Geçen hafta, uluslararası medya da 2009’un olası ekonomik koşulları üzerine başlayan tartışmalarda, 2008’de mali piyasaları vuran krizin, giderek tüm ekonomiyi etkilemeye başladığı ve 2009’a bu sürecin damgasını vuracağı üzerinde bir mutabakatın oluşmaya başladığı görülüyordu.
Eğer bu mutabakat haklıysa (ben haklı olduğunu düşünüyorum), krizin yeni bir aşamaya girmekte olduğu söylenebilir. Bu aşamada, uluslararası ticari ve mali ilişkiler ve ülkelerin içindeki bölüşüm ilişkileri, dolaysıyla sınıf çelişkileri üzerinde basınçların giderek, siyasi sonuçlar da yaratarak artması beklenebilir.
Geçen hafta ABD oto endüstrisini kurtarmak için açıklanan 17 milyar dolarlık yardım paketi ve Yunanistan’da üçüncü haftasına girmeye hazırlanan isyan, bu yeni aşamanın özelliklerini yansıtan iki “semptom” olarak okunabilir.
“Elveda serbest piyasa”
Bu hafta The Economist’te “Elveda serbest piyasa” başlıklı ilginç bir yorum var. The Economist’e göre, “Bir kuşaktan daha uzun bir suredir ilk kez, küresel bütünleşme sürecinin iki motoru – ticaret ve sermaye akımları - aynı anda geri vitese takıyorlar”. Diğer bir değişle, dünya ekonomisinde, mal ve finansal yatırım piyasaları hızla daralıyor. Öyleyse finans ve sanayi sermayesi grupları (çoğu kez bütünleşmiş oldukları için kolaylıkla “finans kapital” kavramını kullanabiliriz) bu daralma içinde ayakta kalabilmek için, etkileyebildikleri devletlerin kaynaklarına iç ve dış politika inisiyatifine giderek daha çok başvurmaya başlıyorlar. Serbest piyasa, açık pazar, yerini “can pazarı” kaygısına bırakıyor. The Economist’te bu nedenle korkuyor: Korumacılık, rekabetçi döviz politikaları, sanayi, ihracat destekleri, dünya pazarını 1930’larda olduğu gibi parçalayabilir.
Aslında yeni dönemde, devletlerin üzerinde zıt yönlerden gelen iki basınç oluşuyor: Biri, gittikçe artan işsizliğin getirdiği siyasi kaygıların basıncı. İkincisi, özel sektörün, geçen hafta dile getirmeye başladığı “bu ücretler çok esneksiz” yakınmalarının aksi yönden gelen basıncı.
İşsizliğin siyasi bir sorun olmasını engellemenin bir yolu iç pazarı dış rekabete karşı korumak, iç talebi desteklemek iken, iş çevrelerinin talepleri emekçilerin tepkilerinin denetim altında tutulmasını gerektiriyor.
Geçen hafta ABD’de açıklanan oto endüstrisi kurtarma paketi, bu karmaşık süreci çok güzel temsil ediyordu. Birincisi bu, serbest piyasa ilkelerini bir kenara atan bir destekleme paketi. Neoliberal modele göre, bu üç otomotiv şirketi, rakiplerinin rekabetine terk edilmeli, sermayelerinin ve de piyasalarının daha verimli ve etkin sermaye gruplarının eline geçmesi dert edinilmemeliydi. Ama bu rakipler Alman ve Japon şirketlerinden oluşuyor. ABD yönetimi de hem kendi ulusal oto sanayini siyasi rakiplerine kaptırmak, hem de 250,000’dan fazla kızgın işçiye, ailelerine hesap verme riskiyle yüz yüze gelmek istemiyor; bu yüzden serbest piyasa kurallarını ihlal ederek, diğer firmaların “hakkını yiyerek” oto endüstrisini desteklemeye karar veriyor.
Ama yönetim, aynı anda paketle birlikte, oto işçilerinin ücretlerinde büyük kesintilerin yapılması, sendikaların emeklilik ve sağlık fonlarına katkı olarak nakit yerine şirket hisselerini kabul etmesi koşullarını getiriyor. Böylece sendikalarla şirketin çıkarı birbirine bağlanırken sendikalar, işçilere karşı karşıya gelmeye zorlanıyor.
Prof Krugman’ın da birçok kez vurguladığı gibi, geçen büyüme döneminde, ABD işçisinin ortalama reel ücreti artmadı. Buna karşılık, şimdi işsizlik hızla artarken, geçen hafta Bloomberg’den, Amity Shlaes’in gündeme getirdiği “farklı” bir 1929 yorumu, depresyonun sorumluluğunu, o zaman düşmemekte direnen işçi ücretlerine ve buna göz yuman yönetimlere çıkarıyor. Büyük Muhafazakarlar kitabının yazarı Martin Hutchinson da geçen hafta Prudentbear’daki köşesinde benzer bir 1929 yorumunu savunuyordu. Sermaye devletten yalnızca mali destek değil işçi ücretlerini düşürmek için de yardım istemeye başlıyor.
“Yunan sendromu”
Yunanistan’da eylemler üçüncü haftaya girmeye hazırlanırken 800 lise 200 üniversite işgal altında, göstericiler zaman zaman TV, televizyon binalarını, hükümete yakın gördükleri sendikaların merkezlerini işgal ediyorlar.
Protesto eylemleriyle, Hava Kontrol Görevlileri’nin, kamu sektörü ulaşım işçilerinin, doktorların, hastane personelinin, öğretmenlerin görevlilerinin üniversite profesörlerinin, sendikaların mitinglerinin de çakışması muhalefetin fiilen bir anti-kapitalist cephe oluşturmaya başladığını düşündürüyordu. Göstericilerin “kahrolsun kan, yoksulluk ve özelleştirme hükümeti” gibi sloganlarla giderek somut siyasal taleplere ve hedeflere (hükümete) yönelmekte olduğunu gösteriyor.
Eylemler yaygınlaştıkça muhalefetin, SSCB döneminden kalma komünist partisi (KKE), sendika bürokrasileri gibi kurumlarının artık işlevsizleşmenin ötesinde, muhafazakarlaşmış olduğunu, yeni şekillenmelerin gerekliliğini de gözler önüne seriyor. Özellikle, KKE liderliğinin, iş çevrelerinin, “artık sabrımız taşıyor” yorumlarıyla çıkan yayınlarının Avriani’nin ön sayfasında “polis düzeni, demokrasiyi koruyamıyorsa vatandaşlar ve KKE bu görevi üstlenmelidir” ( WSWS, 20/12/08) çağrıları ibret verici örnekler oluşturuyor.
Göstericilerin eylemlerini, “Atina da kıvılcım, Paris’te yangın, Devrim geliyor” gibi eylemleri Avrupa’ya yaymak istediklerini gösteren sloganları henüz abartılı bulunsa bile, The Independent gazetesine konuşan bir Fransız hükümet görevlisine göre eylemler, Avrupa Birliği’nde bir “Yunan Sendorumu” oluşturdu, yönetimlerce dikkatle izleniyor. Çünkü bu eylemlere yol açan hoşnutsuzluklara hemen her AB ülkesinde rastlamak olanaklı.
Fransa’da lise öğrencileri Sarkozy hükümetinin eğitim reformuna karşı sokağa çıkınca, hükümetin hemen geri adım atması da bu yüzden. The Independent’in aktardığına göre Sarkozy’nin bir danışmanı “öğrenci liderleri artık denetimi kaybetmiş durumdalar, varoşlardan çok daha radikal unsurların, aşırı solun etkileri eylemlere sızlamaya başladı” diyormuş. Buna karşılık Independent’in Paris muhabiri örgencilerin “Fransa’nın siyasal sistemine, kapitalizme ve küreselleşmeye karşı hoşnutsuzluklarını” dile getirdiklerini aktarıyor.
Hükümet geri adım attı, ama göstericiler, “Sarkozy Brüksel’in ve ABD’nin emrinde, eğitim bütçesinden alıp, bankalara vermek istiyor” diye düşünüyorlarmış. Diğer bir değişle, Atina ve Fransa’da göstericilerin, dolaysız, tekil olaylardan hareketle büyük sıçramalar yaparak sistemin tümüne ilişkin kimi saptamalar yapmaya başladıkları ve eylemlerin yayılma eğilimi taşıdığı gözlemleniyor.
AB liderliğinin ve iş çevreleri endişelenmekte haklılar. Çünkü başlarken, işaret ettiğim gibi krizin bu aşamasında, işletmeler ayakta kalabilmek için bir taraftan işçi çıkartmaya devam ederken, öte taraftan işçi ücretlerini düşürmeye çalışırlarken gelecek tepkileri hükümetlerin göğüslemesini isteyecek gibi görünüyorlar. Bu var olan sermaye birikiminin duyarlılıklarına göre sekilenmiş olan, sendika bürokrasilerinin, muhalefet liderlerinin duruşlarının, siyasal söylemlerinin sorgulanmaya başlanmış olması de yeni bir döneme girildiğinin bir başka işareti.
No comments:
Post a Comment