garnizon komutanlığı sözcüsü, Albay Nathan Banks üç saldırgandan birinin, Nisal Malik Hasan adlı Müslüman bir psikiyatr olduğunu, diğer ikisinin de yakalandığını bildiriyordu (Dow Jones, AP). Ancak ertesi gün haberler hızla değişti. Dikkatler Malik Hasan üzerinde yoğunlaştı. Yakalan diğer iki kişiye ilişkin duyumlar ekranlardan kayboldu. Medya da Malik Hasan’ın bir Müslüman fanatik olduğu, zaten görüşlerini de birçok kez açıkça ifade ettiği, Yemen’deki El Kaide ile bağlantıları vurgulanıyordu. Ancak, çok önemli sorular cevapsız kalıyordu: “Saldırganlar kaç kişiydi?” “Bir doktor asker, savaş deneyimli onlarca askerin bulunduğu bir odada, nasıl olup da kimse tarafından engellenmeden iki tabancayla 100 kurşun yakabilmişti?” “Malik Hasan ve diğer askerler yaşananları başlangıçta bir eğitim senaryosu mu sanmışlardı?” “Fanatik, görüşler açıklayan bir personel nasıl görevde kalabilmişti?”
Noel günü Detroit üzerinde bir uçakta bomba patlatmaya çalışan Nijerya doğumlu, ama rivayete göre Yemen’de eğitilmiş, Ömer Faruk’la da ilgili birçok cevapsız soru var. Babası Ömer’i, “potansiyel terörist” olarak ABD konsolosluğuna ihbar etmişti. Ömer İngiltere’ye ve ABD’ye girmek için vize alamamıştı. Nasıl olmuş da uçağa binebilmişti? Uçağın yolcuları arasında bulunan Kurt Haskell ve eşi, Amsterdam Havaalanı’nda çok iyi giyimli bir Hintlinin, uçağa giden kapıdaki memuru, Ömer’in Sudanlı bir sığınmacı olduğunu iddia ederek uçağa pasaportsuz binmesine izin verilmesi için ikna etmeye çalıştığına şahit olduklarını söylüyorlardı (Metro Detroit, 31/12/09).
Yemen sorunu
Medya ise bu sorularla ilgilenmeyip dikkatleri Yemen üzerine çekmeye çalışıyordu. Fort Hood ve Noel’deki bombalı saldırı girişimi, “Yemen’de yeni bir cephe açılmakta olduğunu gösteren bir kalk borusu olmuştu”. CNN’e göre “Yemen sorunu, Yemen’de kalmayacaktı”… “Yemen’de devlet ve toplum çözülürken El Kaide militanları burada toplanmaya başlamıştı”. New York Times başyazısında “Şimdi Yemen” diyor, Obama yönetiminin Yemen hükümetiyle askeri ve istihbarat işbirliğini derinleştirmeyi amaçladığını bildiriyordu. Afganistan-Pakistan örneğini ima ederek, ABD ve ittifaklarının Yemen’de daha geniş çaplı strateji geliştirmeleri gerektiğini vurguluyordu. Christian Sceince Monitor, 22 milyon nüfuslu Yemen’de işsizliğin yüzde 40’ı geçtiğine, ülkenin en önemli kaynağı petrolün tükenmekte olduğuna dikkat çekiyordu: “Obama yönetimi çoktan Yemen hükümetine asker, para, silah yardımı yapmaya başlamıştı”. Muhafazakâr senatör Liberman’a göre, “Irak’ dünkü, Afganistan bugünkü, Yemen ise yarınki savaştı”.
ABD ile “terorizme karşı” işbirliği yapan Yemen hükümetiyse aldığı silahları, kuzeyde iç savaşta Şiilere, güneyde Somali ile yakın bağları olan ayrılıkçılara karşı kullanmak istiyordu. Böylece gelişmeler, ABD’nin Afganistan-Pakistan örneğine benzer bir Yemen-Somali geniş cephesi açmak üzere olduğunu düşündürüyordu.
No comments:
Post a Comment