(TMMOB Kimya Mühendisleri Odası ve Ziraat Mühendislari Odası’nın düzenlediği, Dünya Gıda Günü –Gıda Egemenliği Konferansı’nda (16 Ekim 2008/ Amkara Milli Kütüphane Konmferans Salonu) yaptığım sunuşun notları.)
Neo Liberalizm ve Gıda güvenliği sözcüklerini an yana koyunca aklıma, inanın burada ağzıma alamayacağım ağır sözler geliyor. İnsanlığın geleceğini bu kadar tehlikeye atan bir ekonomik yönetim modeli sanırım bu güne kadar görülmemiştir. Gerçi sermayenin, yaratıcılığı malum, eminim eğer fırsatını bulursa, günün birinde daha da kötüsünü icat etmeyi başaracaktır.
Neo-liberalizm gıda güvenliğini üç yerden vurdu.
Birincisi ülkelerin kendi doğal koşullarına uygun biçimde şekillenmiş tarım-gıda rejimlerini yıktı ve köylülüğü, ekonomisiyle, kültürüyle birlikte imha etmeye başladı. Hem de kırdan çıkan nüfusa yeni, yeterli bir ekonomik faaliyet alanı, sosyal güvenlik sistemi yaratamadan.
İkincisi, tarım ürünlerinin fiyatlarını yerel maliyet koşularından koparıp uluslararası piyasalara tabi kılarken, borsalarda spekülasyon konusu haline getirdi, arz ve talebi tüketicinin gereksinimlerinden kopardı.
Sonuç yoksullaşmada büyük bir hızlanma oldu
Üçüncüsü, neoliberalizm, dünyanın doğal kaynaklarının tüketimini hızlandırdı, küresel ısınmaya büyük katkı yaptı, su krizini derinleştirdi.
Ben konuşmamda bunlardan ilk ikisi üzerinde duracağım.
Neo-liberalizmin getirdiği gıda rejimi ve köylülük üzerindeki etkileri
Neo-liberalizmden önce,1940-1970 arasında birbirine paralel yaşayan iki “gıda rejiminden” söz edilebilir sanıyorum.
Birincisi, ABD tarımında, hızlı makineleşmenin, Depresyon sırasında devreye giren tarım destek politikalarının (ve tabii hiç kaybolmayan korumacı eğilimlerin) etkisiyle oluşan büyük kapasite ve üretim fazlasını, Avrupa’ya, gelişmekte olan ülkelere ve eski sömürgelere göndermeyi amaçlayan gıda yardım programlarına dayalı rejim. Bu programlar, ABD tarım ürünlerinin bu ülkelerin piyasalarına damping yapılması anlamına geliyor, yerli üreticiyi batırıyor, kırsal nüfusu çözüyordu ama yerel yönetici sınıflar açısından ucuz gıda ve sanayi için gerekli iş gücünün yaratılmasına yardım ediyordu. Bu süreç bu ülkelerde gıda güvenliğin giderek ABD kaynaklı tedarike bağlıyordu.
İkincisiyse, kimi gelişmekte olan ülkelerin benimsediği ithal ikamesine, iç pazara yönelik sanayileşme tarımın, Pazar olma özelliğini de göz önünde bulundurarak gümrük tarifeleri, taban fiyatları, girdi destekleri ve ucuz kredilere korunmasını gerektiriyordu. Böylece yerli tarım ürünleri çeşitliliğini, ekolojik, genetik zenginliğini yerel koşullara uygun üretim özelliklerini büyük ölçüde korumaya devam ediyordu, Bu ülkelerde kendi kendine yeterli bir gıda rejiminin yaşamaya devam ettiği söylenebilir
1970’lerin sonunda, ABD faizlerinin aniden yükselmesi çevre ülkelerde bir borç krizini tetikleyince yepyeni bir konjonktür oluştu.
Gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri, dış kaynak ve döviz kıtlığından aniden durma noktasına geldi. Yönetici sınıfları panik halinde borçlarını ertelemeye, yeni kaynak bulmaya yöneldiler. Tam o sırada IMF ve Dünya Bankası, merkez ülkelerde uygulanmaya başkanmış olan neo-liberalizmin çevre ülkelerde de uygulanması için gereken koşullar listesini borç isteyenlere dayatmaya başladılar.
Böylece çevre ülkelerde tarıma verilen destekler hızla kaldırıldı, tarım piyasaları dünya piyasalarına, diğer bir değişle ABD ve AB de tarım üreticisinin rekabetine açıldılar. Gelişmiş ülkelerdeki sayıları 50-60 milyonu geçmeyen çiftçiler birim başına 1-2 milyon kilogram tahıl üretebilirken, dünyanın geri kalanında yaklaşık 3 milyar köylü için bu verimlilik 10-50,000 Kg. düzeyindeydi. En yoksul alanlarda da 2000 kiloyu geçmiyordu.
ABD’de bir çiftçinin aldığı yıllık desteğin yoksul bir ülkedeki çiftçinin yıllık gelirinin 100 katına ulaştığını da göz önüne alırsak, Bu haksız ötesi rekabet ortamında gelişmekte olan ülkelerin tarımı ve köylüsünün hiçbir şansı olmayacağını örebiliriz. Böylece köylü ekonomisi, toprakları ve kültürüyle birlikte hızla yok olmaya, kentlere yığışmaya, en kötü, sağlıksız koşullarda yaşamaya daha doğrusu yavaş ölüme mahkum ediliyordu.
Bu sırada iki gelişme daha yaşanıyordu: Gelişmekte olan ülkelerin yöneticileri borç ödeme telaşı içinde tarımı ihracata yönelik bir kaç ürün üzerinde uzmanlaşmayı teşvik ediyor, yerel üretim de yerel koşullardan, uzaklaşıyordu. Böylece gıda tedariki giderek artan ölçüde ithalata, ülkenin döviz yaratma kapasitesine, hatta yabancı ülkelerdeki, merkez ülkelerdeki insanların tüketim alışkanlıklarına bağlı hale geliyordu.
Bir örnek vermek gerekirse, Ghana’da yerel tarımla uğraşan köylü su sıkıntısı çekerken, Londra’da satılmak üzere üretilen, yemeğe hazır yeşil salatanın bir paketi için 50 Lt su harcanıyordu.
Pirinç piyasasından birkaç örnek vereyim: Kameron: 1994-2004 arası ithalatı %100 arttı, yerli üretimde için kullanılan toprakların %30’u boşaldı. Fildişi kıyısı, 1997-2006 arası yerli üretim %40 geriledi. Nepal, 1994-2000 yerli üretim %25 geriledi. 1970 lerde kendine yeterli bir ülke olan Ghana 2003’de tüketiminin %64’ünü ithal ediyordu. Benzer gelişmeleri Zimbabwe, Kamboçya, Etiyopya, Filipinler Vietnam gibi ülkelerde de görüyoruz.
Bunlara karşılık, dünya bankası ve IMF önerilerine aldırmayıp ülkelerinin tarımını korumaya, desteklemeye devam eden Malawi’nin son gıda krizinden etkilenmediğini gördük.
Neo-liberalizmin ve finansallaşmanın gelişmiş ülkelerde körüklediği tüketim eğilimleri, Tarım ürünleri işleyen sanayi (agrobusiness) alanında etkinlik gösteren büyük ÇUŞ’lerın gelişmekte olan ülkelerin piyasalarına girişi hızlandı. ÇUŞ’ler geldikleri ülkelerde, üretimi doğrudan denetlemeye başladığını, en iyi toprakları çoğu zaman devletin yardımıyla köylülerden arındırarak ele geçirdiğini görüyoruz. Burada çevre koşularının, su kullanımının vb hiçbir denetime tabi olmadan gerçekleştiğini sanırım vurgulamaya gerek yok.
Böylece, neoliberalizm sayesinde gelişmekte olan ülkelerin yerel koşullara uygun, belli bir tarihsel ürün çeşitliliğine dayalı tarımı, buna bağlı köylü yaşamı ve kültürü yıkılıyordu. Bu sırada halkın gıda tedarik sorunu dünya piyasasına bağlanıyor, çarpık kentleşme hızlanarak, yeni ekolojik ve sağlık sorunları yaratıyordu.
Birde mali kriz…
Bu yıkım, 2007 yılında mali kriz patlak verince, bir tsunamiye dönüştü. Neoliberalizmin, serbest piyasaya ve dünya fiyatlarına dayalı gıda rejimi adeta kitle imha silahına dönüştü. Can derdine düşen mali sermaye spekülasyon aracı olarak gıda malların yönelince, zten yerel üretim ve maliyet özelliklerinden, koparılmış gıda fiyatları bu kez tüketici talebinden tümüyle kopararak, hızla artmaya başladı. Buğday fiyatı bir yılda %120, pirinç fiyatı % 75 arttı.
Dünyanın 3 milyar köylüyü de içeren yoksullarının bütçesinde gıda mallarının payının %80 ulaştığını düşünürseniz, “kitle imha silahı” betimlemesi o da aşırı gelmeyebilir.
Tüm bunlara ek olarak, Neoliberalizm ve finansallaşma özellikle geçen 15 yıl içinde gelişmiş ülkeler başta olmak üzere tüketimi, dolayısıyla doğal kaynakların aşınmasını çok büyük ölçüde hızlandırdı.
Böylece su stokları kirlenmeye, küresel ısınma hızlandıkça da su rezervleri gerilemeye başladı, Bu ise tarımda kullanılan suların giderek azalması, ancak en yüksek karı getiren ürünlerin (salat sebze, çiçek vb gibi ürünler) üretimine ayrılmasını hızlandırdı.
Böylece Dünya Bankası’nın da kabul ettiği gibi aniden büyük bir gıda kriziyle karşı karşıya kaldık…
Köylülüğün önemi
Son olarak köylülüğün önemi üzerine bir notla bitirmek istiyorum sunuşumu.
İtiraf emeliyim ki 1990’lara kadar benim kafamda köylülük, özellikle küçük köylülük, Modernleşmenin bir gereği olarak, hızla sanayileşerek tasfiye olması gereken bir tabakaydı. Küçük köylü tarımı verimsizdi, tasfiye edilmesi gerekiyordu.
İçime ilk kuşku, Jack Chirac’in bir ifadesini duyunca düştü: Chirac, Fransa’da köylüye verilen destekleri savunurken “köylülük salt bir ekonomik olay değil aynı zamanda Fransa için bir kültür hazinesidir” diyordu.
Küçük köylü tarımı verimsizdir iddiası da aslında gerçeği yansıtmıyordu. Bu ekonomist, piyasacı mantıkla hesaplanan bir verimlilik anlayışına dayanıyor. Dahası köylü muhalefetini, gerici ilan ederek daha baştan susturuyordu.
Halbuki, küçük köylü tarımının, çevre koşulları nüfus hareketleri, doğanın, toprakların, genetik çeşitliliğin korunması gibi sorunlarda yaptığı olumlu etkiler göz önüne alan kimi hesaplamalar farklı sonuçlara ulaşabiliyorlar. Ayrıca modern tekniklerin kullanılması, gereken desteğin sağlanması halinde, salt piyasa mantığı açısından bile küçük köylü tarımı çok yüksek verimlik düzeylerin çıkabiliyor.
Nihayet daha yeni bir gelişmeye Via Campasino (Köylü yaşamı) hareketi ve Brezilya’daki topraksızlar hareketi beni köylülüğün önemine iyice ikna etti.
Latin Amerika’da başlayan bu köylü hareketleri sermayeye ve neoliberal küreselleşmeye karşı çıkıyor, kentlerdeki gecekondularda çürümek istemiyor, kıra dönüp, tarım yapmak kendi değimleriyle “toprak anaya” sahip çıkmak istiyor. İlk anda romantik ve geriye doğru bir bakış gibi gelebilir ama
1) Demokratik bir talep kimi insanlar böyle yaşamak istiyorlar
2) Üstelik, bu talepler, insanlığın genel çıkarlarıyla, kent nüfusunun azalması, tarımın gıda güvenliğinin yerelleşmesi, toprakların yeniden işlenmesi, gibi gereksinimlerine uygun.
3) Tarımda genetik zenginliğin, kültürel çeşitliliğin korunması açısından da çok yararlı bir hareket bu köylü hareketleri.
4) Dahası, desteklendiği modernleşmesine gerekli eğitim, öğrenim olanaklarına kavuşması sağlandığı taktirde, bir köylü modernleşmesi (kendi deyimleri) dolayısıyla demokratikleşmesi süreci de oluşarak ülkelerin dokularını zenginleştirme şansına sahip.
Neoliberalizmin ve sermayenin köylülüğe saldırısı ayni zamanda emek ordusunu büyüttüğü, ücretler üzerinde baskı yarattığı, emekçilerin tüketim mallarının fiyatlarını dünya pazarına tabi kıldığı için işçilere de yönelik bir saldırı.
Bu nedenlerle Via Campasino herekti sözcüleri, geriye bakan değil ileri yeni, farklı bir dünya kurmaya çalışan bir hareket olduklarını savunuyorlar. Topraksızlar hareketi, kentte evsizler hareketiyle bağlantı kurabiliyor.
Bu anlamda genelde kırda çalışanlarla kentte çalışanların çıkarlarının, ekolojik ve gıda krizi üzerinde dünyanın büyük çoğunluğuyla çakıştığı da söylenebilir.
Tüm ülkenin ve hatta insanlığın geleceği açısından “gıda güvenliği”, sorunun “köylü sorunu” ona da gıda egemenliği, diğer bir değişle “ gıda üretiminın kontrolu” sorunu olarak bakmak gerekiyor diye düşünüyorum.
No comments:
Post a Comment