Wednesday, June 11, 2008

Obama Kazandı Çok [U]mutluyuz

(Cumhuriyet 09.06.2008)

Demokratik Parti’den, Hillary Clinton ve Barack Obama’nın aylardır, adeta bir Hollywood filmi seyreder gibi izlediğimiz, başkan adaylığı yarışı nihayet tamamlandı. Clinton ile Obama arasındaki siyasi farkları pek kavrayamadık, ama bir zamanlar ABD’ye köle olarak getirilen siyah ırktan birinin şimdi devlet başkanı olmaya hazırlanmasına çok sevindik, içimiz ısındı. Seçimlerden sonra da, Bush döneminin “karanlığını” geride bırakan, ABD’nin uluslararası imajını temizleyecek yeni bir dış politika umuyoruz.
Kimsenin moralini bozmak istemem, ama bunlar boş umutlar. Hem ABD halkını hem de bizleri, özellikle dış politika alanında bir düş kırıklığı bekliyor. Demokratlar, Obama yerine Clinton’u seçmiş olsalardı, yine bir şey değişmeyecekti.

Bir kamu diplomasisi zaferi
Ama Clinton-Obama yarışının hiçbir anlamı olmadığını da söylemiyorum. Irak savaşı, Irak yalanları, Guantanamo, Ebu Garib, işkenceyi meşrulaştırma tartışmaları, başkanın kralları aratmayan yetkileri, “hayalet uçaklar”, Katrina rezaleti, Ulusal Güvenlik Yasası bağlamında, ABD halkının özgürlüklerini kısıtlayıcı, kişi özelini yok edici uygulamalar, ABD’nin “en demokratik, en özgür ülke” imajını yıkmıştı. ABD hegemonyasının, “yumuşak gücünün” (özendirici özelliklerinin) aşınma süreci Bush döneminde iyice hızlanmıştı.
Clinton - Obama yarışı, tüm dünyanın gündemine, ABD demokrasisinin görüntülerini, gerek uluslararası medya tekelleri, gerekse de her ülkedeki ABD dostu yazarların çabalarıyla getirdikten sonra, şimdi sıra, Obama ile Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı eski Vietnam gazisi Senatör John McCain arasındaki başkanlık yarışını parlatmaya geldi. Bu yarışı kim kazanırsa kazansın, iki aday arasındaki siyasi farkların neler olduğunu yine pek kavrayamayacağız, ama her aşamada, Obama’ya bakıp, “Uygarlık açısından ne büyük bir gelişme” diyerek hayranlıkla başımızı sallayacağız.

ABD “kamu diplomasisi” makinesinin uzantısı ya da gönüllü katılımcısı yazarlar şimdi, “tek süper devlet”, “tek kutuplu dünya” fantezilerini, tüm bunlar, Council on Foreign Relations (CFR) Başkanı Richard Haas’a göre geride kalmaya başlamış olsa da (Foreign Affaires, Mayıs/Haziran, 2008), kafamıza kakmaya başladılar bile. Bu ABD’ci yazarlar, ABD hegemonyasına hayran olma, boyun eğme eğilimimizi güçlendirmek için ellerinden geleni yapacaklar. Dahası bunlar (örneğin, The Economist, “America at its best”, 05/06/08; Çandar, Referans, 06/06/08), şimdi Obama bağlamında, ABD’nin değişim kapasitesini kafamıza kakacaklar: Mademki ABD değişiyor, bizdeki ‘statüko’ da değişecek! Direnmek nafile siz de boyun eğin.

Aslında, Obama veya McCain’in ABD dış politikasında bir değişimin habercisi olduğuna inanmak için, ABD gibi ülkelerin dış politika oluşturma özelliklerinden ve günümüz dünyasının dinamiklerinden habersiz olmak gerekiyor. Ya da kötü niyetli…

Gelen, dış politikayı hazır bulur
Tabii ki yeni başkanla birlikte, ABD dış politikasında kimi değişiklikler göreceğiz. Ama bunlar içeriğe ilişkin olmayacak. Bush sonrası dış politikanın temel ilkeleri, genel çerçevesi daha şimdiden, saptanmış durumda. Bush’un, 11 Eylül sonrasında izlemeye başladığı dış politikanın içeriği de (hegemonya stratejilerinden imparatorluk taktiklerine yönelimler) Clinton döneminde saptanmıştı: “Vazgeçilmez ülke”, “kullanmadıktan sonra bu kadar büyük bir orduyu niye besleyelim ki”, rejim değişikliği doktrini, CENTCOM’un kurulması, Orta Asya bölgesine yönelik yeni askeri/diplomatik inisiyatifler vb…

Bush seçim kampanyası boyunca, dış politikada “kendi işine bakmayı” savundu, “ulus inşası” projelerine karşı çıktı. Ama iktidara geldikten kısa süre sonra, 11 Eylül’ün yardımıyla, Clinton döneminde başlayan dış politika yönelimini güçlü bir vurguyla, mantıki sonuçlarına kadar iterek benimsedi.

Şimdi de benzer bir durum söz konusu. Bush yönetiminin II. döneminde Çin ve Rusya’nın yükselişine cevap olarak ABD’de Avrupa, Hindistan ve Japonya ile çok daha yakın, çok yönlü ilişkiler, “demokrasiler bloku”, “demokrasiler ittifakı” önerileri bağlamında, daha geniş bir cephe oluşturma eğilimi güçlendi. Avrupa’da Merkel ve Sarkozy hükümetlerinin de bu eğilime cevap verdiğini görüyoruz.

Bush’un II. döneminde, “temel sorunlar listesinin” başında, dünya ekonomisinde gıda, enerji, su kıtlığı, sanayide kapasite fazlası, talep yetersizliği sorunları, talep yetersizliğini yönetmek üzere genişleyen kredi köpüğünün patlamasıyla oluşan mali kriz ve stagflasyon (resesyon ve enflasyon) var. Öyleyse, dış politikada, doğal kaynaklar, enerji havzalarına erişimin güvenlik altına alınması, stratejik endüstrileri korumak, işsizliğin daha fazla artmasını engellemek için ulusal ekonominin dış rekabete karşı korunması, buna karşılık yeni piyasaların açık kalmasının sağlanması gibi sorunların öncelik kazanması gerekiyor.

Son yıllarda başlayan bu süreç, sınıflar arası ilişkiler düzeyinde de önemli bir değişikliğe işaret ediyor: Küreselleşmiş mali sermaye üzerinde yaşayan kesimlerin, mali krizlerin etkisiyle ekonomik siyasi güçleri zayıflarken, sınai ve savunma, istihbarat, bilişim sanayileri üzerinde yaşayan sınıf kesimlerinin etkileri giderek artıyor. Bu kayma iki dalga halinde yaşandı. Birinci dalga, 1997 Asya krizinden 2003’te, Irak savaşı çıkmaza girene kadar sürdü. Resesyonu engellemek için mali köpük yeniden şişmeye başlayınca, mali sermayenin etkilerinde bir toparlanma yaşandı. İkinci dalga 2007’de mali kriz, petrol krizi ve gıda krizi içinde, Rusya ve Çin’in etkilerinin daha bir hissedilir olmasıyla başladı.

Bush’un II. döneminde, “AfricaCom” kuruldu, Latin Amerika’ya yönelik olarak IV. Filo yeniden etkinleştirilirdi. (World Press.org, 03/06/08). Terorizme karşı uzun savaş paradigması içinde Pentagon’un bütçesi katlanarak büyüdü; askeri istihbarat örgütlerinin gücü, CIA’nın ve üs komutanlarının gücü sivil diplomasinin önüne geçecek biçimde genişledi, yeni bir askeri üsler ağı oluştu (Frida Berrigan, “How the Pentagon Shapes the world” Tom Dispatch, 27/05/08).
ABD dış politika çevrelerinde, CFR, Haas, Kissinger, Zhakaria gibi önemli kurumların, isimlerin söylemlerine, bunları yayan medyanın havasına bakınca uzun döneme ilişkin “yeni” ilkelerin de şekillenmekte olduğunu görüyoruz. Örneğin, “tek kutuplu dönemin” geride kaldığı sürekli vurgulanıyor. Bu, yeni başkanın, “imparatorluk” refleksinden daha çok hegemonya restorasyonuna, geniş ittifaklar kurma arayışına önem vereceğine işaret ediyor. Geçen haftalarda medyada başlayan, “Ortadoğu’da yerel güçler kendi sorunlarını kendileri çözüyor” kampanyası, ABD’nin bölge politikasında bir değişimin başladığına işaret ediyor. ABD, Sünni-Şii saflaşması üzerinde oynamaya devam ederken hem imajını daha fazla aşındırmamak hem de daha düşük maliyetle çalışabilmek için yerel sorunlara doğrudan değil, “vassalları” aracılığıyla müdahale etme eğilimini benimsemeye başladı. Washington Post’un başyazısında işaret ettiği gibi, iki partinin adayları arasında Ortadoğu konusunda bir yaklaşım farkı yok.

Gelişmeler, yeni başkanın dış politikasının, öncekinin bir devamı olacağını gösteriyor.

No comments: