Bir ekonomik modelin dayandığı paradigma (verili sorular ve kabul edilebilir cevaplar bütünü) iflas edince, hâlâ ona dayanarak konuşmaya çalışanların saptamaları, örneklerine medyada sıkça rastladığımız gibi, giderek anlaşılmaz saçmalıklara dönüşüyor.
Gerçekliğin verdiği mesaj…
Türkiye ekonomisinde, temmuz ayından bu yana dış ticaret daralıyor, ihracat ithalattan daha hızlı düşüyor. Dış piyasalar sorun!
İmalat sanayiinde üretim artış hızı hemen tüm dallarda negatife dönüştü. Ağaç ürünleri, makine imalatı, kimyasallar, metal eşya, elektronik, otomotiv dallarında gerileme hızı iki haneli sayılara ulaştı, inşaat sektörüyle ilgili veriler altıncı ay itibarıyla bir önceki yıla göre yüzde 30’dan fazla gerilemeye işaret ediyor. İç piyasa sorun!
Yedinci aydan itibaren sürekli bir önceki yılın gerisinde kalan kapasite kullanma oranlarındaki düşüşün arkasında da öncelikle iç pazarda (%48.3), sonra da dış pazarda (%27.80) talep yetersizliği var. İşçilerden kaynaklanan sorunlar ise %1,5 ile en sonda yer alıyor. Sorun ücretler veya girdi maliyetleri değil.
Fasit daire
Talep daralması karşısında işletmeler üretimi kısmaya başlayınca atıl kapasite oranı ve de işsizlik artıyor. Bunlardan birincisi maliyet sorunu yaratırken ikincisi talep yetersizliği sorununu ağırlaştırıyor.
Ferdi kredi ve kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısı son iki yılda yüzde 300 artmış; 2006’da 148 bin kişiden ekim ayı itibarı ile 569 bin kişiye yükselmiş olması da iç pazardaki talep daralması olgusunu yansıtıyor.
Mali sermayenin IMF telaşından, hem talep, hem de yatırımlar yönünde ekonomik faaliyet için gerekli dış finansmanı olağan yollardan bulma olanaklarının kalmadığını anlıyoruz. Bu da ülkenin ekonomik modelinin iç ve dış piyasa ve de finansman kaynaklarının tükendiğini gösteriyor.
IMF ile aşılabilir mi?
Bu sorunlar 25-30 milyar dolarlık IMF kredisiyle aşılamaz. Dahası IMF kredisini almak için uyulması gerekecek koşullar, mali disiplin, “popülist harcamalara” yasak vb… İç talep sorununu daha da ağırlaştıracak. Ama bu arada uluslararası mali sermayenin alacaklarını tahsil etmesi, piyasadan çıkışı kolaylaştırılmış olacak!
Bu, okuyarak, üflenerek, IMF’ye dayanarak aşılacak bir kriz değil. Dış ve iç piyasa sorunları, dış kredi daralması Türkiye ekonomisini gelecek yıl, hatta daha sonra da etkilemeye devam edecek. Gelişmiş ülkeler mali disiplin kaygısını rüzgâra savurdular, dikkatleri talep yetersizliği ve kredi krizi sorunu üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Bizim yönetimin de bundan ders çıkartması, önce kendi halkının üretim ve tüketim kapasitesini canlandıracak tedbirler üzerinde yoğunlaşması, bu arada, mali sektörün, özellikle uluslararası mali piyasaların kaygılarına boş vermesi gerekiyor. Bu iki sektörü kendini temizlenme sürecine bırakmak, düzenleyici, denetleyici tedbirlerle zararı sınırlamaya çalışmak yeterli olacaktır.
Bu sektörden gelen saptamalar da zaten, “oyuncularının” realiteyle ilgisinin çoktan kopmuş olduğunu gösteriyor. Örneğin “Piyasa uzmanları, seçime gidilirken hükümetin mali dengenin bozulmasına yol açacak popülist kararları konusunda endişeler” yaşıyorlarmış. “IMF ile yapılan anlaşma bu riski” azaltacakmış. Bir uzman, “Kriz bittiğinde mali dengeleri bozulmuş bir ülke haline gelme tehlikesinin önüne geçilmiş oldu” demiş. “Dünyanın büyümeye geçtiği dönemde Türkiye’nin ekonomisindeki istikrarı korur halde kalması” gerekiyormuş. “IMF anlaşması ile bu istikrar garantiye alınmış” (Aktaran E. Sağlam, Referans, 06/12).
Bu “uzmanlar” ya çoktan bu gezegeni terk ettiler. Ya da “mali sermaye önemli, gerisini boş verin” demeye getiriyorlar ki bu da aynı kapıya çıkıyor. Bunların dayandıkları paradigma merkez ülkelerin sermaye birikim krizine çare olarak geliştirilmiş, 1980’lerden başlayarak, çevre ülkeleri de buna bağlama kaygılarından kaynaklanmıştı. Bu paradigma, dış mali kaynağa (uluslararası mali sermayeye), ihracata (gelişmiş ülkelere, yine onlardan gelen girdilerle, ucuz ücret malları üretmeye) ve ucuz iş gücüne dayalı (iç talebe ilgisiz) bir ekonomik model yarattı, IMF’de onun uygulayıcısı oldu.
Şimdi bu paradigma hem teorik olarak hem de pratikte çöktü; herkes hızla yön değiştiriyor. Bize gelince, geçen 25-30 yılda ithal ikameci sanayileşmeden taşeronluğa, fasonculuğa geriledik. Bu arada mali sistemin mülkiyeti uluslararası mali sermayenin eline geçti. Eğer tedbir alınmazsa bu krizin içinde, ülke halkı giderek yoksullaşırken üretim birimleri de hızla bir taraftan yabancı sermayenin eline geçecek, diğer taraftan kapasite fazlası kıyımına uğrayarak tasfiye olacak. Böylece ülke, bir “sömürge sendromu” yaşıyor olmaktan, tüm üretim ve tüketimi “ulusal mekândaki ötekinin iktidarı tarafından yönetilen” bir gerçek sömürgeye dönüşmüş olacak…
No comments:
Post a Comment