Orhan Pamuk Nobel aldı. Büyük bir tartışma ve saflaşma oluştu: Sevinenler ve sevinmeyenler. Sevinenler, sevinmeyenleri, Orhan Pamuk’a karşı husumet duymakla suçluyorlar. Bu da yetmiyor, işi milliyetçi, faşist ve benzeri sıfatlara kadar vardıranlar var. Dahası Orhan Pamuk’un Nobel almış olmasına sevinmeyenlere karşı büyük bir düşmanlık… Aslında, burada kimin milliyetçi hatta ırkçı duygularla davrandığı çok tartışmalı… Bir Türk yazarı Nobel aldı Hurra!
Değerli dostum Kaan Arslanoğlu’nun saptadığı bir ironiye de değinmek isterim: “Orhan Pamuk özgürlük savaşçısı olarak ödül aldı varsayımını benimseyenler kültür endüstrisinin karşıt görüşleri bastırmak için gösterdiği çabayı, hatta uyguladığı zihinsel şiddeti görmezden geliyorlar”
Aslında durum şu kadar basit olmalıydı: Orhan Pamuk Nobel almak istiyormuş, almış. Kendisini kutlayıp yolumuza devam etmek varken, hepimiz bundan pay çıkartmaya zorlanıyoruz neden? Sakın burada söz konusu olan Orhan Pamuk'tan ve aldığı Nobel’den başka bir şeyler olmasın?
Bu yüzden dikkatleri Orhan Pamuk üzerinde değil, onun ve ödülün üzerine adeta bir sülük gibi yapışarak sömürmeye başlayan “makine” üzerinde yoğunlaştırmak gerekiyor. Medya neden bu kadar ateşlendi? Bu medya aslında kim/ne? Türkiye’de kültür endüstrisi, aslında bizden ne istiyor, Orhan Pamuk’un Nobel’ine sevinmemizi isterken?
Bence artık gerçek bir insan olarak, yazar, romancı, olarak Orhan Pamuk ile, ürünleriyle, bir simge, “cultural icon” (“celebrity”, ünlü- boş kimlik) haline getirilmeye çalışılan Orhan Pamuk arasında bir ayrım yapmak, bu ikincisini anlamaya çalışmak gerekiyor. Bu “simge”, “icon” haline getirilmekten de en çok, gerçek Orhan Pamuk’un zarar göreceğini unutmadan. Ne trajik! İki açıdan: Eğer Orhan Pamuk’un tüm hedefi Nobel almak idiyse, şimdi, bundan sonra ne olacak? İkincisi, medya Orhan Pamuk’u “kültür savaşlarının” içinde hegemonya kurma süreçlerinin nesnesi haline getirerek, bir sanatçı olarak algılanma alanını daraltıyor. Halbuki Pamuk önce sanatçı olarak algılanmak istiyor sanırım (umarım).
Özetle esas tartışılması gereken sorular bence şunlar: (a) Simge olarak Orhan Pamuk ne anlama geliyor? Bu “bir sanatçı olarak Orhan Pamuk”u tartışmaktan farklı bir tartışmadır (b) Onu kullanan "makine" aslında bizden ne istiyor?
Friday, December 29, 2006
Monday, December 25, 2006
Orhan Pamuk üzerine bir not.
Aslında Orhan Pamuk’un Nobel almasıyla başlayan tartışmaların dışında kalmaya kararlıydım. Hala da kararlıyım. Bu gün Ahmet Hakan’ın yazısını okuyunca dayanamadım. Ahmet Hakan’la düşünce dünyalarımız ve yollarımız farklı (Ama, belli mi olur? Hürriyet’e geçtikten sonra çıktığı yolculukta epey mesafe kat etti, bu hızla nereye kadar gider bilinmez) ama Orhan Pamuk konusunda yaptığı saptamaların ve uyarıların çok yerinde olduğunu düşündüm.
Ahmet Hakan “Sevgili Orhan Pamuk, keşke Nobel zaferini bütün bir yıla yayarak kutlama kararınızı bir kez daha gözden geçirseniz” dedikten sonra “… ekliyor “mesela ‘Bir baltaya sap ol dediler, gittim Nobel aldım’ şeklinde serinkanlılıktan hayli uzak ve antipatik kaçan açıklamalar yapmasanız”.
Nobel’i bütün yıla yararak kutlamak düşüncesi, bence dahiyane. Ben bu güne kadar Nobel edebiyat ödülü ile ilgili üç tutum gözleyebildim. Birileri bu ödülü reddettiler. Eh ne de olsa, gerçek bir sanatçının değerini bu ödülün ölçmesini beklemek gerçekçi olmazdı. Birileri de ödülü alırken, bu kürsüyü bir eleştiri, muhalefet platformu olarak kullandılar. Muhalif bir sanatçıysanız, bu olanağı kaçırmak istememeniz de anlaşılabilir. Bir üçüncü grup da ödülü alır almaz bir çekmeceye kilitleyip unutmayı seçenlerden oluşuyor. Büyük olasılıkla bu ödülü, başarıları için bir ölçüt olarak aldıkları düşünülmesin diye... Bir sanatçının gerçek değerini bir komitenin saptaması zaten abuk bir şey değil mi?
Eğer Ahmet Hakan’ın aktardıkları doğruysa, Orhan Pamuk bir dördüncü kategori oluşturacak ve bir ilke imza atacak: Nobel ödülünü, yayım evlerinin, kitapların arkasına filan yazarak bir ölçüde kullandıklarını biliyoruz. Ama ilk kez bir yazarın kendisi için bir reklam kampanyasına dönüştürdüğüne şahit olacağız. Bence Pamuk, Ahmet Hakan’ı dinlemeyip, mutlaka bu kampanyayı gerçekleştirmelidir. Kendisini daha iyi tanımamıza büyük katkısı olacak bu kampanyanın.
“Bir baltaya sap ol dediler, gittim Nobel aldım”, belli ki doğrudan bir alıntı. Benim aklıma hemen şu ünlü fıkrayı getirdi; eminim siz de bilirsiniz. Halktan bir adam, nasılsa bir gün bir yerde bey olmuş. Hemen askerlerini gönderip babasını huzuruna getirtmiş. “Bak” demiş “sen bana adam olmayacaksın derdin. Ben Bey oldum”. Babası bakmış ne desin, “Bunu söylemek için babanı ayağına kadar getirdiğine göre gerçekten bey olmuşsun, ama yine de galiba ben haklıymışım.
"Evinde muhteşem bir can sıkıntısıyla volta atan, dağınık saçlı, gizemli yazar" imajına gelince nedense bir türlü gözümde canlanmıyor. Hele şu “sıkıntının” kaynağını bir öğrenelim… belki ondan sonra.
Ahmet Hakan “Sevgili Orhan Pamuk, keşke Nobel zaferini bütün bir yıla yayarak kutlama kararınızı bir kez daha gözden geçirseniz” dedikten sonra “… ekliyor “mesela ‘Bir baltaya sap ol dediler, gittim Nobel aldım’ şeklinde serinkanlılıktan hayli uzak ve antipatik kaçan açıklamalar yapmasanız”.
Nobel’i bütün yıla yararak kutlamak düşüncesi, bence dahiyane. Ben bu güne kadar Nobel edebiyat ödülü ile ilgili üç tutum gözleyebildim. Birileri bu ödülü reddettiler. Eh ne de olsa, gerçek bir sanatçının değerini bu ödülün ölçmesini beklemek gerçekçi olmazdı. Birileri de ödülü alırken, bu kürsüyü bir eleştiri, muhalefet platformu olarak kullandılar. Muhalif bir sanatçıysanız, bu olanağı kaçırmak istememeniz de anlaşılabilir. Bir üçüncü grup da ödülü alır almaz bir çekmeceye kilitleyip unutmayı seçenlerden oluşuyor. Büyük olasılıkla bu ödülü, başarıları için bir ölçüt olarak aldıkları düşünülmesin diye... Bir sanatçının gerçek değerini bir komitenin saptaması zaten abuk bir şey değil mi?
Eğer Ahmet Hakan’ın aktardıkları doğruysa, Orhan Pamuk bir dördüncü kategori oluşturacak ve bir ilke imza atacak: Nobel ödülünü, yayım evlerinin, kitapların arkasına filan yazarak bir ölçüde kullandıklarını biliyoruz. Ama ilk kez bir yazarın kendisi için bir reklam kampanyasına dönüştürdüğüne şahit olacağız. Bence Pamuk, Ahmet Hakan’ı dinlemeyip, mutlaka bu kampanyayı gerçekleştirmelidir. Kendisini daha iyi tanımamıza büyük katkısı olacak bu kampanyanın.
“Bir baltaya sap ol dediler, gittim Nobel aldım”, belli ki doğrudan bir alıntı. Benim aklıma hemen şu ünlü fıkrayı getirdi; eminim siz de bilirsiniz. Halktan bir adam, nasılsa bir gün bir yerde bey olmuş. Hemen askerlerini gönderip babasını huzuruna getirtmiş. “Bak” demiş “sen bana adam olmayacaksın derdin. Ben Bey oldum”. Babası bakmış ne desin, “Bunu söylemek için babanı ayağına kadar getirdiğine göre gerçekten bey olmuşsun, ama yine de galiba ben haklıymışım.
"Evinde muhteşem bir can sıkıntısıyla volta atan, dağınık saçlı, gizemli yazar" imajına gelince nedense bir türlü gözümde canlanmıyor. Hele şu “sıkıntının” kaynağını bir öğrenelim… belki ondan sonra.
Sermaye ve İnsan karşı karşıya
Ekonomi yazarı Ercan Kumcu Sosyal Güvenlik yasasını tartıştığı yazısından ( Hürriyet, 25/12), içine düşülen duruma ilişkin “çıkmaz bir yol yaratıyoruz” diyor. Bence haklı ama sıra çözüm önermeye gelince bu duruma neden olan yaklaşımı kendine temel alması da çok ibret verici.
Kumcu yazısının sonunda “Ama, eninde sonunda, iktisadi kurallar her türlü kuralın üzerinde olacaktır. Bundan kaçışımız yoktur". Saptamasını yapıyor. Sorun da burada.
25 yıldır dünyada tüm toplumsal sorunları ekonomik çıkarlara indirgeyerek görme, bunu da “serbest piyasa” anlayışına kadar daraltma yaklaşımı egemen. Diğer bir değişle “eninde sonunda iktisadi kurallar her türlü kuralın üzerinde olacaktır”anlayışı…
Bu anlayış o kadar egemen oldu ki içerdiği ve önerdiği acımasızlık giderek kanıksandı.
Ne demek “eninde sonunda iktisadi kurallar her türlü kuralın üzerinde olacaktır”?
Şu demek: İnsan yaşamının ekonomik olmayan boyutları, ahlak, sevgi, sağlık, eğitim, doğal çevre, toplumsal barış, gelecek kuşakların mutluluğu, bunların hepsi, sıra iktisadi kurallara gelince ikinci plana atılacaktır. Önce iktisadi kurallar sonra insan!
Peki “iktisadi kurallar” aslında ne anlama geliyor. İktisadi kurallar toplumda egemen olan iktisadi ilişkinin yaşaması için uyulması gereken kurallardan başka bir şey değil. Köleci toplumda, iktisadi kurallar bu ilişkinin yaşamaya devam etmesi için gerekli kurallardı. Feodal toplumda da bu kez feodal ilişkinin yaşaması için gerekli kurallar egemen oldu. Bu gün egemen ekonomik ilişki sermaye. Bu yüzden iktisadı kuralların her türlü kuralın üzerinde olması, sermaye birikim sürecinin gereksinimlerinin her türlü kuralın üzerinde olmasından (tutulmasından) başka bir anlama gelmiyor. Bu ise bu ilişkide başat olan toplumsal kesimlerinin çıkarlarının toplumun tüm diğer çıkarlarının üstünde tutulacağı anlamına gelir. Bu gün uluslararasi mali, ona eklemlenmiş yerli yatırımcıların elindeki sermaye ve borsa başat olduğuna göre, tefeci sermayenin ve spekülatörün çıkarları tüm toplumun, sanayiciden, işçiye ve köylüye kadar herkesin çıkarının üzerinde olacak demektir.
Aç olanlar açlığa, evsizler sokakta yaşamaya terk edilecek, hasta olanlar paraları yoksa ölecek, tarım dünya pazarı karşısında korumasız bırakılacak, işsiz kalanların ne olacağını kimse düşünmeyecek. Sanayi, küreselleşme sürecinde ayakta kalacağım diye gittikçe daha fazla işçi çıkaracak, daha az istihdam yaratacak, tüm bunlar da ekonomik yasaların üstünlüğü adına olacak, sonunda da toplum bir yangın yerine dönecek. Döndü de!
Sermaye ve insan karşı karşıya gelince, üç yol var karşınızda. Birincisi sermaye toplumu yangın terine çevirecek. İkincisi: Toplum sermayeyi denetlemeye çalışacak. Üçüncüsü de: Toplum yangın yerine dönünce, sermaye ilişiksinin ötesinde ya da gerisinde yeni bir toplumsal şekillenme ortaya çıkacak.
Kumcu yazısının sonunda “Ama, eninde sonunda, iktisadi kurallar her türlü kuralın üzerinde olacaktır. Bundan kaçışımız yoktur". Saptamasını yapıyor. Sorun da burada.
25 yıldır dünyada tüm toplumsal sorunları ekonomik çıkarlara indirgeyerek görme, bunu da “serbest piyasa” anlayışına kadar daraltma yaklaşımı egemen. Diğer bir değişle “eninde sonunda iktisadi kurallar her türlü kuralın üzerinde olacaktır”anlayışı…
Bu anlayış o kadar egemen oldu ki içerdiği ve önerdiği acımasızlık giderek kanıksandı.
Ne demek “eninde sonunda iktisadi kurallar her türlü kuralın üzerinde olacaktır”?
Şu demek: İnsan yaşamının ekonomik olmayan boyutları, ahlak, sevgi, sağlık, eğitim, doğal çevre, toplumsal barış, gelecek kuşakların mutluluğu, bunların hepsi, sıra iktisadi kurallara gelince ikinci plana atılacaktır. Önce iktisadi kurallar sonra insan!
Peki “iktisadi kurallar” aslında ne anlama geliyor. İktisadi kurallar toplumda egemen olan iktisadi ilişkinin yaşaması için uyulması gereken kurallardan başka bir şey değil. Köleci toplumda, iktisadi kurallar bu ilişkinin yaşamaya devam etmesi için gerekli kurallardı. Feodal toplumda da bu kez feodal ilişkinin yaşaması için gerekli kurallar egemen oldu. Bu gün egemen ekonomik ilişki sermaye. Bu yüzden iktisadı kuralların her türlü kuralın üzerinde olması, sermaye birikim sürecinin gereksinimlerinin her türlü kuralın üzerinde olmasından (tutulmasından) başka bir anlama gelmiyor. Bu ise bu ilişkide başat olan toplumsal kesimlerinin çıkarlarının toplumun tüm diğer çıkarlarının üstünde tutulacağı anlamına gelir. Bu gün uluslararasi mali, ona eklemlenmiş yerli yatırımcıların elindeki sermaye ve borsa başat olduğuna göre, tefeci sermayenin ve spekülatörün çıkarları tüm toplumun, sanayiciden, işçiye ve köylüye kadar herkesin çıkarının üzerinde olacak demektir.
Aç olanlar açlığa, evsizler sokakta yaşamaya terk edilecek, hasta olanlar paraları yoksa ölecek, tarım dünya pazarı karşısında korumasız bırakılacak, işsiz kalanların ne olacağını kimse düşünmeyecek. Sanayi, küreselleşme sürecinde ayakta kalacağım diye gittikçe daha fazla işçi çıkaracak, daha az istihdam yaratacak, tüm bunlar da ekonomik yasaların üstünlüğü adına olacak, sonunda da toplum bir yangın yerine dönecek. Döndü de!
Sermaye ve insan karşı karşıya gelince, üç yol var karşınızda. Birincisi sermaye toplumu yangın terine çevirecek. İkincisi: Toplum sermayeyi denetlemeye çalışacak. Üçüncüsü de: Toplum yangın yerine dönünce, sermaye ilişiksinin ötesinde ya da gerisinde yeni bir toplumsal şekillenme ortaya çıkacak.
Tuesday, November 14, 2006
“Derinlik” durumları
AKP gerçekten çok derin bir parti. Özellikle düşünsel açıdan. Düşüncesinin derinliklerinin ölçmek olanaklı değil. Bir karanlık kuyuya düşüyorsunuz ki Allah vermesin.
Önce stratejik derinlik vardı. Bu derinlik, kendini Büyük Ortadoğu Projesi'nin, birinci ortağı sanıyordu. Aslında sipariş idi ama kendini iş sanıyordu. Neredeyse biz de Irak bataklığında boğulmaya itiliyorduk ABD ordusunun yanında. Bu stratejik derinlikli şahıslar şimdi sorunların kökeninde Ortadoğu’daki sınırların yattığına karar vermişler: "Ortadoğu'da sınırları savaş nedeni olmaktan çıkartmak", bu amaçla "sınırları anlamsız hale getirmek gerektiği" sonucuna ulaşmışlar. Belli ki birilerinin Büyük Ortadoğu Projesi'nden bir de Yeni Osmanlı Projesi çıkartmak hayalleri depreşmiş. Böyle olmayacak şeyi ısrarla istemeye devam etmenin psikiyatride bir adı var ama neyse.
Bunu uzmanlarına bırakalım. Şimdi stratejik derinliğe eklenen felsefi derinliğe dikkat çekelim. Galiba siyasi hayatımız yeni bir feylesof kazandı. Hani şu uygarlıklar bilmem nesi toplantısı vardı ya, Annan’ı boşuna uğraşmayın sizi AB'ye almayacaklar deyi verdiği toplantı... Orada bir gazeteci İspanya Başbakanı Zapatero’ya "Raporda laiklikle ilgili bölüm olması gerekmez miydi?" sorusunu yöneltmiş. Zapatero "Bu girişimi başlattığımızda herhangi bir dinin, inancın bir önemi yoktu. Bu ortak bir yaşam için yazdığımız bir metin, ancak tabii ki rapor laik bir vizyondan yola çıkıyor. Çünkü demokratik bir toplum her şeyden önce inanç özgürlüğü ve inanmama özgürlüğüdür" demiş.
İşte tam o anda. siyasi hayatımıza yepyeni bir feylesofun doğduğuna şahit olduk: Başbakan Erdoğan, söze girdi ve dedi ki "Medeniyetler ittifakı içinde böyle bir ayırıma gitmek yanlış. Kaldı ki laik olan, olmayan topluluk ya da medeniyetler de olabilir. (abç)
“Din noktasına gelince, bu nokta dünyada hâlâ tartışılıyor. Yani dini olmayan biri bile işin felsefesine girdiğiniz zaman, bir inancı kabul etmek durumundadır. O da aslında bir dinin mensubudur.."
Felsefi derinliği görüyor musunuz? Yüreğiniz gururla dolmadı mı? Önce uygarlıklar ittifakı, “uygarlılar çatışması” tezini ortaya atan teori gereği üç uygarlık Hıristiyan, Müslüman ve Çin saptamışken, Başbakan bize, laik olan, olmayan bir sürü uygarlık olabileceğini söyleyiverdi. Böylece uygarlık kavramının yanlışlığı ve aslında bunun cemaat (topluluk) anlamına gelmesi gerektiğini öğrendik. Huntington hemen bu konuda aydınlatılmalı ve kitabında gereken düzeltmeleri yapmaya davet edilmelidir. Bunları yapmaya karar verirse de, uygarlık sözcüğünü çıkarıp yerine cemaat sözcüğünü koyunca oluşacak karmaşa ve tabii derinlik içinde “varoluşçu" bunalımlara girip intihar etmemesi için tıbbi gözetim altına alınmalıdır
Sonra efendim, işin felsefesine girdiğinizde, siz de göreceksiniz ki, aslında dinsiz olanlar da dindardır. Örneğin Richard Dawkins Tanrı yanılsaması adlı bir kitap yayımladı adam bilime inanıyor. Demek ki onun dini de bilim. Materyalistler, taşa toprağa tapıyor olmalılar. Ateistler, bir de kendilerin böyle tanrı tanımaz filan gibi adlar verenler, dindar yada dinsiz kategorisine girmeseler de, hiç merak etmeyin. Onlar da mutlaka bir şeye büyük olasılıkla, işin felsefesine girerseniz, göreceğiniz gibi, mutlaka şeytana tapmaktadırlar.
Her şey açıklığa kavuşmaya başladı. İşin felsefesine girmek gerekiyor belli ki, arada sırada da olsa. Ben yine de hala bir konuda aydınlatılmayı bekliyorum: İslam dinini benimseyenler Allah’a inanıyorlar, ılımlı İslam’ı benimseyenler, işin içine aklı (teoriyi) sokarak, inancı sulandırdıklarına, İslam’ı ılımlı hale getirdiklerine göre, acaba neye inanıyorlar. Yoksa bu, ılımlı İslam, yalnızca “ABD ne derse yaparız” anlamına gelen bir metafor mu- Söylenmek istenmeyen bir şeyin yerine kullanılan sözcük…
Önce stratejik derinlik vardı. Bu derinlik, kendini Büyük Ortadoğu Projesi'nin, birinci ortağı sanıyordu. Aslında sipariş idi ama kendini iş sanıyordu. Neredeyse biz de Irak bataklığında boğulmaya itiliyorduk ABD ordusunun yanında. Bu stratejik derinlikli şahıslar şimdi sorunların kökeninde Ortadoğu’daki sınırların yattığına karar vermişler: "Ortadoğu'da sınırları savaş nedeni olmaktan çıkartmak", bu amaçla "sınırları anlamsız hale getirmek gerektiği" sonucuna ulaşmışlar. Belli ki birilerinin Büyük Ortadoğu Projesi'nden bir de Yeni Osmanlı Projesi çıkartmak hayalleri depreşmiş. Böyle olmayacak şeyi ısrarla istemeye devam etmenin psikiyatride bir adı var ama neyse.
Bunu uzmanlarına bırakalım. Şimdi stratejik derinliğe eklenen felsefi derinliğe dikkat çekelim. Galiba siyasi hayatımız yeni bir feylesof kazandı. Hani şu uygarlıklar bilmem nesi toplantısı vardı ya, Annan’ı boşuna uğraşmayın sizi AB'ye almayacaklar deyi verdiği toplantı... Orada bir gazeteci İspanya Başbakanı Zapatero’ya "Raporda laiklikle ilgili bölüm olması gerekmez miydi?" sorusunu yöneltmiş. Zapatero "Bu girişimi başlattığımızda herhangi bir dinin, inancın bir önemi yoktu. Bu ortak bir yaşam için yazdığımız bir metin, ancak tabii ki rapor laik bir vizyondan yola çıkıyor. Çünkü demokratik bir toplum her şeyden önce inanç özgürlüğü ve inanmama özgürlüğüdür" demiş.
İşte tam o anda. siyasi hayatımıza yepyeni bir feylesofun doğduğuna şahit olduk: Başbakan Erdoğan, söze girdi ve dedi ki "Medeniyetler ittifakı içinde böyle bir ayırıma gitmek yanlış. Kaldı ki laik olan, olmayan topluluk ya da medeniyetler de olabilir. (abç)
“Din noktasına gelince, bu nokta dünyada hâlâ tartışılıyor. Yani dini olmayan biri bile işin felsefesine girdiğiniz zaman, bir inancı kabul etmek durumundadır. O da aslında bir dinin mensubudur.."
Felsefi derinliği görüyor musunuz? Yüreğiniz gururla dolmadı mı? Önce uygarlıklar ittifakı, “uygarlılar çatışması” tezini ortaya atan teori gereği üç uygarlık Hıristiyan, Müslüman ve Çin saptamışken, Başbakan bize, laik olan, olmayan bir sürü uygarlık olabileceğini söyleyiverdi. Böylece uygarlık kavramının yanlışlığı ve aslında bunun cemaat (topluluk) anlamına gelmesi gerektiğini öğrendik. Huntington hemen bu konuda aydınlatılmalı ve kitabında gereken düzeltmeleri yapmaya davet edilmelidir. Bunları yapmaya karar verirse de, uygarlık sözcüğünü çıkarıp yerine cemaat sözcüğünü koyunca oluşacak karmaşa ve tabii derinlik içinde “varoluşçu" bunalımlara girip intihar etmemesi için tıbbi gözetim altına alınmalıdır
Sonra efendim, işin felsefesine girdiğinizde, siz de göreceksiniz ki, aslında dinsiz olanlar da dindardır. Örneğin Richard Dawkins Tanrı yanılsaması adlı bir kitap yayımladı adam bilime inanıyor. Demek ki onun dini de bilim. Materyalistler, taşa toprağa tapıyor olmalılar. Ateistler, bir de kendilerin böyle tanrı tanımaz filan gibi adlar verenler, dindar yada dinsiz kategorisine girmeseler de, hiç merak etmeyin. Onlar da mutlaka bir şeye büyük olasılıkla, işin felsefesine girerseniz, göreceğiniz gibi, mutlaka şeytana tapmaktadırlar.
Her şey açıklığa kavuşmaya başladı. İşin felsefesine girmek gerekiyor belli ki, arada sırada da olsa. Ben yine de hala bir konuda aydınlatılmayı bekliyorum: İslam dinini benimseyenler Allah’a inanıyorlar, ılımlı İslam’ı benimseyenler, işin içine aklı (teoriyi) sokarak, inancı sulandırdıklarına, İslam’ı ılımlı hale getirdiklerine göre, acaba neye inanıyorlar. Yoksa bu, ılımlı İslam, yalnızca “ABD ne derse yaparız” anlamına gelen bir metafor mu- Söylenmek istenmeyen bir şeyin yerine kullanılan sözcük…
Friday, November 03, 2006
Ruhlarını da satıyorlar”
Hurşit Güneş (03 Kasım 2006) : "Türkiye'de yabancılar sürekli banka alıp duruyor. … Bu süreç, kimilerini kaygılandırırken, kimilerini farklı nedenlerle sevindiriyor. Önce sevinenlerin nedenlerini anlayalım. Birincisi, patronların eline nakit geçiyor. Hatta kimileri banka geliştirerek çok ciddi kârlar yapıyor. Kısa sürede maliyetinin birkaç katına bankasını satanlar oluyor. İkincisi, bankacılık kesiminde hâlâ sermaye yapıları çok güçsüz. Patronların elinde bankaya koyacak ek sermaye olanağı bulunmuyor. Yani ancak satarsa bu yükten kurtulacak. Üçüncüsü, bankacılık sanıldığının aksine yeterince kâr sağlamıyor. Çok daha verimli alanlar bulunabilir. Kaldı ki, hâlâ finans kesiminin boyutu küçük.”
Ben bu konuyu, Türkiye’de iş yapan ama geçen yılın sonunda, “bu piyasa artık bitti” diyerek dikkatini Batı Afrika’ya çeviren bir İngiltere bankasının, genel müdürüne sordum: “Neden alıyorlar? Neden bu kadar büyük fiyatlar ödemeyi kabul ediyorlar?”. Aldığım cevap son derece ilginç ve ilginç olduğu kadar da korkutucuydu, kanımı dondurdu: “Bu fiyatları veriyorlar çünkü yalnıza banka almıyorlar. Satanlar ruhlarını da birlikte satıyor”. Ben bu “ruhlarını da satıyorlar” ifadesini açıklamasını istediğimde, genel müdür gülümsedi ve tekrarladı “Ruhlarını da satıyorlar” ve daha başka bir şey söylemedi…
Siz ne dersiniz?
Ben bu konuyu, Türkiye’de iş yapan ama geçen yılın sonunda, “bu piyasa artık bitti” diyerek dikkatini Batı Afrika’ya çeviren bir İngiltere bankasının, genel müdürüne sordum: “Neden alıyorlar? Neden bu kadar büyük fiyatlar ödemeyi kabul ediyorlar?”. Aldığım cevap son derece ilginç ve ilginç olduğu kadar da korkutucuydu, kanımı dondurdu: “Bu fiyatları veriyorlar çünkü yalnıza banka almıyorlar. Satanlar ruhlarını da birlikte satıyor”. Ben bu “ruhlarını da satıyorlar” ifadesini açıklamasını istediğimde, genel müdür gülümsedi ve tekrarladı “Ruhlarını da satıyorlar” ve daha başka bir şey söylemedi…
Siz ne dersiniz?
Wednesday, October 18, 2006
Orhan Pamuk ve sevinenleri
Bilmem dikkat ettiniz mi? Orhan Pamuk Nobel edebiyat ödülünü alınca, “dünya alem sevindi”. Orhan Pamuğun kimliği, romanlarının edebi özellikleri bir yana, The Guardian, The Nation, Le Monde gibi sosyal demokrat eğilimli yayın organları yanı sıra, Wall Street Journal, The Times, Le Figaro gibi muhafazakar gazeteler de hatta, Financial Times’da yazan The Weekly Standard’ın editörlerinden Christopher Caldwell gibi neo-con yazarlara kadar çok geniş bir kesim tarafından alkışlanması ilginç değil mi? Türkiye’de de muhafazakar, hatta siyasi İslam kesim ile sol liberal kesim birlikte alkışladı Orhan Pamuk’un başarısını.
Bu başlı başına sorgulanması gereken ilginç bir durum değil mi? Nasıl oluyor da bir yazar hem de “public entellectual” (kamusal yazar) sıfatına aday bir yazar, bu kadar geniş bir siyasi yelpaze içinde kabul görebiliyor? Yoksa aslında bu yelpaze o kadar da geniş değil mi? Sol liberallerle, neo-conlar arasındaki uzaklık sanılandan daha mı kısa?
Bu başlı başına sorgulanması gereken ilginç bir durum değil mi? Nasıl oluyor da bir yazar hem de “public entellectual” (kamusal yazar) sıfatına aday bir yazar, bu kadar geniş bir siyasi yelpaze içinde kabul görebiliyor? Yoksa aslında bu yelpaze o kadar da geniş değil mi? Sol liberallerle, neo-conlar arasındaki uzaklık sanılandan daha mı kısa?
Tuesday, October 03, 2006
Seçim oyunu mu?
ABD ev piyasası köpüğü sönmeye devam ediyor. Ama tüketicinin umurunda değil yarın yokmuş gibi borçlanıp, harcamaya devam ediyor (*). Halbuki 3. Üç aylık dönemde ABD ekonomisi en fazla %1-1.5 büyüyecek diyorlar, resesyon olasılığı artıyor. Ancaaak!
Bu sırada, Petrol fiyatları düşüyor, bu gün (3 Ekim Pazartesi) kısa bir süre için de olsa 59 doların altına indi. Dow Jones indeksi hala çıkıyor. Kimi analistler burada bir durum var ama ne? diye soruyorlar. Kimileri “BUSH’in Suudi dostları yine kıyakçılık ediyor, petrol musluklarını açtılar” diyorlar. Seçimlere kadar, sonra… Petrol piyasası analistleri 2007 yılında fiyatların yüksek düzeyde seyir edeceğini söylüyorlar. Halbuki resesyon olasılığı, talep gerilemesi olasılığı demek, bu da petrol fiyatları üzerindeki basıncın azalması… Ama artacak diyorlar. Birileri bir şeyler biliyor… Bu konuya biraz daha yakından bakmakta yarar var…
(*) Analojinin baştan çıkarıcılığına dayanamadım: Hani küçük Amerika olacağız diyorduk ya. Olduk işte: Bizim cari açık da büyüyor, Bütçe açığı da saygı değer bir düzeyde, biz de dışardan gelen parayla finanse ediyoruz ekonomik büyümeyi. Bizde de paramız değer kaybedince dış ticaret açığı azalmıyor. Bize de yöneticiler ekonomi iyi merak etmeyin diye durmadan gaz veriyorlar. Bizde de medya pembe gözlüklere bayılıyor… “Yok kriz olmaz. Olsa olsa biraz sallanırız filan… Bizde de devletin tepesindekiler birbirine girmiş durumda… Bize de halk yarın yokmuş gibi yaşıyor. Bundan iyisi can sağlığı aynı Amerika gibiyiz valla. Ah bir de dolar basmanın yolunu bulsak…
Bu sırada, Petrol fiyatları düşüyor, bu gün (3 Ekim Pazartesi) kısa bir süre için de olsa 59 doların altına indi. Dow Jones indeksi hala çıkıyor. Kimi analistler burada bir durum var ama ne? diye soruyorlar. Kimileri “BUSH’in Suudi dostları yine kıyakçılık ediyor, petrol musluklarını açtılar” diyorlar. Seçimlere kadar, sonra… Petrol piyasası analistleri 2007 yılında fiyatların yüksek düzeyde seyir edeceğini söylüyorlar. Halbuki resesyon olasılığı, talep gerilemesi olasılığı demek, bu da petrol fiyatları üzerindeki basıncın azalması… Ama artacak diyorlar. Birileri bir şeyler biliyor… Bu konuya biraz daha yakından bakmakta yarar var…
(*) Analojinin baştan çıkarıcılığına dayanamadım: Hani küçük Amerika olacağız diyorduk ya. Olduk işte: Bizim cari açık da büyüyor, Bütçe açığı da saygı değer bir düzeyde, biz de dışardan gelen parayla finanse ediyoruz ekonomik büyümeyi. Bizde de paramız değer kaybedince dış ticaret açığı azalmıyor. Bize de yöneticiler ekonomi iyi merak etmeyin diye durmadan gaz veriyorlar. Bizde de medya pembe gözlüklere bayılıyor… “Yok kriz olmaz. Olsa olsa biraz sallanırız filan… Bizde de devletin tepesindekiler birbirine girmiş durumda… Bize de halk yarın yokmuş gibi yaşıyor. Bundan iyisi can sağlığı aynı Amerika gibiyiz valla. Ah bir de dolar basmanın yolunu bulsak…
Sunday, October 01, 2006
Manyak şapkacının çay partisinde…
Associated Press’in aktardığına göre, Irak’ın Anbar bölgesindeki ABD komutanı, Albay Sean B. MacFarland, “direnişçiler ABD güçleri Irak'ı terk etmeden yenilemezler” demiş. Direnişçiler de ABD güçlerinin Irak’ı terk etmesini istiyor, Irak halkının da %70’i ABD’nin hemen gitmesinden yana. ABD halkının yalnızca %20’si Irak savasını destekliyor… Sorun ne anlamıyorum hepsi anlaşıyorlar…
Diğer taraftan, 16 Amerikan İstihbarat örgütünün ortak hazırladığı istihbarat değerlendirmesi, Irak savasının “terörizm sorununu ağırlaştırdığı sonucuna ulaşmış (New York Times). Bush tabii ki, gerçekliği, 16 istihbarat örgütünden daha iyi kavradığı için “bu gibi şeyler söylemek düşmanın propagandasına kanmaktır diyor (The Guardian). Ya ABD istihbarat örgütleri bir boka yaramıyor, haybeden para alıp yan gelip yatıyorlar. Ya da, Bush çoktan kopmuş, kendi iç dünyasında yaşamaya başlamış…
Derken, 1979’lerde Watergate Skandalini ortaya çıkaran iki gazeteciden biri Bob Woodward’in yeni kitabı “State of denial” yayımlandı. Woodward kitapta, Bush yönetimi gerçekleri ABD halkından ve hatta en yakın müttefiki İngiltere'den gizlediğini ( yok yaaa. Bunun için kitap mı yazmak gerekiyordu?) ileri sürüyor. Durum Bush yönetiminin görünmesine izin verdiğinden çok daha vahimmiş Irak’ta. Koalisyon güçleri her 15 dakikada bir saldırıya uğruyorlarmış. Kabaca haftada 800-900 saldırı gerçekleşiyor diyor Woodward.
Marjane Satrapi, Pazar günü The Independent’da yayımlanan bir söyleşide “ Blair’e daha çok kızıyorum. Çünkü Bush aptalın teki. Ama Blair, pislik herif, aklı her şeye eriyor” diyordu…
Muhafazakar dinci kazmalardan Newt Gingrich, hafta içinde CNN’de yaptığı bir konuşmada, ABD yönetimi içinde bir birbiriyle mücadeleye tutuşmuş iki kamp var diyordu. Biri “bu savaş projesi tutmadı, yeniden gözden geçirmek gerekir” diyormuş. Diğeri de “hayır rotayı değiştirmemek gerekir, kazanmadan Irak’tan ayrılamayız… “Muhafazakarların önde gelenlerinden olduğuna göre Gingrich’in saptamaları doğru olsa gerek. Peki ama ne olacak?
Rotayı değiştirmemek gerekir diyen neoconlar, bu gemiyi buz dağına çarpana kadar götürecekler mi?
En güçlü “Buz dağı” adayı belli ki İran, The Century Foundation tarafından yayımlanan son rapora göre… Emekli hava albayı Sam Gardiner, ABD ordusunun en saygın savaş simülasyonu uzmanlarından biri. Raporu o hazırlamış. Gardiner, İran’la ilgili istihbaratta önemli boşluklar olduğuna dikkat çekiyor. Bu zeminde İran’la yapılacak bir savaşın başarılı olma şansının çok düşük, maliyetinin yüksek olduğu sonucuna ulaşan Gardiner “paradoks şu ki, istihbarattaki boşluklar temkinli olmayı gerektirirken, birileri, boşluklar var daha fazla beklemeden saldıralım diyorlar”
Sizi bilmem ama ben Alice gibi harikalar diyarında ve Manyak Şapkacının çay partisinde yaşadığımı düşünmeye başladım… Haksız miyim. Rivayete göre ABD ile TC, PKK sorunu konusunda bir türlü anlaşamıyorlar. ABD sorunu Irak hükümetine havale edip duruyor. Irak hükümetine! Kusura bakmasınlar ama bu hükümet nerede? Böyle bir hükümet var mı? Kuzey Irak’ta gerçekten Talabani veya Barzani mi iktidarda? Başbakan kendini zorla ABD’ye davet ettirdiği müddetçe kimse onu ciddiye almayacak, delikten süpürülmeye aday “şey” olarak görecekler.
Diğer taraftan, 16 Amerikan İstihbarat örgütünün ortak hazırladığı istihbarat değerlendirmesi, Irak savasının “terörizm sorununu ağırlaştırdığı sonucuna ulaşmış (New York Times). Bush tabii ki, gerçekliği, 16 istihbarat örgütünden daha iyi kavradığı için “bu gibi şeyler söylemek düşmanın propagandasına kanmaktır diyor (The Guardian). Ya ABD istihbarat örgütleri bir boka yaramıyor, haybeden para alıp yan gelip yatıyorlar. Ya da, Bush çoktan kopmuş, kendi iç dünyasında yaşamaya başlamış…
Derken, 1979’lerde Watergate Skandalini ortaya çıkaran iki gazeteciden biri Bob Woodward’in yeni kitabı “State of denial” yayımlandı. Woodward kitapta, Bush yönetimi gerçekleri ABD halkından ve hatta en yakın müttefiki İngiltere'den gizlediğini ( yok yaaa. Bunun için kitap mı yazmak gerekiyordu?) ileri sürüyor. Durum Bush yönetiminin görünmesine izin verdiğinden çok daha vahimmiş Irak’ta. Koalisyon güçleri her 15 dakikada bir saldırıya uğruyorlarmış. Kabaca haftada 800-900 saldırı gerçekleşiyor diyor Woodward.
Marjane Satrapi, Pazar günü The Independent’da yayımlanan bir söyleşide “ Blair’e daha çok kızıyorum. Çünkü Bush aptalın teki. Ama Blair, pislik herif, aklı her şeye eriyor” diyordu…
Muhafazakar dinci kazmalardan Newt Gingrich, hafta içinde CNN’de yaptığı bir konuşmada, ABD yönetimi içinde bir birbiriyle mücadeleye tutuşmuş iki kamp var diyordu. Biri “bu savaş projesi tutmadı, yeniden gözden geçirmek gerekir” diyormuş. Diğeri de “hayır rotayı değiştirmemek gerekir, kazanmadan Irak’tan ayrılamayız… “Muhafazakarların önde gelenlerinden olduğuna göre Gingrich’in saptamaları doğru olsa gerek. Peki ama ne olacak?
Rotayı değiştirmemek gerekir diyen neoconlar, bu gemiyi buz dağına çarpana kadar götürecekler mi?
En güçlü “Buz dağı” adayı belli ki İran, The Century Foundation tarafından yayımlanan son rapora göre… Emekli hava albayı Sam Gardiner, ABD ordusunun en saygın savaş simülasyonu uzmanlarından biri. Raporu o hazırlamış. Gardiner, İran’la ilgili istihbaratta önemli boşluklar olduğuna dikkat çekiyor. Bu zeminde İran’la yapılacak bir savaşın başarılı olma şansının çok düşük, maliyetinin yüksek olduğu sonucuna ulaşan Gardiner “paradoks şu ki, istihbarattaki boşluklar temkinli olmayı gerektirirken, birileri, boşluklar var daha fazla beklemeden saldıralım diyorlar”
Sizi bilmem ama ben Alice gibi harikalar diyarında ve Manyak Şapkacının çay partisinde yaşadığımı düşünmeye başladım… Haksız miyim. Rivayete göre ABD ile TC, PKK sorunu konusunda bir türlü anlaşamıyorlar. ABD sorunu Irak hükümetine havale edip duruyor. Irak hükümetine! Kusura bakmasınlar ama bu hükümet nerede? Böyle bir hükümet var mı? Kuzey Irak’ta gerçekten Talabani veya Barzani mi iktidarda? Başbakan kendini zorla ABD’ye davet ettirdiği müddetçe kimse onu ciddiye almayacak, delikten süpürülmeye aday “şey” olarak görecekler.
Sunday, September 24, 2006
"Tayland Modeli darbe": Ek not
Tayland modeli darbe , Dünya Ekonomisine Bakış, Cumhuriyet, 25/09/06
Ek Not: İlginç benzerlikler
Önce Pazartesi günü tartıştığım sürecin iskeletine kısaca bakalım:
· Başbakan Thaksin ve TAK partisi Bangkok sermayesinin (uluslararası sermayeyle yakın bağları olan dev sermaye gruplarının) ve kentli orta sınıfların (dünya pazarının, Çok uluslu şirketlerce yaratılan ve yönetilen tüketim normlarına uyum sağlamış kesimlerin), desteğini ve Kralın onayını alarak iktidar oldu.
· Mecliste tek başın büyük bir çoğunluk oluşturdu. TAK’ın alternatifi, Muhalefet partilerinin (bir önceki krizde halkın gözünden düşmüş olan partiler) seçim kazanma şansı yoktu.
· TAK’la birlikte taşradan (Bangkok dışındaki ketlerden ve kırsal cemaatlerden kaynaklanan) yeni bir sermaye grubu yükselmeye ve temsilcileri yoluyla devletin iktidar odaklarını etkilemeye başladı
· TAK’ın lideri Thaksin ve çevresi gittikçe artan yolsuzluk iddialarına hedef olmaya başladılar.
· Büyük medyanın bir kesimi Thaksin’e karşı tavır almaya başladı
· Thaksin kendini koruyabilmek için ordunun tayin, terfi ve liderlik süreçlerine müdahale etmeye başladı.
· Thaksin kendini koruyabilmek için giderek daha çok uluslararası ilişkilerine dayanmaya çalışıyordu.
· Thaksin ülkenin Güneyinde bir ayrılıkçı hareketle mücadele ediyor, bu mücadelede salt şiddet araçlarına orduya dayanmaya çalışıyor, ama başarılı olamıyordu.
· Thaksin giderek muhaliflerine karşı sert ve duyarsız davranmaya başlıyordu. Otoriter dili ve küstah tavırları kent orta sınıfınca tepkiyle karşılanıyordu
· Giderek Liberal aydınlar ve ora sınıf Thaksin’den uzaklaşmaya başladılar. Thaksin’in sosyal tabanıyla, kent orta sınıfları arasında kültürel bir uçurum vardı. Bu uçurum giderek açılmaya başladı
· Bangkok sermayesi, yeni yükselen sermaye gruplarından rahatsız olarak, Thaksin’den uzaklaşmaya başladı.
· Devlet bürokrasisi (derin devlet vb..), ordu Thaksin’e karşı tutum almaya başladı
· Seçimleri kazanmak Thaksin’i kurtarmadı.
Bu gelişmelere, AKP’nin ve Tayip Erdoğan’ın kısa tarihinin merceğinden bakarsanız, benzer bir sürecin, iki yıldır burada da işlemekte olduğunu görebilirsiniz. Benzerliğe işaret etmek, bir darbe beklentisi anlamına gelmiyor tabii ki. Ama siyasi konjonktürün de sıkışmaya başladığı ve bir ekonomik kriz anında kırılganlığının hat safhaya yükseleceği de bir gerçek.
Thaksin darbe sırasında Amerika’daydı şimdi Londra’da dinleniyor. Duyduğuma göre Tayip bey yakında ABD’ye gidiyormuş dönüşte de Londra’ya uğrayacakmış...
Ek Not: İlginç benzerlikler
Önce Pazartesi günü tartıştığım sürecin iskeletine kısaca bakalım:
· Başbakan Thaksin ve TAK partisi Bangkok sermayesinin (uluslararası sermayeyle yakın bağları olan dev sermaye gruplarının) ve kentli orta sınıfların (dünya pazarının, Çok uluslu şirketlerce yaratılan ve yönetilen tüketim normlarına uyum sağlamış kesimlerin), desteğini ve Kralın onayını alarak iktidar oldu.
· Mecliste tek başın büyük bir çoğunluk oluşturdu. TAK’ın alternatifi, Muhalefet partilerinin (bir önceki krizde halkın gözünden düşmüş olan partiler) seçim kazanma şansı yoktu.
· TAK’la birlikte taşradan (Bangkok dışındaki ketlerden ve kırsal cemaatlerden kaynaklanan) yeni bir sermaye grubu yükselmeye ve temsilcileri yoluyla devletin iktidar odaklarını etkilemeye başladı
· TAK’ın lideri Thaksin ve çevresi gittikçe artan yolsuzluk iddialarına hedef olmaya başladılar.
· Büyük medyanın bir kesimi Thaksin’e karşı tavır almaya başladı
· Thaksin kendini koruyabilmek için ordunun tayin, terfi ve liderlik süreçlerine müdahale etmeye başladı.
· Thaksin kendini koruyabilmek için giderek daha çok uluslararası ilişkilerine dayanmaya çalışıyordu.
· Thaksin ülkenin Güneyinde bir ayrılıkçı hareketle mücadele ediyor, bu mücadelede salt şiddet araçlarına orduya dayanmaya çalışıyor, ama başarılı olamıyordu.
· Thaksin giderek muhaliflerine karşı sert ve duyarsız davranmaya başlıyordu. Otoriter dili ve küstah tavırları kent orta sınıfınca tepkiyle karşılanıyordu
· Giderek Liberal aydınlar ve ora sınıf Thaksin’den uzaklaşmaya başladılar. Thaksin’in sosyal tabanıyla, kent orta sınıfları arasında kültürel bir uçurum vardı. Bu uçurum giderek açılmaya başladı
· Bangkok sermayesi, yeni yükselen sermaye gruplarından rahatsız olarak, Thaksin’den uzaklaşmaya başladı.
· Devlet bürokrasisi (derin devlet vb..), ordu Thaksin’e karşı tutum almaya başladı
· Seçimleri kazanmak Thaksin’i kurtarmadı.
Bu gelişmelere, AKP’nin ve Tayip Erdoğan’ın kısa tarihinin merceğinden bakarsanız, benzer bir sürecin, iki yıldır burada da işlemekte olduğunu görebilirsiniz. Benzerliğe işaret etmek, bir darbe beklentisi anlamına gelmiyor tabii ki. Ama siyasi konjonktürün de sıkışmaya başladığı ve bir ekonomik kriz anında kırılganlığının hat safhaya yükseleceği de bir gerçek.
Thaksin darbe sırasında Amerika’daydı şimdi Londra’da dinleniyor. Duyduğuma göre Tayip bey yakında ABD’ye gidiyormuş dönüşte de Londra’ya uğrayacakmış...
Saturday, September 23, 2006
Bay Dervis ne diyor?
BM Kalkınma Programı (UNDP) Başkanı Kemal Derviş, IMF ve Dünya Bankası'nın yıllık toplantısı nedeniyle bulunduğu Singapur'da 'cari açık' uyarısında bulunmuş ve demiş ki:
“cari açığın zaman içinde azaltılarak sürdürülebilir bir düzeye gelmesini diliyorum. Cari açık tamamen kapansın demiyorum, hiç kuşkusuz Türkiye sermaye ithal eden bir ülke olmalı. İstihdam ve büyüme açısından yabancı sermayenin gelmesi ve bu cari açığın finansmanı doğal bir şey ama azaltmakta da fayda var." (abç)
Vurgulamak istiyorum: Derviş bey Türkiye sermaye ithal eden bir ülke olmalı. İstihdam ve büyüme için yabancı sermayenin gelmesi doğal diyor.
“IMF Araştırma Bölümü'nün başkanı Rajan diyor ki: Sanayileşmemiş ülkelerde, ekonomik büyüme söz konusu olunca, yabancı sermaye olumsuz etki yapıyor; yerli parayı da aşırı değerli hale getiriyor. Yerel yatırımlar ve tasarruflar esas! Daha çok tasarruf eden, daha çok yatırım yapan, kendi imalat sanayiine, bunu koruyan bir döviz rejimine sahip olan ülkeler en hızlı büyüyen ülkeler. Sermaye hesaplarındaki serbestleşme yoksul ülkelere uzun dönemde zarar veriyor. Kısacası büyüme için esas olan, ulusal ekonomi, iç dinamikler, yerli tasarruflarmış. Yani küreselleşme, dünya piyasaları vb.. değil!”[ Bay Rajan bu savlarını ileri sürdüğü konuşmasında tezini bol veriyle hiç tartışma görülmeyecek biçimde destekledi.]
Peki öyleyse Derviş bey aslında bize ne diyor? Sakın Derviş bey bize “siz uluslararasi sermayenin değerlenme alanı olmaya devam etmelisiniz, bu arada ekonomik dengeleriniz bozulursa bozulsun kafaya takmayın, ekonomik büyüme için yabancı sermaye gereklidir masalına inanmaya devam ediniz” diyor olmasın? Düpedüz yalan mi söylüyor dersiniz?
“cari açığın zaman içinde azaltılarak sürdürülebilir bir düzeye gelmesini diliyorum. Cari açık tamamen kapansın demiyorum, hiç kuşkusuz Türkiye sermaye ithal eden bir ülke olmalı. İstihdam ve büyüme açısından yabancı sermayenin gelmesi ve bu cari açığın finansmanı doğal bir şey ama azaltmakta da fayda var." (abç)
Vurgulamak istiyorum: Derviş bey Türkiye sermaye ithal eden bir ülke olmalı. İstihdam ve büyüme için yabancı sermayenin gelmesi doğal diyor.
“IMF Araştırma Bölümü'nün başkanı Rajan diyor ki: Sanayileşmemiş ülkelerde, ekonomik büyüme söz konusu olunca, yabancı sermaye olumsuz etki yapıyor; yerli parayı da aşırı değerli hale getiriyor. Yerel yatırımlar ve tasarruflar esas! Daha çok tasarruf eden, daha çok yatırım yapan, kendi imalat sanayiine, bunu koruyan bir döviz rejimine sahip olan ülkeler en hızlı büyüyen ülkeler. Sermaye hesaplarındaki serbestleşme yoksul ülkelere uzun dönemde zarar veriyor. Kısacası büyüme için esas olan, ulusal ekonomi, iç dinamikler, yerli tasarruflarmış. Yani küreselleşme, dünya piyasaları vb.. değil!”[ Bay Rajan bu savlarını ileri sürdüğü konuşmasında tezini bol veriyle hiç tartışma görülmeyecek biçimde destekledi.]
Peki öyleyse Derviş bey aslında bize ne diyor? Sakın Derviş bey bize “siz uluslararasi sermayenin değerlenme alanı olmaya devam etmelisiniz, bu arada ekonomik dengeleriniz bozulursa bozulsun kafaya takmayın, ekonomik büyüme için yabancı sermaye gereklidir masalına inanmaya devam ediniz” diyor olmasın? Düpedüz yalan mi söylüyor dersiniz?
Wednesday, September 13, 2006
13 /09/06
The Daily Reckoning’in editörü ve Empire of Debt’in yazarı, mali analist ve ekonomist, Addison Wiggin ABD ekonomisinin dış dengelerini tartışırken diyor ki ( From “Know-how to Nowhere”, PrudentBear.com, 12/09/06)
“The diversion of U.S. domestic spending to foreign producers is, in effect, a loss of revenue for businesses and consumers in the United States. Is this important? Yes. The loss is higher than $500 billion per year. This is America's income and profit killer, and it can't be fixed with more credit and more consumption. This serious drag of the growing trade gap on U.S. domestic incomes and profits would have bred slower economic growth, if not recession, long ago. This has so far been delayed by the Fed's extreme monetary looseness, creating artificial domestic demand growth through credit expansion. The need for ever-greater credit and debt creation just to offset the income losses caused by the trade gap is one of our big problems.
An equally big problem is a distortion of the numbers. We are officially in great shape, but the numbers don't support this belief. Personal consumption in the past few years has increased real GDP at the expense of savings, while business investment has grown only moderately.”
[özetle: ABD iç tüketiminin ithal ürünlerine yönlendirilmesi, ABD işletmeleri ve tüketicileri için gelri kaybı anlamına gelir. Bu önemli mi? Evet kayıp yılda 500 milyar dolardan fazla… Bu And’de gelirleri ve karları öldürüyor… Bu sorun daha fazla kredi ve daha fazla tüketimle çözülmez…
Sayıların saptırılması de aynı derecede büyük bir sorun]
* Nihayet küçük Amerika olmayı başardık galiba. Aynı sorunlar: ithalat iç üreticiyi ve tüketiciyi eziyor, krediye yüklenerek bu destekleniyor, cari acık dış borç aldı başını gitti… ve Ekonomik verilere güvenmek olanaklı değil… Tevekkeli değil “Büyük Ortadoğu Projesinin” ortak başkanıyız…
* Wiggin’in saptamalarını, geçtiğimiz geçen Pazartesi yazımdaki (11/09/06) şu notla birleştirelim:
“IMF Araştırma Bölümü'nün başkanı Raguran Rajaran 'ın, adeta, dün size küreselleşmeyi satarken söylediklerimizin hepsi yanlıştı anlamına gelen konuşması da ibret verici: Adam, milyonlarca insanın yaşamı alt üst olduktan sonra, ''aslında'' diye ahkâm kesiyor.
Rajaran diyor ki (dikkat: sinirden tırnaklarınızı yiyebilirsiniz!): Sanayileşmemiş ülkelerde, ekonomik büyüme söz konusu olunca, yabancı sermaye olumsuz etki yapıyor; yerli parayı da aşırı değerli hale getiriyor. Yerel yatırımlar ve tasarruflar esas! Daha çok tasarruf eden, daha çok yatırım yapan, kendi imalat sanayiine, bunu koruyan bir döviz rejimine sahip olan ülkeler en hızlı büyüyen ülkeler. Sermaye hesaplarındaki serbestleşme yoksul ülkelere uzun dönemde zarar veriyor. Kısacası büyüme için esas olan, ulusal ekonomi, iç dinamikler, yerli tasarruflarmış. Yani küreselleşme, dünya piyasaları vb.. değil!”
Buradan, bu ülkede 1980’den bu yana sistemli olarak ve ısrarla uygulanan ekonomi politikalarının radikal bir biçimde yanlış olduğu sonucu çıkmaz mi? Diyeceksininiz, çıkar ve biz zaten bunu biliyoruz. İyi de bu uygulamaların sorumlusu kim. Maliyeti halka yüklenirken bu “yanlışlıktan” kim yararlandı? Benim mahalledeki oto galerisindeki Ferrarileri, sivilleştirilmiş Humwee’leri kim alıyor? Marinadaki o zevksiz ve duvardan duvara “Plazma” döşenmiş yatlar kimin? Malum, Biri için yanlış olan bir başkası için doğru olabiliyor… Post-modernizm işte…
Memleket elden gidiyor derken önce bu soruları da düşünmek gerekmez mi? Geçmişte bu politikalara biat etmiş, sadakatle uygulamış, simdi de karşımıza geçmiş, siyasi parti, parti lideri (bu politikalara sesi çıkartmayan Genel Kurmak Başkanlarını da unutmayalım) vb ile bu ülkenin elden gitmesi önlenebilir mi?
“The diversion of U.S. domestic spending to foreign producers is, in effect, a loss of revenue for businesses and consumers in the United States. Is this important? Yes. The loss is higher than $500 billion per year. This is America's income and profit killer, and it can't be fixed with more credit and more consumption. This serious drag of the growing trade gap on U.S. domestic incomes and profits would have bred slower economic growth, if not recession, long ago. This has so far been delayed by the Fed's extreme monetary looseness, creating artificial domestic demand growth through credit expansion. The need for ever-greater credit and debt creation just to offset the income losses caused by the trade gap is one of our big problems.
An equally big problem is a distortion of the numbers. We are officially in great shape, but the numbers don't support this belief. Personal consumption in the past few years has increased real GDP at the expense of savings, while business investment has grown only moderately.”
[özetle: ABD iç tüketiminin ithal ürünlerine yönlendirilmesi, ABD işletmeleri ve tüketicileri için gelri kaybı anlamına gelir. Bu önemli mi? Evet kayıp yılda 500 milyar dolardan fazla… Bu And’de gelirleri ve karları öldürüyor… Bu sorun daha fazla kredi ve daha fazla tüketimle çözülmez…
Sayıların saptırılması de aynı derecede büyük bir sorun]
* Nihayet küçük Amerika olmayı başardık galiba. Aynı sorunlar: ithalat iç üreticiyi ve tüketiciyi eziyor, krediye yüklenerek bu destekleniyor, cari acık dış borç aldı başını gitti… ve Ekonomik verilere güvenmek olanaklı değil… Tevekkeli değil “Büyük Ortadoğu Projesinin” ortak başkanıyız…
* Wiggin’in saptamalarını, geçtiğimiz geçen Pazartesi yazımdaki (11/09/06) şu notla birleştirelim:
“IMF Araştırma Bölümü'nün başkanı Raguran Rajaran 'ın, adeta, dün size küreselleşmeyi satarken söylediklerimizin hepsi yanlıştı anlamına gelen konuşması da ibret verici: Adam, milyonlarca insanın yaşamı alt üst olduktan sonra, ''aslında'' diye ahkâm kesiyor.
Rajaran diyor ki (dikkat: sinirden tırnaklarınızı yiyebilirsiniz!): Sanayileşmemiş ülkelerde, ekonomik büyüme söz konusu olunca, yabancı sermaye olumsuz etki yapıyor; yerli parayı da aşırı değerli hale getiriyor. Yerel yatırımlar ve tasarruflar esas! Daha çok tasarruf eden, daha çok yatırım yapan, kendi imalat sanayiine, bunu koruyan bir döviz rejimine sahip olan ülkeler en hızlı büyüyen ülkeler. Sermaye hesaplarındaki serbestleşme yoksul ülkelere uzun dönemde zarar veriyor. Kısacası büyüme için esas olan, ulusal ekonomi, iç dinamikler, yerli tasarruflarmış. Yani küreselleşme, dünya piyasaları vb.. değil!”
Buradan, bu ülkede 1980’den bu yana sistemli olarak ve ısrarla uygulanan ekonomi politikalarının radikal bir biçimde yanlış olduğu sonucu çıkmaz mi? Diyeceksininiz, çıkar ve biz zaten bunu biliyoruz. İyi de bu uygulamaların sorumlusu kim. Maliyeti halka yüklenirken bu “yanlışlıktan” kim yararlandı? Benim mahalledeki oto galerisindeki Ferrarileri, sivilleştirilmiş Humwee’leri kim alıyor? Marinadaki o zevksiz ve duvardan duvara “Plazma” döşenmiş yatlar kimin? Malum, Biri için yanlış olan bir başkası için doğru olabiliyor… Post-modernizm işte…
Memleket elden gidiyor derken önce bu soruları da düşünmek gerekmez mi? Geçmişte bu politikalara biat etmiş, sadakatle uygulamış, simdi de karşımıza geçmiş, siyasi parti, parti lideri (bu politikalara sesi çıkartmayan Genel Kurmak Başkanlarını da unutmayalım) vb ile bu ülkenin elden gitmesi önlenebilir mi?
Saturday, September 09, 2006
Küreselleşmeden sonra büyük çözülme
Ergin Yildizoğlu.
Ütopya Yayınları, Mayıs 2006
Giriş:
Bu kitaptaki denemeler, son 20 yılın yerleşik “sağ duyusunun” dışından bir yerden, bu “sağ duyunun” dışarıda bırakmaya çalıştığı, görünmez, konuşulamaz kılmaya çalıştığı “bir sürecin”, kapitalizminin krizinin gelişmelerini izlerken yazıldı. Bu yazıların çıkış noktasını, küreselleşmenin, krizin kendini dışa vuruş biçimlerinden biri, geçici ve artık sona ermekte olan bir dönem olduğuna ilişkin bir var sayım oluşturuyor. Bu varsayımdan hareketle başlayan “yolculuk”, zaman içinde, küreselleşmenin son ermesinden çok daha ağır “durumla” karşı karşıya olduğumuza ilişkin bir saptamaya ulaştı: Karşımızda bir uygarlık krizi var!
***
Küreselleşme tartışmaları, büyük iddialarla, vaatlerle ve umutlarla başladı. Küreselleşme yepyeni bir aşamaydı, engellenemez, önünde durulamaz, bir süreçti, adeta, doğal evrim gibi bir şey... Birleştirici, homojenleştirici, özgürleştirici bir süreç... Dünyada refahı arttıracak, bizi, devlet denen ceberut şeyden kurtararak, yeni bir uygarlık aşamasına taşıyacaktı…
Ancak tam tersi oldu, Örneğin refah artmadı. 1970’lerde dünya kişi başına GSMH 1960’lardan, 1970’lerde 80’lerden, 80’lerde 90’lardan düşük düzeyde kaldı. Halen, 2000’li yıllarda, 90’lı yıllardan daha düşük bir düzeyde seyrediyor[ ]
Dünya ekonomisinde oluşan, üç küresel sistemin -finansal, sınai, enerji sistemleri- üçü de krize girdi ve dünyanın ekolojik sisteminin bir kriziyle çalışarak, uygarlığı genel bir çöküş noktasına getirdi. 1990’lar boyunca, bir taraftan mali krizler dünyayı sarsarken, diğer taraftan, “her derde deva, her yemekten sonra mutlaka alınması gerekir” iddialarıyla satılan bu “küreselleşme” hiç bir derde deva olamadı, yada birilerinin derdine bir süre için deva oldu, ama dünyanın gerisinin geleceği pahasına... İmparatorluk, terörizme karşı savaş, “uygarlıklar savaşı”, “din savaşları” vb olgular da cabası.
Peki iyi de bu kavram niye var? Öyle ya, daha önce elimizde uluslararasılaşma, modernleşme, batılılaşma, ekonomik entegrasyon, nihayet emperyalizm kavramlar vardı, küreselleşme bu kavramlarla açıklanamayan neyi açıklıyor acaba?[ ] Yoksa bu kavramın varlığı salt ideolojik bir gereksinimden mi kaynaklanıyor?
“Engellenemez”, “kaçınılamaz” gibi olguyu adeta metafizik/teolojik bir boyuta taşıyan iddialar bunu düşündürmüyor mu?
Şu küreselleşme denen olguya daha “gerçekçi” ve tarihsel bir açıdan bakarsak örneğin, Amerikan Harp akademilerinden. Deniz Savaşları bölümü başkanı Prof James Kurth gibi küreselleşmeyi bir ABD dış politikası olarak görebiliriz [ ]. Kurth’a göre ABD çok büyük ve başat olduğunda dünyanın geri kalanı bunu yeni bir dönem olarak algıladı. Öyleyse, şimdi: ABD’de yeni bir dış politika yönelimi gözlemleyebiliyorsak, acaba, küreselleşme döneminin kapanmaya başladığını da düşünebilir miyiz?
Ya da, daha ekonomist bir tutumla, küreselleşmeyi ekonomik açıdan, en belirgin özelliğine atıfla bir mali genişleme dönemi olarak da ele alabiliriz. Bu açıdan bakınca, mali genişleme döneminin bitmesi, küreselleşme döneminin kapanması anlamına gelmez mi?
Nihayet, küreselleşmeyi, serbest piyasa inşa etme projesi bağlamında, bir kriz yönetme modeli, David Harvey’e atıfla bir spatial fix (mekan düzenleme) tarzı olarak da görebiliriz [ ]. O zaman da, mekan düzenleme yöntemlerinde bir değişiklik gözlemleyebiliyorsak, küreselleşme döneminin kapanmaya başladığını düşünebiliriz.
Bu birbirinden farklı, adeta metodolojik olarak taban tabana zıt üç açıdan yaklaştığımızda, bu farklara karşın, ortaya ilginç bir durum çıkıyor. Bu üç farklı bakış açısıyla elde edilen veriler, 1990’ların son çeyreğinden bu yana çakışmaya başlıyorlar. Bu da, ister istemez, 1980 başıyla 1990 sonu arasındaki dönemden farklı yeni bir konjonktürün varlığına işaret ediyor.
Benim saptamam şöyle: Bu konjonktürde küreselleşme ve küreselleşmeci söylem, yerini, İmparatorluk, ulusal çıkar, askeri müdahale, işgal ve sömürgeciliğe bırakmaya başlıyor. Birinci bakış acısına göre bir yön değiştirme söz konusu.
Aslında, küreselleşme kavramına ilk kez, 1970’lerde Giscard D’Estaing’in, refah devletini hedef almaya başlayan politikalarını anlatmak için, halka yaptığı bir konuşmada, bir meşrulaştırma söylemi olarak, rastlıyoruz. Giscard, engellenemez, önünde durulamaz küresel ekonomik teknolojik güçlerden söz etti politikalarını haklı çıkartmak için Dünyayı salt ekonomik açıdan, serbest piyasa merceğinden bakarak düzenlemeyi amaçlayan ideolojinin tapınağı Davos zirvesinin 1970’lerde kurulmuş olduğunu da anımsayabiliriz. Peki, buradan, bir sıçramayla küreselleşmenin, dünya ekonomisinde bir krize müdahale biçimi, küreselleşmeciliğin de bunun meşrulaştırılmasıyla yakından ilgili bir söylem olduğunu ileri süremez miyiz?
Küresel serbest piyasa inşa etme projesi bir ABD dış politikası olarak ilk kez Reagan tarafından dünyaya açıklandı. Bu bağlamda küresel serbest piyasa projesi, hem SSCB ve Doğu Bloğuna, genelde sosyalizme karşı bir ideolojik saldırıydı, hem de sermayeye yeni genişleme alanları açmanın bir aracı. Bu aracı kullanarak ABD dünya ekonomisinde diğer gelişmiş kapitalist ülkelere bir kamu hizmeti sunuyor böylece kendi hegemonyasının kabule dayalı (yumuşak güç) ayağını da güçlendirmeye başlıyordu. Nitekim Reagan dönemi ABD hegemonyasında bir Restorasyon dönemi oldu.
1980’lerin sonunda, 1990’ların başında, Doğu Bloğunun çökmesiyle uluslararası jeopolitikte önemli bir değişiklik oldu, bütün büyük güçler, Kissinger’in değimiyle bir “dış politika paradigması” sorunuyla karşı karşıya kaldılar. ABD tek kutuplu dünya inşa etmeye soyunurken, Avrupa, Çin, Rusya, bir çok kutuplu dünya olasılığının doğduğunu düşünüyorlardı. ABD şimdi, Batı bloğunu nasıl muhafaza edecek, SSCB çökükten sonra, şimdi birleştirici öğe ne olacaktı?
Bu bağlamda, ilk ciddi dış politika değişikliği önerisini I. Körfez savaşının arkasından hazırlanan Wolfowitz raporunda bulabiliriz: Bu raporun temel tezine göre: ABD bir başka gücün yükselmesini engellemeli ve kendi ulusal çıkarlarına göre, gerektiğinde tek taraflı davranmalıydı... Ancak bu rapor basına sızınca büyük tepki aldı, rafa kalktı. Aslında, Wolfowitz modeline o sırada gerek yoktu, neo-liberalizm büyük bir ideolojik atılım içindeydi, yeni ekonomik alanlar uluslararası sermayeye açılıyor, IMF, Dünya Bankası bu alanları yeniden düzenlemekte işlevsel olabiliyordu. “Uluslararası topluluk” kavramı altında ABD liderliği geçerliğini koruyordu. Küreselleşmecilik “Yeni ekonomi” (teknolojik devrim vb..) egemen ideoloji olarak çok güçlüydü.
Ancak 1990’ların ikinci yarısında yukarıda değindiğim yeni konjonktür oluşmaya başladı. Asya krizi, ABD modeline, IMF programlarına güveni sarstı. IMF Programları Asya’da istikrar getirmemişti, Rusya’da yıkım yarattı, Yugoslavya’yı parçaladı ama gerekli mekan düzenlemesini gerçekleştirmedi. Bu süreç, giderek askeri müdahaleye ve sömürgeleştirme yöntemine kapı açacaktı.
1990-2000 döneminde şiddetli Borsa krizleri yaşandı, mali sermaye büyük bir darbe yerken, “köpük sonrası” ekonomi kavramı altında, aşırı üretim krizi tüm şiddetiyle kendini hissettirmeye başladı. Bir depresyon gelişiyordu… Ancak Arjantin örneğinin yeniden gösterdiği gibi IMF politikalar, mali disiplin, serbest piyasa, hem ekonomileri daraltarak talep yetersizliği sorununu ağırlaştırıyor, hem de istikrarsızlıkları büyüterek krizi derinleştiriyordu.
ABD’nin hegemonyasının “liderliğinin kabulüne” dayalı ayağı, diğer bir değişle “yumuşak gücü” zayıflarken dış politika alanında yeni yönelimler ortaya çıkmaya başladı. Yugoslavya’ya askeri müdahale gerçekleştirildi ve bu meşruiyetini BM’den değil uluslararası topluluktan aldı. Clinton yönetiminin Dışişleri bakanı Madelaine Albraight ABD’yi, “ayrıcalıklı” ülke ilan etti. Bu gelişmeler, yeni bir meşruiyet söylemi arayışının ilk işaretleriydi. Bu sırada, ABD’de kabaca, askeri sınai-enerji kompleks olarak niteleyebileceğimiz bir kesimin temsilcileri Clinton yönetimine karşı ideolojik, ahlakçı bir saldır başlattılar- “Monika Lewinski affaire”.
Project For new American Century kuruldu ve Wolfowitz’in önerisi bağlamında yeni bir savunma stratejisi hazırladı. Bu belgede ittifakların durumuna, Avrupa’nın ile ABD arasındaki davranış farklarına, Çin’in yükselmesine özel vurgu yapıyor, ABD’nin askeri gücüne özel önem vermesi gerektiğini savunuyordu. Albraight’ta “kullanmadıktan sonra bu kadar büyük askeri güce sahip olmanın ne anlamı var” diyecekti . Yine o sırada ABD dış politikasında “Kafkasları kim kaybetti” tartışması başlamıştı.
Ortadoğu’da, ABD ve İsrail dış politika çevrelerinde bölgedeki tüm büyük devletlerin dönüştürülmesi gerektiğini savunan yaklaşım güçlenmeye başladı [ ] 2000’de Council on Foreign Relations - Baker Institute birlikte bir enerji raporu yayımladılar: Rapor yaklaşan bir enerji krizine işaret ediyor, enerji güvenliği, Rafineri kapasitesi yetersizliği sorunundan yakınıyor, serbest piyasanın bu sorunu ağırlaştırdığını, devletin enerji alanına geri dönmesi gerektiğini savunuyordu. Bu yaklaşımlara uygun olarak Clinton yönetimi döneminde, ABD ordusunda değişiklik yapıldı Centcom kuruldu. Kafkaslara yönelik uzun erimli bir askeri bir manevra gerçekleştirildi[ ]
Nihayet 1990’ların sonuna doğru küreselleşme karşıtı muhalefet küresel çapta başını kaldırdı. Toplumsal sorun geri geliyor, küreselleşme ABD dış politikasının en önemli öğelerinden biri olduğuna göre, de bu politikaya yönelik büyük bir tehdit oluşturuyordu
Şimdi 1990’lardan farklı bir iklim egemen. Dün küreselleşmeyi savunan kesimler arasında, tarihçiler, Uluslararası bankaların ekonomistleri, önemli gazetelerin köşe yazarları arasında bir süredir küreselleşmenin sonunun gelmekte olduğuna ilişkin kaygılar dile getiriliyor, kurtarmak için siyasi müdahale gerektiği öne sürülüyor[ ]. Bu kaygılar, küreselleşmeciler arasında bile, artık küreselleşmenin, öyle kendiliğinden, önünde durulamaz bir süreç değil, siyasi olarak korunması gereken bir süreç olduğu tezinin kabul görmeye başladığını göstermiyor mu?
Aslında küreselleşenin sonuna gelinmiş olması, şaşılacak bir şey değil. “Küreselleşmeyle”, yayılması hızlanmaya başlayan şey öncelikle metalaşma süreci, sonra da kapitalist ilişkiler. Bunların yayılması taşıdıkları sorunların kapitalizmin taşıdığı kriz eğilimlerinin yayılması ve derinleşmesi, anlamına gelmiyor mu?
Gerçekten de, kapitalizmin tarihine baktığımızda, küreselleşme denen bu hızlanmanın, ilk kez olmadığını, geçmişte de, mali sermayenin öne çıkmasının, dolaşımının hızlanmasının, buna yardım eden teknolojik buluşlarla ve, kriz dönemleriyle çakıştığını, bu sürecin giderek siyasi istikrarsızlıklara savaşlara yol açtığını görebiliriz[ ].
Ancak bu kez durum bence daha da vahim. Bu son küreselleşme atılımı yalnızca kendi sonuna gelmekle kalmıyor, sanırım bu kez, bir “uygarlık sonu” riski de yaratıyor. Üstelik bu kez, bundan önceki dönemlerde olduğu gibi bu uygarlığı bir yenisinin izlemesinin olasılığı zayıf gibi görünüyor. Çünkü bu uygarlığın son 30 yılında, yeni küreselleşme atılımı sayesinde yaşanan tüketim patlaması tüketim kültüründeki muazzam yayılma, insanlığın kendini kurtararak yeni bir uygarlık inşa etme şansını büyük ölçüde azalttı azaltmaya da devam ediyor.
Bildiğiniz gibi uygarlığımız piyasa sistemi içinde üretime, ücretli emek kullanımına dayanıyor. Daha fazla kar yapabilmek daha fazla biriktirebilmek için sürekli daha fazla üretmek, ürettiklerini satabilmek için sürekli tüketimi körüklemek, bunun için sürekli yeni gereksinimler ve mallar yaratmak durumunda. Üstelik sık sık da yaptıklarını kendisi yıkıyor ve yeniden yapıyor; bir israf da söz konusu. Aşırı üretilen (talebi olmayan) malların denize dökülmesini, yada depolarda saklanmasını düşünün… insanlar açlıktan ölürken…
Bu üretim ve tüketim süreci hızlandıkça bu üretim ve tüketimi sürdürebilmek için gereken madenlerin, enerjinin çıkarılması kerestenin sağlanması, suyun kullanılması, gezegenin kaynakları üzerinde dayanılmaz bir basınç yaratmaya başladı. Dahası Bu üretim ve tüketimin yan ürünleri, atıkları küresel ısınma denen bir gelişmeye neden oluyor ki, bu başlı başına, çevre kirlenmesi hiç olmasa bile, su kaynakları tahıl üretimi,
kimi canlıların, gezegenin ekosistemlerinin üzerindeki etkileri ve iklim sisteminde yarattığı istikrarsızlıklar
yüzünden uygarlığın sonunu getirmeye yeter de artar bile. Üstelik, bu ısınma sürecini geri çevirmek için pek bir zamanımız da kalmadı. Böyle giderse yüz yılın sonuna kadar küresel ısının 3- 6- hatta 11 derece yükselmesi bekleniyor. 600 milyon yıl önce benzer bir ısınma, 6 derecelik artış tüm canlı türlerinin %95’ini yok etmişti…
Bu yüzden son yıllarda, bilim insanlarının uyarılarında da bir yoğunlaşma söz konusu. Örneğin, 2005 yılının başında, Birleşmiş Milletler bünyesindeki Hükümetler Arası İklim Değişikli Paneli (IPCC) Başkanı Dr. Rajendra Pachauri, çevre kirlenmesinin neden olduğu küresel ısınmanın çok tehlikeli bir düzeye ulaştığını açıkladı. Ardından, bugüne kadar yapılmış, yıllardır veri toplayan en geniş kapsamlı iklim değişikliği araştırması (Oxford Üniversitesi'nde) durumun, IPCC'nin öngörülerinden en azından iki kez daha kötü olduğunu gösterdi. Şubat ayında dünyanın önde gelen 200 iklim değişikliği uzmanı Blair 'in inisiyatifiyle Exeter Üniversitesi'nde bir araya geldiler ve ''insanlığın gözlerini kapatmış bir biçimde, dünyanın sonuna doğru yürümekte olduğunu'' savundular [ ] Mart sonunda, altında 95 ülkeden 1300 bilim insanının imzası bulunan bir rapor, dünyanın bir uçurumun kenarına geldiğini, dünya için yaşamsal 24 ekosistemden 15'inin ciddi ölçüde, hatta belki de onulmaz bir biçimde hasar gördüğünü ileri sürdü. Bu Rapora göre de, 50 yılda özellikle son 20 yılda, ekonomik gelişmeler, aşırı tüketim ve kaynakların hesapsız kullanımı insanlığı bir felaketin eşiğine getirmişti[ ].
Washington'daki World Watch Institute (Dünya Gözleme Enstitüsü), ilk kez, 15 yıl önce, ekonomik koşullarla çevre koşullarını ilişkilendirerek yaptığı değerlendirmede, çevre koşulları açısından dengeli bir toplum yaratabilmek için önümüzde en fazla 40 yıl kaldığını söylemişti. O zaman Enstitünün direktörü Lester Brown (şimdi Earth Policy Institute direktörü), ''Bu kırk yıl içinde başarılı olamazsak, çevre koşullarındaki aşınma ve ekonomik sorunlar birbirlerini beslemeye başlayarak bizi geri dönülmez bir sürece sokacaktır'' diyordu [ ]. Bu 15 yıl hemen hiç bir adım atılamadan geçti bile… (imzalayanların bile hedefleri tutturamadığı Kyoto macerasını saymazsak...)
Tüm bunlar pratikte, ani ve şiddetli yağışların, gittikçe sıklaşan sel felaketlerinin, sertleşen ve mevsim dışında oluşan fırtınaların günlük yaşamı alt üst etmesi, büyük can ve mal kaybına yol açması anlamına geliyor. 2005 son bin yılın en sıcak yılı olmuş[ ], Atmosferde biriken sera gazlarının miktarı geçen yıl İngiltere’deki bir konferansta açıklandığı gibi kritik sınır olarak saptanan düzeyi aşmış [ ] Bunların yanı sıra Kutuplardaki buzların erimeye başladı, dünyanın çeşitli yerlerindeki örneğin en son Afrika’nın efsanevi dağı Klimanjaro tepesinde olduğu gibi, buzulların gittikçe küçülüyor . Sibirya’da Bataklıklar kısın tümüyle donmuyor, su birikintileri havuzcuklar kalıyor böylece metan gazı salgılamaya devam ediyor.
Bu erimenin etkisiyle, bir taraftan denizlerdeki su seviyesinin hızla, belki de 50 yıl içinde ortalama 5 metre ye kadar bir artışa, yol açarak kentlerin sular altında kalmasına, tatlı su kaynaklarını kirletmesine neden olabilecekken, diğer taraftan, erime ve ısınma içme suyu kaynaklarının giderek azalmasına doğal rezervuarlardaki su düzeyinin düşmesine yol açıyor. Bu arada yağmurlar, Okyanusa asitli suları giderek daha büyük hızda taşıyarak Okyanusları giderek yaşanmaz hale getiriyor. Okyanusların yaşanmaz hale gelmesi bir yana, tatlı su seviyesinin gerilemesinin iki, çok önemli sonucu var.
Birincisi Tahıl üretimi olumsuz etkileniyor. Gıda arzının en azından iki etkisi var; hızla artmakta olan nüfusun tüketim talebini karşılayamayacak düzeyde seyretmesine neden oluyor. Arz ve talep makası giderek açılıyor..İkincisi, temiz içme suyu yetersizliği krizini derinleştiriyor
Üstelik, son yıllarda, ekolojik riske ek olarak bir de Enerji krizi gündeme geldi. Kapitalist uygarlık yolculuğuna, her ne kadar buhar gücüne dayanarak başladıysa da 100 yıldır petrol kullanımına dayanıyor. Küreselleşme, malların, insanların, bilginin dolaşımında hızlanma anlamına geliyorsa, salt ulaşım açısından değil tüm bilgi sayar, bilişim endüstrisinin hammaddeleri açısından da petrole ve petrol ürünlerine, daha doğrusu bunların ucuz tedarikine bağlı olarak yaşamdı. Şimdi… Petrolün bu ucuz tedarik dönemi bitti.[ ].
Artık, petrolün fiyatı yükseldi ve yüksek kalacak: a) 2004’de varil fiyatı 20 dolardı, 2005’de 50 dolara oturdu bugün 60 dolar üzerinde oynuyor, bir ara 68 dolara kadar yükseldi; b) Petrol kaynaklarında zirve noktasına ulaşıldı yada ulaşılıyor (“Peak Oil Debate”), bundan sonra arzda belirgin bir artış olmayacak, kriz anında devreye girerek piyasalarda istikrar sağlayan fazla kapasite de hızla azalıyor. c) Petrolün büyük bir kısmı %60 Ortadoğu’da. Burada hem nüfus artışı çok hızlı hem de siyasi istikrarsızlık gittikçe artıyor.
Buna karşılık, petrole talep hızla artıyor. Özellikle Hindistan ve Çin’in devreye girmesi bu artışta büyük rol oynadı. Ucuz petrolün bitmesiyle birlikte, buna dayalı kapitalist uygarlığın ve de küreselleşmenin, başka hiç bir etken olmasa bile, ciddi bir krize girmesi kaçınılmaz! Belli, şöyle de bakabiliriz: Bu 500 yıllık kapitalist uygarlık ulaştığı noktada, yalnızca kendini değil gezegendeki canlıların da varlığını tehdit eden bir döneme girmiş gibi görünüyor.
Tarihte çöküş tehlikesiyle karşı karşıya gelen ilk uygarlık bir değiliz. Bu yüzden, geleceğimizi, önümüzdeki seçenekleri anlayabilmek için daha öncekilerin deneyler öğretici olabilir. Prof. Jared Diamond’un kapsamlı ve büyük ilgi çeken Collapse: How societies Choose to fail or succeed (Çöküş: Toplumlar başarılı yada başarısız olmayı nasıl seçiyorlar) başlıklı kitabı bu sorulara tarihsel bir cevap arıyor[ ]. Diamond’un bulduğu cevap çok anlamlı: Çöküşler her zaman toplumun kendi varlığını sürdürmesine olanak sağlayan doğal koşulları tüketmesiyle başlıyor.
Peki, o toplumun egemen sınıfları, yöneticileri neden tehlikeyi göremiyor, gereken tedbirleri alamıyorlar? Diamond’un bulguları bizim için hiç yabancı değil, o nedenle de çok korkutucu: Yönetici sınıfın üyeleri dikkatlerini, zenginleşmek, birbirleriyle rekabet etmek, savaşlar, anıtlar dikmek, tüm bu etkinlikleri desteklemek için köylüyü, üreticiyi mümkün olduğunca çok sömürmek gibi kısa dönemli hedefler üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Bir uygarlık, gelişmesinin zirvesine ulaştıktan sonra, çoğu zaman 10-20 yıl gibi çok kısa bir sürede çökebiliyor. Kimi egemen sınıflar da, duruyor, güçlerini birleştiriyor ve ellerindeki kaynakları çevrenin yeniden inşasına, kaynakların yenilenmesinde kullanıyorlar. Bunlar Yok olmuyor... Birincisine iyi örnek Solomon adaları, İkincisine de Shogun savaşları ertesinde Japonya...
Peki Bakalım bizim uygarlığımız ne durumda: Bizim uygarlığımız, 30 yıldır bir Küresel serbest piyasa kurma projesiyle meşgul. Bu proje bağlamında, Dünya Ticaret Örgütü, IMF programları derken, geçen 20-25 yılda meta üretimi, dolaşımı ve tüketimi, bunları taşıyan kültürel biçimlerle birlikte, daha önce ulaşmadıkları yerlere de ulaşarak hızla yaygınlaşmaya, derinleşmeye başladı. Tüketim hızla arttı. Ama bu, refah arttı anlamına geliyor mu acaba?
Öyle ya bu tüketim artışı acaba nerede gerçekleşti ?
Dünyada halen yaklaşık 3 milyar insan (toplam nüfusun neredeyse yarısı) günde bir dolardan daha düşük bir gelir düzeyinde yaşamaya çalışıyor. Bunların 1.1 milyarının ise temiz suya bile erişimi yok [ ]. Öyleyse tüketiciler, artan tüketimden yararlananlar bunlar olamaz.
World Watch Institute’ün television, telefon Internet, ve bunların taşıdığı düşüncelere erişen nüfus üzerinden saptadığına göre 1.7 milyarlık (toplam nüfusun% 30’ün altında)bir başka küresek tüketici sınıfı söz konusu. Bunların tüketim kapasitesi 1960’larda 4.8 trilyon dolardan 2000 yılında 20 trilyon doların üzerine çıkmış. Küresel ısınma, 1970’lerin ikinci yarısından bu yana giderek hızlanmış, Birleşmiş Milletler World Water Report’a göre dünyada kişi başına düşen temiz su miktarı 1970’te 13,000 metre küpten 2003’te 6,600 metre küpe gerilemiş. Küreselleşme döneminde, tüketim artarken, Küresel ısınma artmış su stokları azalmış
2005 UNDP raporunda da küreselleşmenin iyice hızlandığı döneme ilişkin ilginç veriler var [ ].Örneğin Sahra altı ülkelerinde günde 1 doların altında gelirle yaşayanların sayısı, 1990-2001 arasında 100 milyon artmış. Orta ve Doğu Avrupa’da günde 2 doların altında bir gelirle yaşayanların toplam nüfusa oranı %5 ‘ten %20’ye yükselmiş. 1960’dan bu yana gelişmekte olan ülkelerde ortalama insan ömrü 16 yıl uzamış ama, bu iyileşmenin çoğu 1990’dan önce gerçekleşmiş. Rusya’da ortalama erkek ömrü 1980’lerde 70 yıl iken simdi 59 yıla düşmüş. Hindistan ve Çin’de çocuk ölümlerindeki azalma eğilimindeki iyileşme 1990-2003 arasında yavaşlamış. Bu trendler devam ederse: 2015 yılında: Dünyada çocuk ölümlerde yıllık de 4.4 milyon artış, içme suyuna erişebilenlerin sayısında 210 milyon azalma, günde 1 dolara yaşayanların sayısında 380 milyon artış gerçekleşecek.
Tüketicilere dönersek: Dünya nüfusunun yalnızca %11.6 sının yaşadığı ABD,Avrupa ve Kanada dünya tüketiminin %60’ını gerçekleştiriyor. Nüfusun %45’inin yaşadığı yoksul ülkeler ise % 7.9’unu [ ] Ve dünya da tüketimin % 60’ını gerçekleştirenler küresel ısınmaya neden olan sera gazlarının üretiminde de başı çekiyorlar[ ] İşte bu tüketim kapasitesini karşılamak içinde gezegendeki doğal yaşam kurban ediliyor.
Biraz daha yakından bakalım: Sömürgecilik döneminin başında, Conquistadors, ve onların izinden gidenler bir çok ülkede yerli halkı soykırımlarda imha edene kadar sömürdüler, madenleri talan ettiler. Modern Dünya, Kapitalist uygarlık böyle başladı ilk küreselleşme sürecine... Diğer bir değişle, beyaz adam dünya üzerinde, kendine uygun, sürekli, engelsiz, kullanışlı bir mekan oluşturmaya başkalarını imha ederek, zenginliklerini talan ederek, uygarlılarını yıkarak başladı. Bu dündü,
Bu gün de durum çok farklı değil. Ancak 1980’lerden bu yana neo-liberal politikaların (serbestleşme özelleştirme) GATT- Dünya Ticaret Örgütü’nün Çok uluslu şirketlere getirdiği hareket serbestliği ve yeni imtiyazlar, IMF’in mali baskılarıyla başlayan talan genelde, işgale ve askeri güce dayanmadığı için pek fazla dikkat çekmiyor (Afganistan Irak, yeni savunma stratejisi, Pentagon İklim krizi raporu bunun da değişmeye başladığını düşündürüyor). Ama, yine de bu Conquistadorların başardığını kat kat aşan, bir talan söz konusu. Çok Uluslu Şirketlerin altın, Bakır, Uranyum, Petrol, kereste gibi alanlardaki faaliyetlerinin vahim sonuçları var. ÇÜŞ’lerin gerçekleştirdiği talan sürecinde oluşan kirlilik milyonlarca insanın sağlığını tehdit ediyor, su rezervlerini kirletiyor, toprağı zehirliyor ekolojik sistemin yıkımına katkıda bulunuyor [ ]
Şimdi bir de söyle düşünelim : Dünyanın en Yoksul kesimin de dünyanın geri kalanının yaşam düzeyini istemeye hakki yok mu? Kim yok diye bilir ki? Peki ya bu kesim de zengin ülkelerin, hadi orta gelir düzeyindeki ülkelerin tüketim düzeyine ulaşırsa ne olacak? Bu tüketim düzeyi nasıl sürdürülebilir. Dünyanın kaynakları, eko-sistemi bunun taşıyabilir mi?
Hadi canim bu olacak iş değil derseniz haklısınız derim, Küreselleşmenin dışın düşmüş Afrika’da tüketimin arttırma şansı yok. Ancak… Doğu Avrupa’da 100 milyon insan – (Birliğe yeni katılanlar) 10-15 sene içinde Avrupa’nın ortalama tüketim düzeyini yakalayacak. Yakalatacaklar… Sonra Çin ve Hindistan var. Bu ikisinin petrol ithalatı da hızla artıyor. Çin tahıl ithal etmeye başladı. Daha somut elle tutulur bir iki veri: Bu gün Çin’de 20 milyon otomobil var 2050 yılına kadar 120 milyona çıkacak bu sayı… Buna TV, Cep telefonu, ev için kereste, sanayide kullanmak üzere madenleri ve suyu ekleyin… Sonra bu üretimin ve tüketimin Karbon dioksit, Klor gazları etkisini, atıkların çevre kirlenmesine getireceklerini düşünün. Çin bu günkü büyüm hızını korursa, 2031 yılında, ABD’nin bu günkü ekonomik büyüklüğüne ulaşacak. Eğer 2031’de bu günkü ABD kadar tüketirse, bu günkü toplam küresel tahıl üretiminin %73’ine eşit bir tüketim anlamına gelecek.
Kağıt tüketimi ikiye katlanacak, ve günde 99 milyon varil petrol tüketmesi gerekecek (Bu gün tüm dünyada günde 85 milyon varil, tüketiliyor) [ ]
Sanırım durum çok açık. Kapitalist uygarlık ilerledikçe, buna ilerleme denirse, kendi zeminini aşındırmaya devam ediyor. Bu nedenlerle bir büyük çözülmeden söz etmek olanaklı
Ama bu çözülme salt maddi gereksinimler, hava, su gıda kaynaklarının aşınmasıyla ilgili değil. 1946’da Polanyi büyük dönüşüm kitabında, geçmiş yüz yılın deneyimlerine bakarak, Serbest piyasanın kendisini kucaklayan doğal çevreyi ve toplumsal ilişkileri tahrip ettiğini yazıyordu. 60 yıl sonra Tarihçi John Lukacs[ ], Kent yaşamı araştırmacısı, Jane Jacops’da[ ] uygarlığımızın karanlık çağlara gittiğini düşünüyorlar: Çünkü uygarlık kendisini destekleyen ve yeniden üreten kurumlarını hızla yıpratıyor.
Örneğin: Devlet yönetimi, kamu alanlarının tasfiyesi, vergi sisteminin adaletinin bozulması, yükün ödeme gücü olmayanlara, (sermayeden emeğe- E.Y) kayması, para sistemlerinde oluşmaya başlayan istikrarsızlık ve nihayet, demokrasinin bir reklam kampanyasına dönmesi, siyasetin alınıp satılmaya başlanmasıyla dejenere oluyor. Kentsoylu toplumun direği çekirdek aile, anne ve babanın her ikisinin de çalışmak zorunda olmasından dolayı, giderek ayakta kalmakta zorlanıyor. Devlet ve reklam/ kültür endüstrisi, kent soylu uygarlığın bir diğer özelliğini, kişisel özel alanları sürekli iğfal ediyor, daraltıyor yok ediyor. Eğitim- özellikle akademik eğitim, dejenere oluyor, Doktora, Mastır dereceleri bilimsel etkinlik için değil is bulma aracı olarak kullanılıyor. Kent soylu uygarlığın bir diğer özelliği de okuma alışkanlığı. Bu da hızla ortadan kalkıyor, görsel yüzeysel bir kültür hızla yayılıyor. Bilimsel metodolojide sulanma, (rasyonalizme saldırı, rölativizm, teolojik baskı) yaşanıyor. Bu sırada tarih bilincinin zayıflıyor. Ben buna gelecek kavramının ortadan kalkmasını da eklemek isterim. Nihayet kentlerin hızla yaşanmaz hele geliyor ve bunların hepsi, Lucas ve Jacops’a kentsoylu uygarlığın çözülmekte olduğunu gösteriyor. Bu saptamalara karşı çıkmak bence çok zor.
Yine de, belki bir çözüm bulabiliriz diye düşünebiliriz. Daha doğrusu çözüm mutlaka olmalıdır diyebiliriz. Ama, var olsalar bile, bu çözümlere kültürel ve siyasi açıdan hazır olduğumuzu söylemek çok zor. Çünkü, bu kapitalist uygarlığın toplumsal ekonomik yaşam tarzı, geçtiğimiz 30 yıl içinde, özellikle küresel bir serbest piyasa kurma projesinin etkisiyle daha da yaygınlaştı, yoğunlaştı, ritmi daha da hızlandı. Bu gün bu yaşam tarzını yayan ve yeniden üreten kültürel formlar, normlar, yeni iletişim teknolojilerinin etkileriyle, yeni ticaret anlaşmalarının, açtığı pazarlarla, kısa döneme kitlenmiş fazla sermayenin spekülatif hareketlerinin basıncıyla, hızla yayılıyor.
Latin Amerika’nın, Hindistan ve Çin gibi dünyanın en kalabalık ülkelerinde, bu arada Türkiye’de de tabii, yoksul nüfusun çok büyük bir kısmı daha şimdiden, TV’deki dizilerde gördükleri bir yaşam tarzına, tüketim toplumuna, metalara ulaşmak için sabırsızlanıyorlar. Bir kısmı kalkıp yollara düşüyor, bu metaların ve yaşam tarzının olduğu Batıya gelmek için.. geldikleri yarde “duvarlarla” karşılaşıyor, kaldıkları yerde mallara ulaşabilmeleri için gerekli maddi kaynakların giderek azaldığını görüyorlar. İnsanların beklentilerini yükselten bu uygarlık, sıra karşılamaya gelince, insanları ellerine, içine beş mermi konmuş birer altı patlar revolver vererek onları, küresel piyasada Rus ruleti oynamaya davet ediyor.
Bu sırada yine bu toplumsal yaşam tarzına uygun, onu destekleyecek bireylerin (öznelliklerin) sayısı hızla artıyor. Çünkü, bireyleri, her türlü yerel dayanışma ağlarını, kamu alanlarını yıkarak meta ilişkisi içine çeken süreçler, bu sırada onların öznelliklerini de parçalayarak meta ilişkilerine uygun bir biçimde yeniden, yapılandırıyor. Hatta öyle ki, dünyanın bir çok bölgesinde bireyler, TV sinema hatta Internet gibi iletişim araçlarında sunulan imajların yarattığı özdeşleşme süreçleri içinde, daha kitlesel üretime girmeden, kitlesel tüketimin normlarına, alışkanlıklarına, bu alışkanlıkları tatmin edecek malların dalgası onların sahillerine ulaşmadan, bu malların vaat ettiği hazlara bağımlı hale geliyor, heyecanla bu metaları beklemeye başlıyorlar.
Genel, kuş bakışı bir yaklaşım, insanlığın önünde ancak küresel çapta, ve kolektif davranışla ve doğru planlanmış bir eş güdümle alınacak önlemlerin çözebileceği sorunların gittikçe ağırlaşarak biriktiğini gösteriyor. Ancak, acı olan şu ki bu uygarlık, halen, bu sorunlara elbirliğiyle çözüm bulabileceği bir noktadan hızla başka bir noktaya doğru ilerliyor.
Üç gelişme çözümden uzaklaştığımızı düşündürüyor:
Birincisi, gittikçe keskinleşen, jeopolitik çelişkiler uluslararasında karşılıklı güveni hızla eritiyor, karşılıklı kuşku yaratıcı, hatta düşmanca eğilimleri güçlendiriyor; şoven milliyetçiliği, militarizmi azdırıyor. Dolayısıyla uluslararası, halklar arası işbirliği olasılıklarını zayıflatıyor. İkincisi, ekolojik sistem bozuldukça, kaynak savaşları yoğunlaştıkça, yükselen ekonomik göçmenlik dalgaları, kıyısına vurdukları bölgelerde, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerde, yabancı düşmanlığını, ırkçılığı canlandırıyor, şoven milliyetçiliği güçlendiriyor. Üçüncüsü, küresel serbest piyasa kuruma projesi içinde meta kültürü, merkez ülkelerde derinleştikçe, çevre ülkelerde hızla yayıldıkça, insanları, bireycileştiren, hemen tatmin edilebilecek, ve edilmeyi bekleyen hazlar (cinsellik, uyuşturucu madde, alışveriş) üzerinde odaklaşmaya iten, uzun dönemli amaçlara, ortak çıkarlara bakmalarını önleyen bir etki yapıyor, onların bireysel yaşam ufuklarını aşan, çözmek için kolektif inisiyatif gerektiren uzun dönemli hedeflere gözlerini kapatıyor, ilgilerini azaltıyor.
Geçen 30 yılda yaygınlaşan, sinik, “her şeyi biliyorum ama hiç bir şeyin değişmeyeceğini de”… ya da “biliyorum ama yapmaya devam ediyorum” gibisinden bir post modern yaklaşım da, bu ilgisizliğe, teslimiyete felsefi, kültürel mazeret, anında tatmin edilecek hazlara yönelmeyi yücelten etik bir zemin sağlıyor. Bu madalyonun öbür yüzündeyse, metaların peşinde koştukça daha da faza yalnızlaşan, yaşamlarına, metalar dünyasını aşan, “yücenin yerine konacak şey” düzeyine yükseltebilecekleri bir anlam arayan insanların sayısı hızla artıyor.
Bu insanlar, geride bıraktığımız 30 yılda, post modernizmin eleştirileri altında prestiji sarsılan bilimsel düşünceden, rasyonalizmden umutlarını kestikçe, mistik ve dini anlamlara yönelmeye başladılar, böylece kurtuluşu kendi ellerine almaktan, bu dünyada aramaktan vazgeçerek bir başka dünyaya ertelemeye, “kopuş” anını beklemeye başladılar. Geleceği kurmaya çalışmak yerine.
Tüm bu eğilimlerin kesiştiğin noktada son derece tehlikeli, hatta “çözümsüz” bir konjonktür oluşuyor.
Ekolojik sistemdeki, ekonomik düzeydeki, insanların düşünce ve inanç sistemlerindeki gelişmelerin ulaştığı düzeye bakınca, bunun içinden çıkmak için hala bir zamanımızın kalıp kalmadığı dahi artık belli değildir.
Ancak insana yakışan, eğer yok olma yoluna girdiyse, hiç olmazsa bunu geri çevirebilmek için aklını ve enerjisini son bir kez daha kullanmaya çalışmaktır. Bu kitaptaki çalışmaların arkasındaki etik zemin işte bu… Ve yeniden gündeme gelmeye başlayan toplumsal sorunun, daha önce gündemde olmayan yeni olasılıkları gündeme getirebileceğine ilişkin bir inanç...
Ergin Yildizoğlu.
Ütopya Yayınları, Mayıs 2006
Giriş:
Bu kitaptaki denemeler, son 20 yılın yerleşik “sağ duyusunun” dışından bir yerden, bu “sağ duyunun” dışarıda bırakmaya çalıştığı, görünmez, konuşulamaz kılmaya çalıştığı “bir sürecin”, kapitalizminin krizinin gelişmelerini izlerken yazıldı. Bu yazıların çıkış noktasını, küreselleşmenin, krizin kendini dışa vuruş biçimlerinden biri, geçici ve artık sona ermekte olan bir dönem olduğuna ilişkin bir var sayım oluşturuyor. Bu varsayımdan hareketle başlayan “yolculuk”, zaman içinde, küreselleşmenin son ermesinden çok daha ağır “durumla” karşı karşıya olduğumuza ilişkin bir saptamaya ulaştı: Karşımızda bir uygarlık krizi var!
***
Küreselleşme tartışmaları, büyük iddialarla, vaatlerle ve umutlarla başladı. Küreselleşme yepyeni bir aşamaydı, engellenemez, önünde durulamaz, bir süreçti, adeta, doğal evrim gibi bir şey... Birleştirici, homojenleştirici, özgürleştirici bir süreç... Dünyada refahı arttıracak, bizi, devlet denen ceberut şeyden kurtararak, yeni bir uygarlık aşamasına taşıyacaktı…
Ancak tam tersi oldu, Örneğin refah artmadı. 1970’lerde dünya kişi başına GSMH 1960’lardan, 1970’lerde 80’lerden, 80’lerde 90’lardan düşük düzeyde kaldı. Halen, 2000’li yıllarda, 90’lı yıllardan daha düşük bir düzeyde seyrediyor[ ]
Dünya ekonomisinde oluşan, üç küresel sistemin -finansal, sınai, enerji sistemleri- üçü de krize girdi ve dünyanın ekolojik sisteminin bir kriziyle çalışarak, uygarlığı genel bir çöküş noktasına getirdi. 1990’lar boyunca, bir taraftan mali krizler dünyayı sarsarken, diğer taraftan, “her derde deva, her yemekten sonra mutlaka alınması gerekir” iddialarıyla satılan bu “küreselleşme” hiç bir derde deva olamadı, yada birilerinin derdine bir süre için deva oldu, ama dünyanın gerisinin geleceği pahasına... İmparatorluk, terörizme karşı savaş, “uygarlıklar savaşı”, “din savaşları” vb olgular da cabası.
Peki iyi de bu kavram niye var? Öyle ya, daha önce elimizde uluslararasılaşma, modernleşme, batılılaşma, ekonomik entegrasyon, nihayet emperyalizm kavramlar vardı, küreselleşme bu kavramlarla açıklanamayan neyi açıklıyor acaba?[ ] Yoksa bu kavramın varlığı salt ideolojik bir gereksinimden mi kaynaklanıyor?
“Engellenemez”, “kaçınılamaz” gibi olguyu adeta metafizik/teolojik bir boyuta taşıyan iddialar bunu düşündürmüyor mu?
Şu küreselleşme denen olguya daha “gerçekçi” ve tarihsel bir açıdan bakarsak örneğin, Amerikan Harp akademilerinden. Deniz Savaşları bölümü başkanı Prof James Kurth gibi küreselleşmeyi bir ABD dış politikası olarak görebiliriz [ ]. Kurth’a göre ABD çok büyük ve başat olduğunda dünyanın geri kalanı bunu yeni bir dönem olarak algıladı. Öyleyse, şimdi: ABD’de yeni bir dış politika yönelimi gözlemleyebiliyorsak, acaba, küreselleşme döneminin kapanmaya başladığını da düşünebilir miyiz?
Ya da, daha ekonomist bir tutumla, küreselleşmeyi ekonomik açıdan, en belirgin özelliğine atıfla bir mali genişleme dönemi olarak da ele alabiliriz. Bu açıdan bakınca, mali genişleme döneminin bitmesi, küreselleşme döneminin kapanması anlamına gelmez mi?
Nihayet, küreselleşmeyi, serbest piyasa inşa etme projesi bağlamında, bir kriz yönetme modeli, David Harvey’e atıfla bir spatial fix (mekan düzenleme) tarzı olarak da görebiliriz [ ]. O zaman da, mekan düzenleme yöntemlerinde bir değişiklik gözlemleyebiliyorsak, küreselleşme döneminin kapanmaya başladığını düşünebiliriz.
Bu birbirinden farklı, adeta metodolojik olarak taban tabana zıt üç açıdan yaklaştığımızda, bu farklara karşın, ortaya ilginç bir durum çıkıyor. Bu üç farklı bakış açısıyla elde edilen veriler, 1990’ların son çeyreğinden bu yana çakışmaya başlıyorlar. Bu da, ister istemez, 1980 başıyla 1990 sonu arasındaki dönemden farklı yeni bir konjonktürün varlığına işaret ediyor.
Benim saptamam şöyle: Bu konjonktürde küreselleşme ve küreselleşmeci söylem, yerini, İmparatorluk, ulusal çıkar, askeri müdahale, işgal ve sömürgeciliğe bırakmaya başlıyor. Birinci bakış acısına göre bir yön değiştirme söz konusu.
Aslında, küreselleşme kavramına ilk kez, 1970’lerde Giscard D’Estaing’in, refah devletini hedef almaya başlayan politikalarını anlatmak için, halka yaptığı bir konuşmada, bir meşrulaştırma söylemi olarak, rastlıyoruz. Giscard, engellenemez, önünde durulamaz küresel ekonomik teknolojik güçlerden söz etti politikalarını haklı çıkartmak için Dünyayı salt ekonomik açıdan, serbest piyasa merceğinden bakarak düzenlemeyi amaçlayan ideolojinin tapınağı Davos zirvesinin 1970’lerde kurulmuş olduğunu da anımsayabiliriz. Peki, buradan, bir sıçramayla küreselleşmenin, dünya ekonomisinde bir krize müdahale biçimi, küreselleşmeciliğin de bunun meşrulaştırılmasıyla yakından ilgili bir söylem olduğunu ileri süremez miyiz?
Küresel serbest piyasa inşa etme projesi bir ABD dış politikası olarak ilk kez Reagan tarafından dünyaya açıklandı. Bu bağlamda küresel serbest piyasa projesi, hem SSCB ve Doğu Bloğuna, genelde sosyalizme karşı bir ideolojik saldırıydı, hem de sermayeye yeni genişleme alanları açmanın bir aracı. Bu aracı kullanarak ABD dünya ekonomisinde diğer gelişmiş kapitalist ülkelere bir kamu hizmeti sunuyor böylece kendi hegemonyasının kabule dayalı (yumuşak güç) ayağını da güçlendirmeye başlıyordu. Nitekim Reagan dönemi ABD hegemonyasında bir Restorasyon dönemi oldu.
1980’lerin sonunda, 1990’ların başında, Doğu Bloğunun çökmesiyle uluslararası jeopolitikte önemli bir değişiklik oldu, bütün büyük güçler, Kissinger’in değimiyle bir “dış politika paradigması” sorunuyla karşı karşıya kaldılar. ABD tek kutuplu dünya inşa etmeye soyunurken, Avrupa, Çin, Rusya, bir çok kutuplu dünya olasılığının doğduğunu düşünüyorlardı. ABD şimdi, Batı bloğunu nasıl muhafaza edecek, SSCB çökükten sonra, şimdi birleştirici öğe ne olacaktı?
Bu bağlamda, ilk ciddi dış politika değişikliği önerisini I. Körfez savaşının arkasından hazırlanan Wolfowitz raporunda bulabiliriz: Bu raporun temel tezine göre: ABD bir başka gücün yükselmesini engellemeli ve kendi ulusal çıkarlarına göre, gerektiğinde tek taraflı davranmalıydı... Ancak bu rapor basına sızınca büyük tepki aldı, rafa kalktı. Aslında, Wolfowitz modeline o sırada gerek yoktu, neo-liberalizm büyük bir ideolojik atılım içindeydi, yeni ekonomik alanlar uluslararası sermayeye açılıyor, IMF, Dünya Bankası bu alanları yeniden düzenlemekte işlevsel olabiliyordu. “Uluslararası topluluk” kavramı altında ABD liderliği geçerliğini koruyordu. Küreselleşmecilik “Yeni ekonomi” (teknolojik devrim vb..) egemen ideoloji olarak çok güçlüydü.
Ancak 1990’ların ikinci yarısında yukarıda değindiğim yeni konjonktür oluşmaya başladı. Asya krizi, ABD modeline, IMF programlarına güveni sarstı. IMF Programları Asya’da istikrar getirmemişti, Rusya’da yıkım yarattı, Yugoslavya’yı parçaladı ama gerekli mekan düzenlemesini gerçekleştirmedi. Bu süreç, giderek askeri müdahaleye ve sömürgeleştirme yöntemine kapı açacaktı.
1990-2000 döneminde şiddetli Borsa krizleri yaşandı, mali sermaye büyük bir darbe yerken, “köpük sonrası” ekonomi kavramı altında, aşırı üretim krizi tüm şiddetiyle kendini hissettirmeye başladı. Bir depresyon gelişiyordu… Ancak Arjantin örneğinin yeniden gösterdiği gibi IMF politikalar, mali disiplin, serbest piyasa, hem ekonomileri daraltarak talep yetersizliği sorununu ağırlaştırıyor, hem de istikrarsızlıkları büyüterek krizi derinleştiriyordu.
ABD’nin hegemonyasının “liderliğinin kabulüne” dayalı ayağı, diğer bir değişle “yumuşak gücü” zayıflarken dış politika alanında yeni yönelimler ortaya çıkmaya başladı. Yugoslavya’ya askeri müdahale gerçekleştirildi ve bu meşruiyetini BM’den değil uluslararası topluluktan aldı. Clinton yönetiminin Dışişleri bakanı Madelaine Albraight ABD’yi, “ayrıcalıklı” ülke ilan etti. Bu gelişmeler, yeni bir meşruiyet söylemi arayışının ilk işaretleriydi. Bu sırada, ABD’de kabaca, askeri sınai-enerji kompleks olarak niteleyebileceğimiz bir kesimin temsilcileri Clinton yönetimine karşı ideolojik, ahlakçı bir saldır başlattılar- “Monika Lewinski affaire”.
Project For new American Century kuruldu ve Wolfowitz’in önerisi bağlamında yeni bir savunma stratejisi hazırladı. Bu belgede ittifakların durumuna, Avrupa’nın ile ABD arasındaki davranış farklarına, Çin’in yükselmesine özel vurgu yapıyor, ABD’nin askeri gücüne özel önem vermesi gerektiğini savunuyordu. Albraight’ta “kullanmadıktan sonra bu kadar büyük askeri güce sahip olmanın ne anlamı var” diyecekti . Yine o sırada ABD dış politikasında “Kafkasları kim kaybetti” tartışması başlamıştı.
Ortadoğu’da, ABD ve İsrail dış politika çevrelerinde bölgedeki tüm büyük devletlerin dönüştürülmesi gerektiğini savunan yaklaşım güçlenmeye başladı [ ] 2000’de Council on Foreign Relations - Baker Institute birlikte bir enerji raporu yayımladılar: Rapor yaklaşan bir enerji krizine işaret ediyor, enerji güvenliği, Rafineri kapasitesi yetersizliği sorunundan yakınıyor, serbest piyasanın bu sorunu ağırlaştırdığını, devletin enerji alanına geri dönmesi gerektiğini savunuyordu. Bu yaklaşımlara uygun olarak Clinton yönetimi döneminde, ABD ordusunda değişiklik yapıldı Centcom kuruldu. Kafkaslara yönelik uzun erimli bir askeri bir manevra gerçekleştirildi[ ]
Nihayet 1990’ların sonuna doğru küreselleşme karşıtı muhalefet küresel çapta başını kaldırdı. Toplumsal sorun geri geliyor, küreselleşme ABD dış politikasının en önemli öğelerinden biri olduğuna göre, de bu politikaya yönelik büyük bir tehdit oluşturuyordu
Şimdi 1990’lardan farklı bir iklim egemen. Dün küreselleşmeyi savunan kesimler arasında, tarihçiler, Uluslararası bankaların ekonomistleri, önemli gazetelerin köşe yazarları arasında bir süredir küreselleşmenin sonunun gelmekte olduğuna ilişkin kaygılar dile getiriliyor, kurtarmak için siyasi müdahale gerektiği öne sürülüyor[ ]. Bu kaygılar, küreselleşmeciler arasında bile, artık küreselleşmenin, öyle kendiliğinden, önünde durulamaz bir süreç değil, siyasi olarak korunması gereken bir süreç olduğu tezinin kabul görmeye başladığını göstermiyor mu?
Aslında küreselleşenin sonuna gelinmiş olması, şaşılacak bir şey değil. “Küreselleşmeyle”, yayılması hızlanmaya başlayan şey öncelikle metalaşma süreci, sonra da kapitalist ilişkiler. Bunların yayılması taşıdıkları sorunların kapitalizmin taşıdığı kriz eğilimlerinin yayılması ve derinleşmesi, anlamına gelmiyor mu?
Gerçekten de, kapitalizmin tarihine baktığımızda, küreselleşme denen bu hızlanmanın, ilk kez olmadığını, geçmişte de, mali sermayenin öne çıkmasının, dolaşımının hızlanmasının, buna yardım eden teknolojik buluşlarla ve, kriz dönemleriyle çakıştığını, bu sürecin giderek siyasi istikrarsızlıklara savaşlara yol açtığını görebiliriz[ ].
Ancak bu kez durum bence daha da vahim. Bu son küreselleşme atılımı yalnızca kendi sonuna gelmekle kalmıyor, sanırım bu kez, bir “uygarlık sonu” riski de yaratıyor. Üstelik bu kez, bundan önceki dönemlerde olduğu gibi bu uygarlığı bir yenisinin izlemesinin olasılığı zayıf gibi görünüyor. Çünkü bu uygarlığın son 30 yılında, yeni küreselleşme atılımı sayesinde yaşanan tüketim patlaması tüketim kültüründeki muazzam yayılma, insanlığın kendini kurtararak yeni bir uygarlık inşa etme şansını büyük ölçüde azalttı azaltmaya da devam ediyor.
Bildiğiniz gibi uygarlığımız piyasa sistemi içinde üretime, ücretli emek kullanımına dayanıyor. Daha fazla kar yapabilmek daha fazla biriktirebilmek için sürekli daha fazla üretmek, ürettiklerini satabilmek için sürekli tüketimi körüklemek, bunun için sürekli yeni gereksinimler ve mallar yaratmak durumunda. Üstelik sık sık da yaptıklarını kendisi yıkıyor ve yeniden yapıyor; bir israf da söz konusu. Aşırı üretilen (talebi olmayan) malların denize dökülmesini, yada depolarda saklanmasını düşünün… insanlar açlıktan ölürken…
Bu üretim ve tüketim süreci hızlandıkça bu üretim ve tüketimi sürdürebilmek için gereken madenlerin, enerjinin çıkarılması kerestenin sağlanması, suyun kullanılması, gezegenin kaynakları üzerinde dayanılmaz bir basınç yaratmaya başladı. Dahası Bu üretim ve tüketimin yan ürünleri, atıkları küresel ısınma denen bir gelişmeye neden oluyor ki, bu başlı başına, çevre kirlenmesi hiç olmasa bile, su kaynakları tahıl üretimi,
kimi canlıların, gezegenin ekosistemlerinin üzerindeki etkileri ve iklim sisteminde yarattığı istikrarsızlıklar
yüzünden uygarlığın sonunu getirmeye yeter de artar bile. Üstelik, bu ısınma sürecini geri çevirmek için pek bir zamanımız da kalmadı. Böyle giderse yüz yılın sonuna kadar küresel ısının 3- 6- hatta 11 derece yükselmesi bekleniyor. 600 milyon yıl önce benzer bir ısınma, 6 derecelik artış tüm canlı türlerinin %95’ini yok etmişti…
Bu yüzden son yıllarda, bilim insanlarının uyarılarında da bir yoğunlaşma söz konusu. Örneğin, 2005 yılının başında, Birleşmiş Milletler bünyesindeki Hükümetler Arası İklim Değişikli Paneli (IPCC) Başkanı Dr. Rajendra Pachauri, çevre kirlenmesinin neden olduğu küresel ısınmanın çok tehlikeli bir düzeye ulaştığını açıkladı. Ardından, bugüne kadar yapılmış, yıllardır veri toplayan en geniş kapsamlı iklim değişikliği araştırması (Oxford Üniversitesi'nde) durumun, IPCC'nin öngörülerinden en azından iki kez daha kötü olduğunu gösterdi. Şubat ayında dünyanın önde gelen 200 iklim değişikliği uzmanı Blair 'in inisiyatifiyle Exeter Üniversitesi'nde bir araya geldiler ve ''insanlığın gözlerini kapatmış bir biçimde, dünyanın sonuna doğru yürümekte olduğunu'' savundular [ ] Mart sonunda, altında 95 ülkeden 1300 bilim insanının imzası bulunan bir rapor, dünyanın bir uçurumun kenarına geldiğini, dünya için yaşamsal 24 ekosistemden 15'inin ciddi ölçüde, hatta belki de onulmaz bir biçimde hasar gördüğünü ileri sürdü. Bu Rapora göre de, 50 yılda özellikle son 20 yılda, ekonomik gelişmeler, aşırı tüketim ve kaynakların hesapsız kullanımı insanlığı bir felaketin eşiğine getirmişti[ ].
Washington'daki World Watch Institute (Dünya Gözleme Enstitüsü), ilk kez, 15 yıl önce, ekonomik koşullarla çevre koşullarını ilişkilendirerek yaptığı değerlendirmede, çevre koşulları açısından dengeli bir toplum yaratabilmek için önümüzde en fazla 40 yıl kaldığını söylemişti. O zaman Enstitünün direktörü Lester Brown (şimdi Earth Policy Institute direktörü), ''Bu kırk yıl içinde başarılı olamazsak, çevre koşullarındaki aşınma ve ekonomik sorunlar birbirlerini beslemeye başlayarak bizi geri dönülmez bir sürece sokacaktır'' diyordu [ ]. Bu 15 yıl hemen hiç bir adım atılamadan geçti bile… (imzalayanların bile hedefleri tutturamadığı Kyoto macerasını saymazsak...)
Tüm bunlar pratikte, ani ve şiddetli yağışların, gittikçe sıklaşan sel felaketlerinin, sertleşen ve mevsim dışında oluşan fırtınaların günlük yaşamı alt üst etmesi, büyük can ve mal kaybına yol açması anlamına geliyor. 2005 son bin yılın en sıcak yılı olmuş[ ], Atmosferde biriken sera gazlarının miktarı geçen yıl İngiltere’deki bir konferansta açıklandığı gibi kritik sınır olarak saptanan düzeyi aşmış [ ] Bunların yanı sıra Kutuplardaki buzların erimeye başladı, dünyanın çeşitli yerlerindeki örneğin en son Afrika’nın efsanevi dağı Klimanjaro tepesinde olduğu gibi, buzulların gittikçe küçülüyor . Sibirya’da Bataklıklar kısın tümüyle donmuyor, su birikintileri havuzcuklar kalıyor böylece metan gazı salgılamaya devam ediyor.
Bu erimenin etkisiyle, bir taraftan denizlerdeki su seviyesinin hızla, belki de 50 yıl içinde ortalama 5 metre ye kadar bir artışa, yol açarak kentlerin sular altında kalmasına, tatlı su kaynaklarını kirletmesine neden olabilecekken, diğer taraftan, erime ve ısınma içme suyu kaynaklarının giderek azalmasına doğal rezervuarlardaki su düzeyinin düşmesine yol açıyor. Bu arada yağmurlar, Okyanusa asitli suları giderek daha büyük hızda taşıyarak Okyanusları giderek yaşanmaz hale getiriyor. Okyanusların yaşanmaz hale gelmesi bir yana, tatlı su seviyesinin gerilemesinin iki, çok önemli sonucu var.
Birincisi Tahıl üretimi olumsuz etkileniyor. Gıda arzının en azından iki etkisi var; hızla artmakta olan nüfusun tüketim talebini karşılayamayacak düzeyde seyretmesine neden oluyor. Arz ve talep makası giderek açılıyor..İkincisi, temiz içme suyu yetersizliği krizini derinleştiriyor
Üstelik, son yıllarda, ekolojik riske ek olarak bir de Enerji krizi gündeme geldi. Kapitalist uygarlık yolculuğuna, her ne kadar buhar gücüne dayanarak başladıysa da 100 yıldır petrol kullanımına dayanıyor. Küreselleşme, malların, insanların, bilginin dolaşımında hızlanma anlamına geliyorsa, salt ulaşım açısından değil tüm bilgi sayar, bilişim endüstrisinin hammaddeleri açısından da petrole ve petrol ürünlerine, daha doğrusu bunların ucuz tedarikine bağlı olarak yaşamdı. Şimdi… Petrolün bu ucuz tedarik dönemi bitti.[ ].
Artık, petrolün fiyatı yükseldi ve yüksek kalacak: a) 2004’de varil fiyatı 20 dolardı, 2005’de 50 dolara oturdu bugün 60 dolar üzerinde oynuyor, bir ara 68 dolara kadar yükseldi; b) Petrol kaynaklarında zirve noktasına ulaşıldı yada ulaşılıyor (“Peak Oil Debate”), bundan sonra arzda belirgin bir artış olmayacak, kriz anında devreye girerek piyasalarda istikrar sağlayan fazla kapasite de hızla azalıyor. c) Petrolün büyük bir kısmı %60 Ortadoğu’da. Burada hem nüfus artışı çok hızlı hem de siyasi istikrarsızlık gittikçe artıyor.
Buna karşılık, petrole talep hızla artıyor. Özellikle Hindistan ve Çin’in devreye girmesi bu artışta büyük rol oynadı. Ucuz petrolün bitmesiyle birlikte, buna dayalı kapitalist uygarlığın ve de küreselleşmenin, başka hiç bir etken olmasa bile, ciddi bir krize girmesi kaçınılmaz! Belli, şöyle de bakabiliriz: Bu 500 yıllık kapitalist uygarlık ulaştığı noktada, yalnızca kendini değil gezegendeki canlıların da varlığını tehdit eden bir döneme girmiş gibi görünüyor.
Tarihte çöküş tehlikesiyle karşı karşıya gelen ilk uygarlık bir değiliz. Bu yüzden, geleceğimizi, önümüzdeki seçenekleri anlayabilmek için daha öncekilerin deneyler öğretici olabilir. Prof. Jared Diamond’un kapsamlı ve büyük ilgi çeken Collapse: How societies Choose to fail or succeed (Çöküş: Toplumlar başarılı yada başarısız olmayı nasıl seçiyorlar) başlıklı kitabı bu sorulara tarihsel bir cevap arıyor[ ]. Diamond’un bulduğu cevap çok anlamlı: Çöküşler her zaman toplumun kendi varlığını sürdürmesine olanak sağlayan doğal koşulları tüketmesiyle başlıyor.
Peki, o toplumun egemen sınıfları, yöneticileri neden tehlikeyi göremiyor, gereken tedbirleri alamıyorlar? Diamond’un bulguları bizim için hiç yabancı değil, o nedenle de çok korkutucu: Yönetici sınıfın üyeleri dikkatlerini, zenginleşmek, birbirleriyle rekabet etmek, savaşlar, anıtlar dikmek, tüm bu etkinlikleri desteklemek için köylüyü, üreticiyi mümkün olduğunca çok sömürmek gibi kısa dönemli hedefler üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Bir uygarlık, gelişmesinin zirvesine ulaştıktan sonra, çoğu zaman 10-20 yıl gibi çok kısa bir sürede çökebiliyor. Kimi egemen sınıflar da, duruyor, güçlerini birleştiriyor ve ellerindeki kaynakları çevrenin yeniden inşasına, kaynakların yenilenmesinde kullanıyorlar. Bunlar Yok olmuyor... Birincisine iyi örnek Solomon adaları, İkincisine de Shogun savaşları ertesinde Japonya...
Peki Bakalım bizim uygarlığımız ne durumda: Bizim uygarlığımız, 30 yıldır bir Küresel serbest piyasa kurma projesiyle meşgul. Bu proje bağlamında, Dünya Ticaret Örgütü, IMF programları derken, geçen 20-25 yılda meta üretimi, dolaşımı ve tüketimi, bunları taşıyan kültürel biçimlerle birlikte, daha önce ulaşmadıkları yerlere de ulaşarak hızla yaygınlaşmaya, derinleşmeye başladı. Tüketim hızla arttı. Ama bu, refah arttı anlamına geliyor mu acaba?
Öyle ya bu tüketim artışı acaba nerede gerçekleşti ?
Dünyada halen yaklaşık 3 milyar insan (toplam nüfusun neredeyse yarısı) günde bir dolardan daha düşük bir gelir düzeyinde yaşamaya çalışıyor. Bunların 1.1 milyarının ise temiz suya bile erişimi yok [ ]. Öyleyse tüketiciler, artan tüketimden yararlananlar bunlar olamaz.
World Watch Institute’ün television, telefon Internet, ve bunların taşıdığı düşüncelere erişen nüfus üzerinden saptadığına göre 1.7 milyarlık (toplam nüfusun% 30’ün altında)bir başka küresek tüketici sınıfı söz konusu. Bunların tüketim kapasitesi 1960’larda 4.8 trilyon dolardan 2000 yılında 20 trilyon doların üzerine çıkmış. Küresel ısınma, 1970’lerin ikinci yarısından bu yana giderek hızlanmış, Birleşmiş Milletler World Water Report’a göre dünyada kişi başına düşen temiz su miktarı 1970’te 13,000 metre küpten 2003’te 6,600 metre küpe gerilemiş. Küreselleşme döneminde, tüketim artarken, Küresel ısınma artmış su stokları azalmış
2005 UNDP raporunda da küreselleşmenin iyice hızlandığı döneme ilişkin ilginç veriler var [ ].Örneğin Sahra altı ülkelerinde günde 1 doların altında gelirle yaşayanların sayısı, 1990-2001 arasında 100 milyon artmış. Orta ve Doğu Avrupa’da günde 2 doların altında bir gelirle yaşayanların toplam nüfusa oranı %5 ‘ten %20’ye yükselmiş. 1960’dan bu yana gelişmekte olan ülkelerde ortalama insan ömrü 16 yıl uzamış ama, bu iyileşmenin çoğu 1990’dan önce gerçekleşmiş. Rusya’da ortalama erkek ömrü 1980’lerde 70 yıl iken simdi 59 yıla düşmüş. Hindistan ve Çin’de çocuk ölümlerindeki azalma eğilimindeki iyileşme 1990-2003 arasında yavaşlamış. Bu trendler devam ederse: 2015 yılında: Dünyada çocuk ölümlerde yıllık de 4.4 milyon artış, içme suyuna erişebilenlerin sayısında 210 milyon azalma, günde 1 dolara yaşayanların sayısında 380 milyon artış gerçekleşecek.
Tüketicilere dönersek: Dünya nüfusunun yalnızca %11.6 sının yaşadığı ABD,Avrupa ve Kanada dünya tüketiminin %60’ını gerçekleştiriyor. Nüfusun %45’inin yaşadığı yoksul ülkeler ise % 7.9’unu [ ] Ve dünya da tüketimin % 60’ını gerçekleştirenler küresel ısınmaya neden olan sera gazlarının üretiminde de başı çekiyorlar[ ] İşte bu tüketim kapasitesini karşılamak içinde gezegendeki doğal yaşam kurban ediliyor.
Biraz daha yakından bakalım: Sömürgecilik döneminin başında, Conquistadors, ve onların izinden gidenler bir çok ülkede yerli halkı soykırımlarda imha edene kadar sömürdüler, madenleri talan ettiler. Modern Dünya, Kapitalist uygarlık böyle başladı ilk küreselleşme sürecine... Diğer bir değişle, beyaz adam dünya üzerinde, kendine uygun, sürekli, engelsiz, kullanışlı bir mekan oluşturmaya başkalarını imha ederek, zenginliklerini talan ederek, uygarlılarını yıkarak başladı. Bu dündü,
Bu gün de durum çok farklı değil. Ancak 1980’lerden bu yana neo-liberal politikaların (serbestleşme özelleştirme) GATT- Dünya Ticaret Örgütü’nün Çok uluslu şirketlere getirdiği hareket serbestliği ve yeni imtiyazlar, IMF’in mali baskılarıyla başlayan talan genelde, işgale ve askeri güce dayanmadığı için pek fazla dikkat çekmiyor (Afganistan Irak, yeni savunma stratejisi, Pentagon İklim krizi raporu bunun da değişmeye başladığını düşündürüyor). Ama, yine de bu Conquistadorların başardığını kat kat aşan, bir talan söz konusu. Çok Uluslu Şirketlerin altın, Bakır, Uranyum, Petrol, kereste gibi alanlardaki faaliyetlerinin vahim sonuçları var. ÇÜŞ’lerin gerçekleştirdiği talan sürecinde oluşan kirlilik milyonlarca insanın sağlığını tehdit ediyor, su rezervlerini kirletiyor, toprağı zehirliyor ekolojik sistemin yıkımına katkıda bulunuyor [ ]
Şimdi bir de söyle düşünelim : Dünyanın en Yoksul kesimin de dünyanın geri kalanının yaşam düzeyini istemeye hakki yok mu? Kim yok diye bilir ki? Peki ya bu kesim de zengin ülkelerin, hadi orta gelir düzeyindeki ülkelerin tüketim düzeyine ulaşırsa ne olacak? Bu tüketim düzeyi nasıl sürdürülebilir. Dünyanın kaynakları, eko-sistemi bunun taşıyabilir mi?
Hadi canim bu olacak iş değil derseniz haklısınız derim, Küreselleşmenin dışın düşmüş Afrika’da tüketimin arttırma şansı yok. Ancak… Doğu Avrupa’da 100 milyon insan – (Birliğe yeni katılanlar) 10-15 sene içinde Avrupa’nın ortalama tüketim düzeyini yakalayacak. Yakalatacaklar… Sonra Çin ve Hindistan var. Bu ikisinin petrol ithalatı da hızla artıyor. Çin tahıl ithal etmeye başladı. Daha somut elle tutulur bir iki veri: Bu gün Çin’de 20 milyon otomobil var 2050 yılına kadar 120 milyona çıkacak bu sayı… Buna TV, Cep telefonu, ev için kereste, sanayide kullanmak üzere madenleri ve suyu ekleyin… Sonra bu üretimin ve tüketimin Karbon dioksit, Klor gazları etkisini, atıkların çevre kirlenmesine getireceklerini düşünün. Çin bu günkü büyüm hızını korursa, 2031 yılında, ABD’nin bu günkü ekonomik büyüklüğüne ulaşacak. Eğer 2031’de bu günkü ABD kadar tüketirse, bu günkü toplam küresel tahıl üretiminin %73’ine eşit bir tüketim anlamına gelecek.
Kağıt tüketimi ikiye katlanacak, ve günde 99 milyon varil petrol tüketmesi gerekecek (Bu gün tüm dünyada günde 85 milyon varil, tüketiliyor) [ ]
Sanırım durum çok açık. Kapitalist uygarlık ilerledikçe, buna ilerleme denirse, kendi zeminini aşındırmaya devam ediyor. Bu nedenlerle bir büyük çözülmeden söz etmek olanaklı
Ama bu çözülme salt maddi gereksinimler, hava, su gıda kaynaklarının aşınmasıyla ilgili değil. 1946’da Polanyi büyük dönüşüm kitabında, geçmiş yüz yılın deneyimlerine bakarak, Serbest piyasanın kendisini kucaklayan doğal çevreyi ve toplumsal ilişkileri tahrip ettiğini yazıyordu. 60 yıl sonra Tarihçi John Lukacs[ ], Kent yaşamı araştırmacısı, Jane Jacops’da[ ] uygarlığımızın karanlık çağlara gittiğini düşünüyorlar: Çünkü uygarlık kendisini destekleyen ve yeniden üreten kurumlarını hızla yıpratıyor.
Örneğin: Devlet yönetimi, kamu alanlarının tasfiyesi, vergi sisteminin adaletinin bozulması, yükün ödeme gücü olmayanlara, (sermayeden emeğe- E.Y) kayması, para sistemlerinde oluşmaya başlayan istikrarsızlık ve nihayet, demokrasinin bir reklam kampanyasına dönmesi, siyasetin alınıp satılmaya başlanmasıyla dejenere oluyor. Kentsoylu toplumun direği çekirdek aile, anne ve babanın her ikisinin de çalışmak zorunda olmasından dolayı, giderek ayakta kalmakta zorlanıyor. Devlet ve reklam/ kültür endüstrisi, kent soylu uygarlığın bir diğer özelliğini, kişisel özel alanları sürekli iğfal ediyor, daraltıyor yok ediyor. Eğitim- özellikle akademik eğitim, dejenere oluyor, Doktora, Mastır dereceleri bilimsel etkinlik için değil is bulma aracı olarak kullanılıyor. Kent soylu uygarlığın bir diğer özelliği de okuma alışkanlığı. Bu da hızla ortadan kalkıyor, görsel yüzeysel bir kültür hızla yayılıyor. Bilimsel metodolojide sulanma, (rasyonalizme saldırı, rölativizm, teolojik baskı) yaşanıyor. Bu sırada tarih bilincinin zayıflıyor. Ben buna gelecek kavramının ortadan kalkmasını da eklemek isterim. Nihayet kentlerin hızla yaşanmaz hele geliyor ve bunların hepsi, Lucas ve Jacops’a kentsoylu uygarlığın çözülmekte olduğunu gösteriyor. Bu saptamalara karşı çıkmak bence çok zor.
Yine de, belki bir çözüm bulabiliriz diye düşünebiliriz. Daha doğrusu çözüm mutlaka olmalıdır diyebiliriz. Ama, var olsalar bile, bu çözümlere kültürel ve siyasi açıdan hazır olduğumuzu söylemek çok zor. Çünkü, bu kapitalist uygarlığın toplumsal ekonomik yaşam tarzı, geçtiğimiz 30 yıl içinde, özellikle küresel bir serbest piyasa kurma projesinin etkisiyle daha da yaygınlaştı, yoğunlaştı, ritmi daha da hızlandı. Bu gün bu yaşam tarzını yayan ve yeniden üreten kültürel formlar, normlar, yeni iletişim teknolojilerinin etkileriyle, yeni ticaret anlaşmalarının, açtığı pazarlarla, kısa döneme kitlenmiş fazla sermayenin spekülatif hareketlerinin basıncıyla, hızla yayılıyor.
Latin Amerika’nın, Hindistan ve Çin gibi dünyanın en kalabalık ülkelerinde, bu arada Türkiye’de de tabii, yoksul nüfusun çok büyük bir kısmı daha şimdiden, TV’deki dizilerde gördükleri bir yaşam tarzına, tüketim toplumuna, metalara ulaşmak için sabırsızlanıyorlar. Bir kısmı kalkıp yollara düşüyor, bu metaların ve yaşam tarzının olduğu Batıya gelmek için.. geldikleri yarde “duvarlarla” karşılaşıyor, kaldıkları yerde mallara ulaşabilmeleri için gerekli maddi kaynakların giderek azaldığını görüyorlar. İnsanların beklentilerini yükselten bu uygarlık, sıra karşılamaya gelince, insanları ellerine, içine beş mermi konmuş birer altı patlar revolver vererek onları, küresel piyasada Rus ruleti oynamaya davet ediyor.
Bu sırada yine bu toplumsal yaşam tarzına uygun, onu destekleyecek bireylerin (öznelliklerin) sayısı hızla artıyor. Çünkü, bireyleri, her türlü yerel dayanışma ağlarını, kamu alanlarını yıkarak meta ilişkisi içine çeken süreçler, bu sırada onların öznelliklerini de parçalayarak meta ilişkilerine uygun bir biçimde yeniden, yapılandırıyor. Hatta öyle ki, dünyanın bir çok bölgesinde bireyler, TV sinema hatta Internet gibi iletişim araçlarında sunulan imajların yarattığı özdeşleşme süreçleri içinde, daha kitlesel üretime girmeden, kitlesel tüketimin normlarına, alışkanlıklarına, bu alışkanlıkları tatmin edecek malların dalgası onların sahillerine ulaşmadan, bu malların vaat ettiği hazlara bağımlı hale geliyor, heyecanla bu metaları beklemeye başlıyorlar.
Genel, kuş bakışı bir yaklaşım, insanlığın önünde ancak küresel çapta, ve kolektif davranışla ve doğru planlanmış bir eş güdümle alınacak önlemlerin çözebileceği sorunların gittikçe ağırlaşarak biriktiğini gösteriyor. Ancak, acı olan şu ki bu uygarlık, halen, bu sorunlara elbirliğiyle çözüm bulabileceği bir noktadan hızla başka bir noktaya doğru ilerliyor.
Üç gelişme çözümden uzaklaştığımızı düşündürüyor:
Birincisi, gittikçe keskinleşen, jeopolitik çelişkiler uluslararasında karşılıklı güveni hızla eritiyor, karşılıklı kuşku yaratıcı, hatta düşmanca eğilimleri güçlendiriyor; şoven milliyetçiliği, militarizmi azdırıyor. Dolayısıyla uluslararası, halklar arası işbirliği olasılıklarını zayıflatıyor. İkincisi, ekolojik sistem bozuldukça, kaynak savaşları yoğunlaştıkça, yükselen ekonomik göçmenlik dalgaları, kıyısına vurdukları bölgelerde, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelerde, yabancı düşmanlığını, ırkçılığı canlandırıyor, şoven milliyetçiliği güçlendiriyor. Üçüncüsü, küresel serbest piyasa kuruma projesi içinde meta kültürü, merkez ülkelerde derinleştikçe, çevre ülkelerde hızla yayıldıkça, insanları, bireycileştiren, hemen tatmin edilebilecek, ve edilmeyi bekleyen hazlar (cinsellik, uyuşturucu madde, alışveriş) üzerinde odaklaşmaya iten, uzun dönemli amaçlara, ortak çıkarlara bakmalarını önleyen bir etki yapıyor, onların bireysel yaşam ufuklarını aşan, çözmek için kolektif inisiyatif gerektiren uzun dönemli hedeflere gözlerini kapatıyor, ilgilerini azaltıyor.
Geçen 30 yılda yaygınlaşan, sinik, “her şeyi biliyorum ama hiç bir şeyin değişmeyeceğini de”… ya da “biliyorum ama yapmaya devam ediyorum” gibisinden bir post modern yaklaşım da, bu ilgisizliğe, teslimiyete felsefi, kültürel mazeret, anında tatmin edilecek hazlara yönelmeyi yücelten etik bir zemin sağlıyor. Bu madalyonun öbür yüzündeyse, metaların peşinde koştukça daha da faza yalnızlaşan, yaşamlarına, metalar dünyasını aşan, “yücenin yerine konacak şey” düzeyine yükseltebilecekleri bir anlam arayan insanların sayısı hızla artıyor.
Bu insanlar, geride bıraktığımız 30 yılda, post modernizmin eleştirileri altında prestiji sarsılan bilimsel düşünceden, rasyonalizmden umutlarını kestikçe, mistik ve dini anlamlara yönelmeye başladılar, böylece kurtuluşu kendi ellerine almaktan, bu dünyada aramaktan vazgeçerek bir başka dünyaya ertelemeye, “kopuş” anını beklemeye başladılar. Geleceği kurmaya çalışmak yerine.
Tüm bu eğilimlerin kesiştiğin noktada son derece tehlikeli, hatta “çözümsüz” bir konjonktür oluşuyor.
Ekolojik sistemdeki, ekonomik düzeydeki, insanların düşünce ve inanç sistemlerindeki gelişmelerin ulaştığı düzeye bakınca, bunun içinden çıkmak için hala bir zamanımızın kalıp kalmadığı dahi artık belli değildir.
Ancak insana yakışan, eğer yok olma yoluna girdiyse, hiç olmazsa bunu geri çevirebilmek için aklını ve enerjisini son bir kez daha kullanmaya çalışmaktır. Bu kitaptaki çalışmaların arkasındaki etik zemin işte bu… Ve yeniden gündeme gelmeye başlayan toplumsal sorunun, daha önce gündemde olmayan yeni olasılıkları gündeme getirebileceğine ilişkin bir inanç...
Thursday, September 07, 2006
Subscribe to:
Posts (Atom)