Geçtiğimiz on yıl bize üç büyük (ekonomik, ekolojik, küresel liderlik) bir seri de “küçük” (bölgesel) kriz miras bıraktı. Kopenhag zirvesinin de gösterdiği gibi 2010 yılına, “büyük krizlere” yakın zamanda bir çare bulunabileceğine ilişkin hemen hiçbir belirti olmadan giriyoruz. Bu koşullarda küçük krizlerin de giderek derinleşmesi, sayılarının artması beklenebilir.
Kopenhag zirvesi
Büyük krizleri, örneğin iklim değişikliği sorununu, yerel düzeyde aşmak olanaklı değil. Bu nedenle, 198 ülkenin lideri Kopenhag’da toplandılar, bir hafta boyunca dünya halklarının gözlerinin önünde tartıştılar. Ama sonuç fiyasko oldu, dünyayı ölümden kurtaracak bir anlaşma üretemediler. Halbuki durum işi gücü bırakarak Kopenhag’a gelip günlerce tartışacak kadar vahimdi. Peki öyleyse, ne oldu da zirve fiyaskoyla bitti?
N’olacak kapitalizm işte: “Biriktir, biriktir! Musa’sı da budur tüm diğer peygamberleri de” (K. Marx, Capital Cilt I, sf 742 Penguin Classics)... Bu toplumsal üretim modelinin tek bir önceliği var o da sermaye birikimi! Tüm diğer sorunlar, bu arada dünyanın geleceği de, hele bir de ekonomik bir kriz söz konusuysa, sermaye birikim sürecinin gereksinimlerine göre belirleniyor. Chavez Kopenhag’da, “Çevre banka olsaydı çoktan kurtarmıştınız” derken tam da bunu kastetmiyor muydu? Bankaları kurtarmak için bugüne kadar yaklaşık 12 trilyon dolar harcanmadı mı? Sanayileşirken atmosfere bastıkları gazlarla bugünkü koşulları hazırlayan zengin ülkeler, yoksul ülkelerin çözüme katkılarını sağlayabilecek mali desteğe gelince, ancak 100 milyar dolar çıkarabildiler, onu da somut bir anlaşmaya bağlayamadılar. Naomi Kline’in, Noel’e doğru günleri sayan bir halk şarkısına atıfla söylediği gibi, “Dokuzuncu günde Afrika’yı kurban ettiler”...
Kopenhag zirvesi, sermaye birikim sürecinin gereksinimlerini ikinci plana iterek, insanlığın varoluş koşullarına öncelik verecek bir küresel liderlik eksikliğini de gözler önüne serdi. Angela Merkel’in Kopenhag sonrasında, sonucu değerlendirirken, “Kendine çok güvenli bir Çin vardı karşımızda” sözleri bu bağlamda ciltlerle jeopolitik analize bedeldi (Der Spiegel, 20/12/09). ABD medyası Kopenhag’ın faturasını Çin’e çıkarmaya çalışırken, Çin Merkez Bankası Başkan Yardımcısı’nın “Dünyanın, ABD’nin çıkardığı tüm borç kâğıtlarını almaya devam edebilecek parası yok” demeci de... (Shangai Daily, 18/12/09)
ABD ve Çin hem dünyanın güçlü, hem de atmosferi en çok kirleten iki ülkesi. Dünya siyaseti bunların arasındaki dengeler, çelişkiler üzerinden şekillenmeye başladı. Kimi tarihçiler, bu ikilinin (Chimerica, G2) arasındaki uyumun dünyaya düzen getirebileceğine inanıyor. Kopenhag zirvesiyse tam aksi yönde bir görüntü sergiledi. Bu ikili anlaştılar, ama karbondioksit üretiminde gereken kesintiyi yapmama konusunda anlaştılar; ekonomik siyasi hedefleri uğruna gezegeni ölüme sürüklemeyi göze alabileceklerini de göstermiş oldular.
Yerel krizler daha da derinleşecek
Ekonomik krizin getirdiği “de-globalizasyon”, finans piyasalarını kurtarma paketleri, işsizlik, yoksulluk artışı, kaynak rekabeti, küresel ısınmanın getirdiği su, gıda sıkıntıları, ulus devletlerin siyasi aktörler olarak yeniden öne çıkmalarına neden oldu. Bu sürecin, 2010 yılı boyunca, küresel liderlik yokluğu, derinleşen rekabet ortamında, Bismark dönemini anımsatan dış politika eğilimlerini güçlendirmesini de bekleyebiliriz. Dünya halklarının güçlerini, kaynaklarını birleştirmelerini gerektiren krizler derinleşirken, kaynakların bölünmesine, çatışma eğilimlerinin güçlenmesine 2010’da daha çok şahit olacağız.
Diğer taraftan, küresel çapta işbirliği yokluğu, hem küresel liderlik iddiasında olanların, hem de yerel düzeyde sorunlarla boğuşmaya çalışan ulus devletlerin seçkinlerinin artan sıklıkta başarısız kalmalarına yol açması kaçınılmaz görünüyor. Bu başarısızlıklar, genelde çalışanlar, özellikle de eğitim, iletişim, teknoloji kullanma düzeyine bağlı olarak dünyayı daha yakından izleme, anlama şansına sahip “yeni orta sınıf” üyeleri arasında siyasi liderliklere ve ekonomik düzene karşı güvensizliği körükleyecek.
Kopenhag’daki fiyaskoya, devletlerin, mali krizin kamu bütçelerine getirdiği yükleri, şimdi emekçilerin omuzlarına yıkmaya hazırlanmalarına bakarak, liberal -sözde- demokrasilerin, daha baskıcı ve denetimci yönde evrimleşmelerini, iç sorunlardan kaçmak için uluslararası maceralara yönelmelerini de bekleyebiliriz.
Giderek iç istikrarını kaybetmeye, ama aynı zamanda dış ilişkilerinde, Bismark’ı anımsatan bir biçimde, komşularını tek tek idare ederek, büyük güçleri dengeleyerek bölgesinde güç yansıtmaya çalışan bir ülke görünümündeki Türkiye açısından da 2010’un çok zor bir yıl olması kaçınılmaz gibi görünüyor.
No comments:
Post a Comment