ABD Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu (NBER) bir tartışmaya noktayı koydu. ABD’de resesyon 2007 Aralığı’nda başlamış. Şimdi, itikat sahibi piyasa ekonomistleri bu gerçekle uğraşadursun, tartışma çoktan “Ne kadar derin?” , “Ne zaman çıkar?” konusuna kaydı.
Depresyon özellikleri sergilemeye başladı
Geçen hafta açıklanan verileri anımsarsak, küreselleşen resesyonun giderek depresyon özellikleri sergilemeye başladığını görebiliriz. Bunların başında, tüm beklentilerin ötesinde adeta bir çığ gibi büyüyen işsizlikle ilgili olanları geliyor. ABD ekonomisinde ücretli işçi sayısı yalnızca kasım ayında 533 bin kişi azaldı. Böylece ABD’de 2008 yılı içinde işini kaybedenlerin sayısı net 1.9 milyona, işsizlik oranı yüzde 6.7’ye yükseldi. Bu, “yapısal krizin” ilk resesyonu olan 1974 yılından bu yana en yüksek kayıptı. PNB Paribas’nın 8 Aralık tarihli raporu, umudunu kaybederek iş aramayanlar da düşünülürse bu oranın gerçekte çok daha yüksek olacağına işaret ediyordu. The Guardian da, çeşitli danışmanlık şirketleriyle yaptığı görüşmelerden hareketle, işsizlik artışının ayda bir milyon kişiye ulaşmasından korkulduğunu aktarıyor (07/12).
Bir diğer gelişme de ABD oto endüstrisiyle ilgili. Bu sektör kurtarılmayı bekliyor. “Üç büyükler” geçen hafta da ABD Senatosu’nu ikna edemediler. Edemezlerse iflasa gitmeleri ve işsizler ordusuna yüz binlerce yeni işçiyi eklemeleri kaçınılmaz görünüyor. İngiltere ve Avrupa oto endüstrisi de varlık yokluk mücadelesi veriyor, işsizlik Avro bölgesinde de hızla artıyor
İşsizlik hızla artarken ABD, Avrupa, İngiltere merkez bankaları yine büyük faiz indirimlerine gittiler. Böylece hep birlikte “sıfır” noktasına, diğer bir deyişle “likidite kapanı” denen faiz aracının artık işlevini kaybedeceği noktaya biraz daha yaklaştılar. Bu sırada gelişmelerin doğasına uygun olarak, dünya piyasalarında emtia fiyatları çökmeye devam ediyordu (Wall Street Journal, 03/12). Petrol haftayı 40.8 dolardan kapadı.
Financial Times’ın Avro bölgesinde gerçekleştirdiği bir tarama, Daimler, Renault ve Peugeot gibi oto sanayiinin, GKN ve BASF gibi kimya sanayiinin kârlarının hızla düşmekte olduğunu, inşaat, turizm sektörlerinin İspanya’dan İsviçre’ye kadar yaşam savaşı verdiğini, perakende sektörünün daralmaya başladığını aktarıyordu (04/12). Bloomberg’den Willima Pesek, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkelerinden geniş çaplı bir sermaye kaçışı yaşandığına, Çin’e ilişkin büyüme öngörülerinin hızla aşağı çekildiğine dikkat çekiyordu. Asiaeconomics’ten Jim Walker, Çin’de büyüme oranının gelecek yıl yüzde 4 düşmesini (negatif büyüme olasılığının yüzde 30’a yükselmesini) bekliyordu (03/12).
Kötümser tartışmalar
Bizim piyasa ekonomistleri pembe gözlüklerine sıkı sıkıya sarıladursunlar, gecen hafta ekonomi yorumlarındaki kötümserlikte belirgin bir artış gözleniyordu. Prof. Roubini’nin Financial Times, Forbes gibi yayınlarda “En kötüsü hâlâ önümüzde” yorumlarını (artık alıştığımız için) bir kenara bıraksak bile, Financial Times’dan Martin Wolf’un yorumundaki “Batı mali sisteminin görkemli çöküşü” ifadelerini, ekonomisi fazla veren ülkelere yönelik “ya Batı’yı, açık veren ülkeleri (esas olarak ABD) kurtarırsınız ya da sonuçlarına katlanırsınız” anlamına gelen tehditlerini göz ardı etmemiz olanaklı değildi. Yine Financial Times’in yorumcularından Prof. William Builer‘in, merkez bankalarına, boşuna vakit kaybetmeyin bir an evvel sıfır faize ulaşarak likidite kapanına atlayın, nasıl olsa oraya gidiyorsunuz uyarısı, eski IMF ekonomistlerinden Rogof’un “tam kapsamlı bir küresel resesyon yaşıyoruz”, bize enflasyon gerekiyor saptamaları, neo-liberal ekonomi yazarlarının duayeni sayılan Sir Leon Brittan’ın, Harold McMillan’a göndermeyle, bütçe açığını, sonuçlarını düşünmeye kalkmadan genişletme çağrısı, gelinen noktadaki ruh halini çok iyi sergiliyordu.
Sanayinin içinden bir saptama istersek Nokia ve Royal Dutch gibi iki devin ve de Avrupa sanayiinin en büyük 48 firmasının oluşturduğu Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası adlı örgütün yönetim kurulu başkanı Yorma Ollila’nın “Ekonomik koşulların bu kötüleşme hızı hiçbirimizin daha önce yaşamadığı bir şeydi”… “Gerçek bir krizle yüz yüzeyiz. Beklememiz gerekmiyor. Burada ve bizimle” ifadelerine bakabilirsiniz. Ya da Alman iş makineleri sanayiinin önde gelen isimlerinden Diether Klingelnberg’in “35 yıldır bu firmayı yönetiyorum. Daha önce böyle bir şey görmedim. Bu gerilemenin hızı ve derinliği çok korkutucu… Kimse bu korkunun ne kadar süreceğini bilemiyor” ifadelerine kulak verebiliriz.
Ne kadar sürecek?
Şimdi tartışmalar, “ne kadar sürecek” konusuna kaydı. Ne yazık ki burada da yine son derecede ilkel düşünce yöntemleriyle hareket eden “bayağı iktisat” elimizi kolumuzu bağlıyor, bize kıyaslamadan başka bir araç bırakmıyor .
Bu bağlamda, önceki resesyonlara bakarak el yordamıyla bir öngörü geliştirmeyi denemek olanaklı. Geçen hafta Hurşit Güneş, bu konuda elde olan verileri sergilemişti: 1929-1932 krizi 810 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 90 oranında düştü… 1973-1974 krizi 450 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 48 oranında düştü… 2000-2002 krizi 660 gün sürmüştü ve o süreçte borsa tam yüzde 49 oranında düştü… Son kriz (2007-2008) çıkalı 410 gün oldu ve bu süreçte borsa tam yüzde 49 oranında değer kaybetti”.
Güneş, bu açıdan krizin daha çok 1929’a benzediğine işaret ediyor (ama onun kadar uzun sürmesini beklemiyor) sanırım en azından 660 günden fazla sürmesini bekliyor. Ancak Güneş’in 1929’a o kadar da benzemediğini vurgularken ileri sürdüğü gerekçelerin (tedbir alınmakta gecikilse de yanlış teşhis yapılmadı, tüm dünya buna tepki verdi, tedbirler çok cömertçe ve eşgüdümlü olarak uygulanmaya konuldu) üçünün de göreli ve kolaylıkla tartışılabilir olması düşündürücü.
Daha teknik bir yaklaşım “uzun dalgalar”, 1929 depresyonunu öngörebilmiş olan “Kondradiev salınımları” bağlamında denenebilir. Aivazov ve Kobyakov’un bu bağlamda bir çalışması (Global Research, 27/11), en son gerilemenin 2000-2007 arasında başladığını yaklaşık olarak 2015-2025’e kadar sürebileceğini düşündürüyor. 2000-2007 teorik olarak açıklanabilir bir başlangıç aralığı olmakla birlikte, bu yöntem de tatmin edici bir teorik zeminden yoksun.
Krizden çıkışın ne zaman başlayabileceğini, bir toparlanmanın (geçici bir öteleme olup olmadığını) bilebilmek için, en azından üç gelişmeyi beklemek gerekiyor diye düşünüyorum. Birincisi, kapasite fazlasının, eski sanayilerin tasfiyesi. İkincisi, ekonomik büyümeyi sağlayacak “ekonomik artığı” üretebilecek (kâr oranlarını restore edecek), yeni “emek süreçlerinin”, buna bağlı yeni sanayilerin yaratılması. Nihayet bir veya bir grup ülkenin yeni bir “sermaye birikim” modeli geliştirerek “sürüden” ayrılmaya (gerçek bir “decoupling”) başlaması…
No comments:
Post a Comment