Halk sokaklarda! Tunus ve Mısır egemen sınıfları at değiştirip yola devam etmeye çalışıyorlar. Libya ve Bahreyn, isyanı şiddetle bastırmaya çalışıyor. Bahreyn’de başını çıkarak Şii sorunu hem İran’ı, hem de, Suudi Arabistan’dın petrol havzalarında nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan Şiileri düşündürüyor. Ama medya, hala Ortadoğu’nun liberal demokrasi yolunda ilerlediğine ilişkin bir fantezinin peşinden gitmeye devam ediyor.
Libya ve Bahreyn ve Yemen’de başlayan çatışmaların yanı sıra devrimler tarihi, bu “demokrasi dalgası” gibi görünen “şey”in aslında uzun süreli bir istikrarsızlık döneminin başlangıcı olma olasılığının giderek arttığını düşündürüyor.
1989 değil 1848
Bu analojiye dikkatimi, Amerikan Muhafazakar kesiminden, yazar Leon Hadar’ın The American Conservative dergisinde geçen hafta yayımlanan yorumu çekti.
Hadar, Hannah Arendt’in Totaliterliğin Kökenleri başlıklı ünlü çalışmasından esinlenerek Ortadoğu’da liberal demokrasi olasılığının çok zayıf olduğunu düşünüyor. Hadar, uzun sürmesini beklediği bir genelleşmiş istikrarsızlık ve çalkantılar döneminden sonra sular durulduğunda diktatörlüklerle karşılaşma olasılığının çok daha yüksek olduğuna inanıyor. Hadar’ın Arendt’ten esinlenme biçimine katılıyorum, çıkardığı sonuçlar da bana anlamlı geliyor. Ben de Hadar’dan esinlenerek, özellikle en sonunda, süreç tamamlandığında, adını koymak istemese de, karşılaşmaktan korktuğu “şey” üzerinde düşünmeye devam etmek istiyorum. Ama önce 1848’i kısaca anımsayalım.
Kapitalizm 1845’de ilk genelleşmiş denebilecek ticari krizini ve bunu izleyen açlık ve yoksullaşma dalgasını yaşadı. Bu krizin de etkisiyle, hem kapitalist sınıfla, monarşiler, hem de yeni şekillenmeye başlayan kent proletaryası ile kapitalist sınıf ve feodal özelliklerini korumaya devam eden yönetici sınıf (monarşik devlet) arasındaki çelişkiler derinleşiyor, cumhuriyetçi bir muhalefet dalgası yükseliyordu. Bu gelişmeler Fransa’da Avusturya Macaristan İmparatorluğunda ve Slav devletlerinde devletten sorumlu seçkinlerin toplum gözündeki meşruiyetini hızla aşındırıyordu.
Dönemin uluslararası ekosistemini de Napolyon savaşları sonrasında Viyana Kongresiyle kurumlaşmış bir Avrupa düzeni, İngiltere hegemonyası belirliyordu. Demokratik devrimler 1848’de Paris, Milano, Venedik, Viyana, Prag, Budapeşte, Krakow, Münih ve Berlin’de burjuvazi, cumhuriyetçi ve sosyal demokrat (komünist), anarşist aydınlar ve kent yoksullarının katılımıyla patlak verdi. Devrimci geleneğin hafızasından silinmeyen, barikatlar kuruldu sokak savaşları yaşandı. Devletler bu devrimleri, burjuva sınıfının devrimi terke ederek aristokrasinin kucağın sığınmaya başlamasının da katkısıyla büyük bir şiddetle bastırdılar. Bu yüzden sosyalist gelenek içinde 1848 devrimleri burjuvazinin devrimci barutunun bittiğinin, artık muhafazakarlaştığının kanıtlandığı tarih olarak görülür.
1848’in mirası
Bu devrimlerin (kimsenin aklına, “başarılı olamadılar, devrim sayılmazlar” demek gelmedi) bastırılması Avrupa’ya hatta kapitalizme istikrar getirmedi. Aksine, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki cumhuriyetçi ittifak çözülmeye, sınıfa karşı sınıf siyaseti gelişmeye başladı (Komünist hareket). Napolyon savaşları sonrası İngiliz emperyalizmi önce konsolide oldu ama 1873 depresyonundan sonra finansallaşma ve gerileme sürecine girdi Bu sırada Fransa ve “Almanya”, Rusya sanayileşiyor hem hammadde gereksinimi artıyor hem de sayıları artmaya başlayan işçileri, büyüyen kentleri doyurmak gerekiyordu. Bu sırada sermaye de merkezileşiyor ve tekelleşiyor, bankalarla kaynaşarak “finans kapital” denen olguyu yaratıyordu. Artık liberal demokrasinin burjuva sınıf temeli kayboluyordu. Bundan sonra demokratik hakları korumak, geliştirmek emekçi sınıfların gündemini oluşturacaktı.
Bundan sonrasını biliyoruz: Proletarya devrimleri (Rusya, Alman, İtalyan vb...) ve emperyalist yeniden paylaşım (I. ve II. Dünya) savaşları, daha önce görülmemiş kapitalist devlet biçimleri (Faşizm, Nazizm, Falanjizm vb...)
1848 devrimlerinin bir diğer mirası da kapitalizm karşıtı, devrimci tepkinin, “komünist hipotezin” teorik ve mantıksal olarak berraklık kazanması sürecini başlatmak oldu. Bir sonraki ayaklanma Paris Komünü idi ve 1848’den farklı bir programa sahipti. Artık Liberal Demokrasi çalışanların gözünde tümüyle iflas etmiş, Sosyal Demokrasi şekillenmişti. Böylece, Avrupa gençliğinin (aydınlar ve çalışanlar) önüne de, varoluşunu yönlendirmesi açısından, romantik milliyetçilikten, Demokratik Cumhuriyetçilikten farklı bir seçenek gelmiş oluyordu.
“şimdiki zamanı” ve benzerlikleri
Ortadoğu’daki devrimler de, 1848 gibi çok sınıflı halkçı devrimler olarak başladılar. Tunus’ta, Mısır’da hedef aldıkları siyasi liderleri devirdiler ama rejimleri deviremediler. Çünkü hem rejimlerim hem de bu rejimleri var eden ekonomik sistemlerin “gerçeği” bu devrimlere katılanlara henüz kendini göstermiyordu. Görünmeyeni, bu devrimin yapıcısına gösterebilecek bir kurumsal siyasi özne henüz şekillenmemişti. Şimdi Bahreyn’den Libya’ya gelen haberler, karşı devrimin uzlaşma ve saptırma fazından, şiddetle bastırma fazına geçmekte olduğunu gösteriyorlar.
Mısır ve Tunus devrimleri, 1848’dekiler gibi, burjuva kesimlerin hızla halk sınıflarından ayrılarak, devrimi terk edip, istikrar talep etmeye egemen rejimle buluşmaya başladığını gösteriyor. Bu bağlamda, bu devrimlere kadar tek muhalefet merkezi olarak (sol tarafından da) kabul gören Siyasal İslam’ın radikal terörist kanadının, tarihin şarampolüne yuvarlanmasıyla, reformist kanadının ise rejimle uzlaşma hattına girerek devrimi terke etmesiyle muhalefet barutunu tükettiği görüldü. Buna karşılık Tunus ve Mısır’da işçi sınıfı (geleneksel ve yeni katmanlarıyla) ekonomik siyasi taleplerini yükseltmeye ve rejime, hatta Perşembe günü greve çıkan Süveyş Kanalı işçilerinin kimliğinde emperyalizme karşı, devrimi ve muhalefet hattını koruduğunu görüyoruz.
Bu gelişmelere karşılık, rejimlerin ve sermaye kesimlerinin, halkın ne maddi (refah seviyesini yükseltebilecek) ne de manevi (ifade özgürlüğü ve bedensel özgürlükler), ekonomik, demokratik taleplerine cevap verebilecek durumda olmadıklarını biliyoruz.
Son benzerliği de, ABD hegemonyası ve emperyalizmi açısında kurabiliriz. İngiliz Napolyon savaşlarından galip çıkarak hegemonyasını kurdu. 1848 sonrasında bu hegemonya öce devrimlerin Avrupalı güçlerde yarattığı istikrarsızlık ortamı geçtikten sonra, bunların yeniden yükselmesine paralel olarak bir gerileme sürecine girdi. ABD hegemonyası soğuk savaşın bitmesiyle tek hegemonik güce dönüştü ama 20 yıl içinde, kendi istihbarat örgütlerinin de kabul ettiği gibi engellenemez bir gerileme sürecine girdi. Ortadoğu devrimleri patak verdiğinde ABD’nin süreci kontrol etmek bir yana, zamanı arkadan yakalamaya çalıştığı, bunda da istikrarlı bir politika izleyemediği görüldü.
Bu karışıma, İran’ın manevralarını, İran dışındaki Şiilerin artmaya devam eden huzursuzluğunu, Türkiye’nin Ortadoğu liderliği heveslerini, Tüm bu gelişmeler karşısında İsrail’in artan ‘korkularını eklersek, tarihin liberal demokrasiden başka yerlere doğru gittiğin kolaylıkla görebiliriz.