Yılın son yazısında, 2009’un 2010’a miras bıraktığı zeitgeist (zamanın ruhu) üzerinde düşünmeye çalışıyorum: 2009 yılında, gelişmelerin yönü, önemli eğilimlerin çoğu belirginlik kazandı. Ne yazık ki bu belirginlik bizi geleceğe ilişkin büyük bir belirsizlik duygusuyla karşı karşıya bırakıyor.
Sıfırlı yıllar…
Bildiğiniz gibi, hemen her on yıllık döneme özgü bir adı takılır. Bu ad genel bir algıya, zeitgeist’e işaret eder. Ben, bir süredir, geçen on yılın nasıl tanımlanacağını merak ediyordum. Geçen hafta medyadaki değerlendirmeleri izlerken, yorumcuların, anlam yüklü “noughties” kavramında buluşmaya başladıklarını gördüm.
“Noughties” sıfırlı yıllar demek. Ancak, “sıfır” içi boş, anlamına geldiğinden, on yılı içi boş bir dönem olarak da betimlemiş olmuyor mu? Diğer taraftan “noughties” sözcüğü aynı zamanda “noughty” (yaramaz) sözcüğünü de içerdiğinden, bu boşluk aslında bir nitelemeyle doldurulmuş olmuyor mu? Üstelik, bu kavram yeni değilmiş. İlk kez, BBC, yeni on yıllık dönemi tanımlamak için, 2001 başında kullanmış. Ama ben bu sözcüğe, geçen haftaya kadar hiç rastlamamıştım. Geçen döneme ilişkin bir betimleme arama çabası, 2009 yılında “noughties” sözcüğünün içinde gizli “noughty” (kötü) anlamı üzerinde bir mutabakat oluşturmuşa benziyor. 2009’un mirası zeitgist’i düşünürken, beni “büyük belirsizlik” kavramına götüren etkenlerden biri de bu “mutabakat” oldu.
Siyasi belirsizlik
Eğer kapitalizmin paradigması içinde düşünürsek, Kissinger’ın “hiç bir şey barışı, hegemonya ve güçler dengesi kadar güvence altına alamaz” saptamasına katılmak durumundayız. Hegemonyacı güç hem genelde düzeni sağlar, savaşları engeller, hem de diğer devletlere güvenli bir ortamı sunar. Hegemonyacı güç, uluslararası ilişkilerde devletlerin, kendi topraklarındaki hükümranlık haklarına saygılı olunacağına ilişkin bir ilkenin geçerli olduğuna dair bir görüntüyü de korur; ihlal durumlarını “istisna” olarak tanımlar. 11 Eylül’den sonra ABD yönetiminin bu ilkeyi açıkça ihlal ettiğini, bu ihlalin bundan sonra koşullara bağlı olmakla birlikte, bir kural olacağını açıkladığını gördük.
Kissinger’e göre “bu Westphalia devletler düzeninde devrim demektir, eğer başarabilirlerse”... Hep birlikte izlediğimiz gibi başarılı olamadılar hegemonya düzeni bozulmaya, uluslararası düzenin belirleyici ilkeleri dağılmaya başladı.
Obama, ABD başkanı olduğunda, hegemonya düzenine geri dönülebileceğini ilişkin bir umut belirdi. Adama alelacele verilen Nobel barış ödülünün arkasında işte bu hegemonya (barış) düzenine dönüş umudu yatıyordu. Yıl kapanırken, genel olarak uluslararası medyada özel olarak ABD dış politika seçkinleri arasında (Bkz: The American Interest’in “Flirting with failure” başlıklı Aralık sayısı) bu umudun boşa çıkmaya başladığına ilişkin genel bir kanı, (Prof Nye’in aynı sayıdaki, “iyi başlangıç ama yol uzun” başlıklı yorumuna karşın) oluşmaya başladığı görülüyor. “Obama da başaramazsa bundan sonra ne olacak?” sorusun cevabı yok.
“Tarihin sert akıntıları”
Bir hegemonya döneminde öbürüne geçişin uzun, sancılı bir dönem olacağı, teorik olarak, kolaylıkla savunulabilir. Tarih (pratik) de bu yönde bir deneyime işaret ediyor. Geçen yüzyılın başındaki “noughties”e (1900-1910) bakınca, bu güne benzer bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Financial Times’ın ekonomi editörü Martin Wolf şöyle özetliyor “gerçek anlamda küresel bir güç (İngiltere-E.Y) göreli olarak hızlı bir gerileme içindeydi. Kısa bir süre önce çok yüksel maliyetli bir sömürge savaşında (Boer Savaşı-E.Y) bir Pirrus zaferi kazanmıştı. Yeni büyük güçler yükseliyordu, hem silahlanma yarışı hem de piyasalar ve az gelişmiş bölgelerdeki kaynaklar üzerinde rekabet hızlanıyordu. Ancak, insanlar refahı besleyen, barışın zemini oluşturan serbest ticaretin ve sermaye hareketlerinin (küreselleşmenin-E.Y) sürdürülebileceğine inanmaya devam ediyorlardı”… Sonrasını hepimiz biliyoruz.
Bildiğimiz için de, 2010’a bundan sonra ne olacak korkusuyla giriyoruz. Çünkü tarih, bir süredir kendini tekrarladığını düşündüren görüntüler sergiliyor. Bir başka Financial Times yazarının geçen hafta işaret ettiği gibi “Tarihin sert akıntıları küresel yapının düzenini süpürüp atıyor”. Gerçekten de bu yıl bilincimize çıkan gerçeklerden (doğru veya yanlış,)biri de, 250 yıllık Batı üstünlüğünün engellenemez bir biçimde doğuya geçmeye başlamış olmasıydı. Wolf da zaten noughties’in “tarihte iki dönemi birbirine bağlayan bir menteşe” olduğunu savunuyor. Ancak, Doğu’daki güçler, bu üstünlüğün beraberinde getireceği sorumlulukları üstlenebilecek, dahası taşıyabilecek güçte görünmüyorlar.
Kültürel ortam da değişiyor
Tarihin sert akıntıları, Batı’nın üstünlüğünü önüne katıp götürürken, Berkley Üniversitesinden, Prof Brad DeLong ve Stephen Cohen’in birlikte yayımladıkları çalışmada (The End of Influence) vurguladıkları gibi, kültürel ortam da değişiyor, insanlık “25 yıllık neo-liberalizm rüyasından da uyanıyor…” (DeLong, Cohen Foreign Policy, 23/123). DeLong ve Cohen’e göre bu yeni dönemde “ABD hala kültürel bir güç olmaya devam edecek ama kültürel alanda yeni bir ‘mega söylem’ üreterek yeniden hegemonya kurma olasılığı Obama çiftine rağmen çok zayıf”.
Bu kültürel hegemonya üzerinde düşünürken, The Economist’in son sayısındaki “Neden modern ilerleme düşüncesi bu kadar yoksullaştı” başlıklı, ilginç makale yararlı olabilir.
The Economist’in makalesi, “ilerleme” düşüncesine ilişkin ilk kaygıların ortaya çıktığı 1861 yılında (kapitalizm egemen model olarak yerleşirken, ilk düş kırıklıklarının doğduğu dönem) üretilen bir metine gönderme yaparak başlıyor. Bu düşüncelerin 21. Yüzyıla doğru yeniden gündeme geldiğini saptıyor: Bu gün, “insanlık, tanrı sevgisi adına hiçbir şeyi, insan sevgisi adına hiç kimseyi sevmeyen bir noktaya gelmiş”. “Biz”, diyor The Economist, “özel sektöre herkesten daha çok iman etmişizdir. Ama bu gün, kartel oluşturmayı, kirlenmenin maliyetini topluma kaydırmayı, kendi finansal yaratıcılığının yükü altında ezilmeyi engellemek için kapitalizmin, enerjisini genel çıkara yönlendirecek yasalarla denetlenmesi ve sınırlandırılması düşüncesine, kapitalizmin en katı savunucuları bile karşı çıkmayacaktır. Bilimin olduğu gibi iş faaliyetinin de yönetilmesi gerekir”.
İnsan yaşamının maddi koşullarındaki tüm iyileşmelere rağmen insanlık mutlu değilmiş, zenginlik duygusal tatmini getirmiyormuş. İnsanlık çocuklarının geleceğinden kaygı duyurmuş: “Ormanlar yok oluyor, buzlar eriyor, toplumsal bağlar çözülüyor, kişi özeli aşınıyor, yaşam çirkin bir dünyada sefil bir çabaya dönüyormuş…”
İlerleme düşüncesinin zayıflaması 25 -30 yıllık bir gelişme. Ama, krediyle, finansallaşmayla körüklenen bir tüketim humması, bunun medyadaki sanrıları, ilerleme düşüncesinden vazgeçince ortaya çıkan kültürel boşluğu gizlemeyi başarmıştı. Tüketime dayalı model çökerken bu “boşluk” ortaya çıkıyor, içine bakanlar “ne yani hep kapitalizm mi?” diye sormaya başlıyorlar.
2010’a girerken Kapitalizmin bir gelecek üretmediğine, lişkin kaygıların, belirsizliğin iyice, The Economist’i bile etkileyecek kadar arttığını görüyoruz.
No comments:
Post a Comment