(Cumhuriyet 02.06.2008)
AKP hükümetinin I. dönemi üç fantezi üzerinde tamamlanmıştı: Ekonomik büyüme, demokratikleşme, yeni başarılı bir dış politika. Fanteziler de esas olarak iki varsayımla destekleniyordu: Neo-liberal küreselleşme kalıcıdır, ABD hegemonyası altında, tek kutuplu bir dünya oluştu. Bu iki varsayım yıkılırken AKP’yi II. dönemine taşıyan fanteziler de çöküyor.
Mali krizin dalgaları Türkiye sahillerine ulaşınca, ekonomik büyümenin ve refahın bir kredi köpüğü üzerinde yüzen tahta parçalarından öte bir içerikleri olmadığı anlaşılmaya başlandı. Demokratikleşme fantezisi, geç de olsa 1 Mayıs olayı, “Flört zinadır” ayıbı, dinleme için özel örgüt skandalıyla darmadağın oldu. Geriye dış politika fantezisi kalıyor: AB’ye üye oluyorduk, mihver ülke (ya da Davutoğlu’nun hangi yazısını okuduğunuza bağlı olarak, “merkez” ülke) olmaktan merkez ülke olmaya ya da merkez ülkeden küresel güç olmaya dönüşecektik. AB üyeliği sürecinin başına gelenler malum. Geriye bir tek, “merkez” ya da küresel güce dönüşmek, hatta bölgede Osmanlı barışı kurmak kaldı. Bu fantezinin geleceği de tümüyle ABD’ye bağlı.
Hassas konular…
Bu yüzden ne zaman birileri “ABD artık tek süper güç değil, tek kutuplu dünya geride kaldı” gibisinden yorumlar üretseler, AKP yanlısı yazarların sinirleri bozuluyor. Aksini savunma çabalarına, nadiren rastlasak da genel tavır, bu tartışmaları yok sayarak “tek kutuplu dünya” nakaratını tekrarlamaya devam etmek.
Bu yazarlar sinir olmakta haklılar. AKP söylemini, belli bir dünya tanımına (esas olarak Ahmet Davutoğlu tarafından üretilmiş bir tanıma) dayandırıyor. Bu dünyada ABD tek aktör, bölgede tek belirleyici, bölgedeki tek hikâye de Afro-Avrasya’yı içeren Büyük Ortadoğu Projesidir. Türkiye bunun içinde, coğrafyası, tarihi, kültürü açısından en merkezi ülkedir. Ama çevresine güç yansıtabilmesi (pardon barış, istikrar getirebilmesi diyecektim) için bu küresel süper gücün stratejik desteğine gereksinimi vardır. Bu desteği alabilmek için de Türkiye’nin her türlü ulusalcı, ve/veya anti-emperyalist söylemden arınarak bu süper güçle kader birliği yapması, küreselleşmeci neo-liberal söyleme sadık kalması gerekiyor.
Eğer ABD’nin bu konumu değişirse, dünyada ve bölgede karşısına başka oyuncular çıkarsa, ABD, bölgesel, küresel stratejisini, oyunun kurallarını değiştirmeye başlarsa AKP’nin bu fantezisi de buhar olup uçar.
Ne yazık ki (AKP açısından…) Irak fiyaskosunun ardından ve ekonomik kriz derinleştikçe tek kutuplu bir dünyanın kurulamadığı artık iyice bilinçlere çıktı. Artık, küreselleşmeciliğin yanı sıra Avrupa’dan ABD’ye ulusalcı eğilimler, ulusal çıkarlar, stratejik sanayiler vb. gibi kavramlar gittikçe daha fazla kullanılıyor.
Diğer bir deyişle, küreselleşme süreci, kapitalizmin tarihinde, bir kez daha doğal sonucuna ulaşarak 100 yıl önce olduğu gibi, yine ülkeler arasındaki ve ülkeler içindeki, “bizler ve onlar”, “zenginler ve yoksullar” çelişkilerini derinleştirmeye, öne çıkarmaya başladı. Şimdi, küreselleşmeyi sorgulayan ülkeler kervanına ABD’nin de katılmak üzere olduğuna ilişkin işaretler artıyor. Bu bağlamda geçen hafta Financial Times’ta Philip Stephens’ın “yeni bir ‘biz ve onlar’ dünyası için tatsız gerçekler”, International Herald Tribune’de Henry Kissinger’in “Küreselleşme ve hoşnutsuz olanlar” başlıklı yorumları, Dilip Hiro’nun ABD’de Pentagon çevresinin dergilerinden, Military Review’daki “Gerileyen tek süper güç ve çok kutuplu dünyanın yükselişi” başlıklı denemesi dikkatimi çekti.
‘Bizler, onlar’ ve ‘ulusal çıkarlar’
Philip Stephens’e göre, dün küreselleşmenin parametrelerini “biz” belirliyorduk, “onlar” krizlerine katlanmak zorunda kalıyorlardı. Sonra “onlar” krizden derslerini aldılar. Şimdi mali krizin etkisiyle bizim ekonomilerimiz yavaşlar, onlarınki hızla büyümeye devam eder, ABD’de ve Avrupa’da tüketici, kredi darlığı, yüksek yakıt ve gıda fiyatlarıyla cebelleşirken Çin’de tüketimin büyüme hızı yüzde 15 dolayında seyrediyor.
Şimdi “biz” küreselleşmeden yakınır olduk. ABD başkan adayları “onları”, “bizim” ülkelerindeki işleri çalmakla suçluyor. Avrupa, “bizim” gıdalarımızı, “bizim” yakıtlarımızı onlar tüketiyor, bu yüzden fiyatlar artıyor diye yakınıyor. Stephens’e göre, “ ‘Batı’ bu krizde dünyanın yeniden şekillendiğini, ekonomik siyasi gücün doğuya kaydığını göremiyor, hâlâ işlerin eskisi gibi süreceğini, yeni gelenleri, kısmi düzenlemelerle kendi sistemine uyduracağını sanıyor, ama yanılıyor.” Dahası, bu, zengin, eğitimli, kültürlü “biz” ve yoksul, cahil “onlar” ayrımı, zengin ülkelerin içinde de oluşuyor.
Kissinger’de küreselleşmenin, tüm sanayileri aynı biçimde ekilemediğinden hareketle, ulus ötesi şirketlerin serbest ticareti, ulusal piyasaya üretim yapanların ve sendikaların korumacılığı savunduğuna dikkat çekiyor. Mali kriz bu çelişkileri derinleştirirken küreselleşmenin stratejik etkisi, iki düzeyde, önemli sorunları gündeme getiriyor. Yabancı yatırımların kısıtlanması hatta yasaklanması gereken ulusal güvenlik açısından vazgeçilemez sanayiler var mı? Amerika’nın savunma kapasitesini koruyabilmek için hangi sanayilerin çökmesini engellemek gerekiyor?
Kissinger , “Bunlar istismara açık sorunlar ama ulusal çıkarların gerekleriyle yüzleşmekten kaçınmak için bu bir bahane olamaz” diyor. Kissinger’e göre “ulusal güvenliğin küreselleşmeye koyduğu sınırlar, ulusal temelde saptanmalıdır. Bunlar baskı gruplarına, lobicilere, seçim kaygılarına bırakılamaz”. Özetle, ABD dış politikasının en saygın ve etkin isimlerinden Kissinger, “ulusal çıkar” diye bir şeyden söz ediyor, bunun küreselleşmenin gereksinimlerinin, serbest ticaretin önüne geçmesi gerektiğini savunuyor. Kimse kalkıp Kissinger’i ulusalcılıkla suçlamıyor. Aksine dikkat ederseniz, bizdeki ABD hayranı, AKP’li küreselleşmeci neo-liberallerin aksine, ABD başkanlık seçimlerinde hiçbir aday ulusalcılığına toz kondurmak istemiyor. Bizde ise bırakın ulusal çıkarı, emperyalizmden söz edenleri bile, neredeyse faşist ilan edilip çarmıha germeye çalışıyorlar. “Siyah ten beyaz maske” n’olacak!
Dilip Hiro’nun Military Review’da yayımlanan makalesiyse ABD üstünlüğünün çeşitli yönlerindeki gerilemelere, çok kutuplu bir dünyanın biçimlenmekte olmasına dikkat çekiyor. Hiro esas olarak, Irak fiyaskosunun, enerji fiyatlarındaki artışların ve El Cezire, France -24, English Language Press (İran), Telesür (Venezüella) gibi, CNN-BBC düopolünü kıran yayınların, Rusya ve Çin’in ekonomik askeri, Venezüella, İran’ın stratejik olarak yükselişi, bunlar arasındaki ilişkiler ve ittifaklar, ABD karşıtlığı üzerinde duruyor. Körfez ülkeleriyle, Rusya arasında, enerji, terorizm karşıtlığı ve savunma konularında ortak bir zeminin oluştuğunu gösteriyor. Özetle, yalnızca askeri, ekonomik, mali güç dengeleri değil, dünya halklarının dünyaya ilişkin algıları da ABD aleyhine değişiyor.
Özetle AKP hükümetinin söyleminin ve kendine olan güveninin kaynaklarından biri daha hızla çöküyor. Sanırım, iç ve dış politikada bocalamaların temelinde, dışarıdan gelen rüzgârların yön değiştirmeye başlamış olması da var.
No comments:
Post a Comment