Tuesday, February 22, 2011

Yeni Ortadoğu’da “Liberal” fantezileri

Tunus, Mısır, Cezayir, Yemen, Bahreyn, Libya, Ürdün, hatta Irak, belki İran ve Suriye ve ABD için en büyük kabus Suudi Arabistan...
Halk sokaklarda! Tunus ve Mısır egemen sınıfları  at değiştirip yola devam etmeye çalışıyorlar. Libya ve Bahreyn, isyanı şiddetle bastırmaya çalışıyor. Bahreyn’de başını çıkarak Şii sorunu hem İran’ı, hem de, Suudi Arabistan’dın petrol havzalarında nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan Şiileri düşündürüyor. Ama medya, hala Ortadoğu’nun  liberal demokrasi yolunda ilerlediğine ilişkin bir fantezinin peşinden gitmeye devam ediyor.
Libya ve Bahreyn ve Yemen’de başlayan çatışmaların yanı sıra devrimler tarihi, bu “demokrasi dalgası” gibi görünen “şey”in aslında uzun süreli bir istikrarsızlık döneminin başlangıcı olma olasılığının giderek arttığını düşündürüyor.

1989 değil 1848

Bu analojiye dikkatimi, Amerikan Muhafazakar kesiminden, yazar Leon Hadar’ın The American Conservative dergisinde geçen hafta yayımlanan yorumu çekti.
Hadar, Hannah Arendt’in Totaliterliğin Kökenleri başlıklı ünlü çalışmasından esinlenerek Ortadoğu’da liberal demokrasi olasılığının çok zayıf olduğunu düşünüyor. Hadar, uzun sürmesini beklediği bir genelleşmiş istikrarsızlık ve çalkantılar döneminden sonra sular durulduğunda diktatörlüklerle karşılaşma olasılığının çok daha yüksek olduğuna inanıyor.  Hadar’ın Arendt’ten esinlenme biçimine katılıyorum, çıkardığı sonuçlar da bana anlamlı geliyor. Ben de Hadar’dan esinlenerek, özellikle en sonunda, süreç tamamlandığında, adını koymak istemese de, karşılaşmaktan korktuğu “şey” üzerinde düşünmeye devam etmek istiyorum. Ama önce 1848’i kısaca anımsayalım.
Kapitalizm 1845’de ilk genelleşmiş denebilecek ticari krizini ve bunu izleyen açlık ve yoksullaşma dalgasını yaşadı. Bu krizin de etkisiyle, hem kapitalist sınıfla, monarşiler, hem de yeni şekillenmeye başlayan kent proletaryası ile kapitalist sınıf ve feodal özelliklerini korumaya devam eden yönetici sınıf (monarşik devlet) arasındaki çelişkiler derinleşiyor, cumhuriyetçi bir muhalefet dalgası yükseliyordu. Bu gelişmeler Fransa’da Avusturya Macaristan İmparatorluğunda ve Slav devletlerinde  devletten sorumlu seçkinlerin toplum gözündeki meşruiyetini hızla aşındırıyordu.
Dönemin uluslararası ekosistemini de Napolyon savaşları sonrasında Viyana Kongresiyle kurumlaşmış bir Avrupa düzeni, İngiltere hegemonyası belirliyordu. Demokratik devrimler 1848’de Paris, Milano, Venedik, Viyana, Prag, Budapeşte, Krakow, Münih ve Berlin’de burjuvazi, cumhuriyetçi ve sosyal demokrat (komünist), anarşist aydınlar ve kent yoksullarının katılımıyla patlak verdi. Devrimci geleneğin hafızasından silinmeyen, barikatlar kuruldu sokak savaşları yaşandı. Devletler bu devrimleri, burjuva sınıfının devrimi terke ederek aristokrasinin kucağın sığınmaya başlamasının da katkısıyla büyük bir şiddetle bastırdılar.  Bu yüzden sosyalist gelenek içinde 1848 devrimleri burjuvazinin devrimci barutunun bittiğinin, artık muhafazakarlaştığının kanıtlandığı tarih olarak görülür.

1848’in mirası

Bu devrimlerin (kimsenin aklına, “başarılı olamadılar, devrim sayılmazlar” demek gelmedi) bastırılması Avrupa’ya hatta kapitalizme istikrar getirmedi. Aksine, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki cumhuriyetçi ittifak çözülmeye, sınıfa karşı sınıf siyaseti gelişmeye başladı (Komünist hareket). Napolyon savaşları sonrası İngiliz emperyalizmi önce konsolide oldu ama 1873 depresyonundan sonra finansallaşma ve gerileme sürecine girdi Bu sırada Fransa ve “Almanya”, Rusya sanayileşiyor hem hammadde gereksinimi artıyor  hem de sayıları artmaya başlayan işçileri, büyüyen kentleri doyurmak gerekiyordu. Bu sırada sermaye de merkezileşiyor ve tekelleşiyor, bankalarla kaynaşarak “finans kapital” denen olguyu yaratıyordu. Artık liberal demokrasinin burjuva sınıf temeli kayboluyordu. Bundan sonra demokratik hakları korumak, geliştirmek emekçi sınıfların gündemini oluşturacaktı.
Bundan sonrasını biliyoruz: Proletarya devrimleri (Rusya, Alman, İtalyan vb...) ve emperyalist yeniden paylaşım (I. ve II. Dünya) savaşları, daha önce görülmemiş kapitalist devlet biçimleri (Faşizm, Nazizm, Falanjizm vb...)
1848 devrimlerinin bir diğer mirası da kapitalizm karşıtı, devrimci tepkinin, “komünist hipotezin”  teorik ve mantıksal olarak berraklık kazanması sürecini başlatmak oldu. Bir sonraki ayaklanma Paris Komünü idi ve 1848’den farklı bir programa sahipti. Artık Liberal Demokrasi çalışanların gözünde tümüyle iflas etmiş, Sosyal Demokrasi şekillenmişti. Böylece, Avrupa gençliğinin (aydınlar ve çalışanlar) önüne de, varoluşunu yönlendirmesi açısından, romantik milliyetçilikten, Demokratik Cumhuriyetçilikten farklı bir seçenek gelmiş oluyordu.

 “şimdiki zamanı” ve benzerlikleri

Ortadoğu’daki devrimler de, 1848 gibi çok sınıflı halkçı devrimler olarak başladılar. Tunus’ta, Mısır’da hedef aldıkları siyasi liderleri devirdiler ama rejimleri deviremediler. Çünkü hem rejimlerim hem de bu rejimleri var eden ekonomik sistemlerin “gerçeği” bu devrimlere katılanlara henüz kendini göstermiyordu. Görünmeyeni, bu devrimin yapıcısına gösterebilecek bir kurumsal siyasi özne henüz şekillenmemişti. Şimdi Bahreyn’den  Libya’ya gelen haberler, karşı devrimin uzlaşma ve saptırma fazından, şiddetle bastırma fazına geçmekte olduğunu gösteriyorlar.
Mısır ve Tunus devrimleri, 1848’dekiler gibi, burjuva kesimlerin hızla halk sınıflarından ayrılarak,  devrimi terk edip, istikrar talep etmeye egemen rejimle buluşmaya başladığını gösteriyor. Bu bağlamda, bu devrimlere kadar tek muhalefet merkezi olarak  (sol tarafından da) kabul gören Siyasal İslam’ın   radikal terörist kanadının, tarihin şarampolüne yuvarlanmasıyla, reformist kanadının ise rejimle uzlaşma hattına girerek devrimi terke etmesiyle muhalefet barutunu tükettiği görüldü.  Buna karşılık Tunus ve Mısır’da işçi sınıfı (geleneksel ve yeni katmanlarıyla) ekonomik siyasi taleplerini yükseltmeye ve rejime, hatta Perşembe günü greve çıkan Süveyş Kanalı işçilerinin kimliğinde   emperyalizme karşı, devrimi ve muhalefet hattını koruduğunu görüyoruz.
Bu gelişmelere karşılık, rejimlerin ve sermaye kesimlerinin, halkın ne maddi (refah seviyesini yükseltebilecek) ne de manevi (ifade özgürlüğü ve bedensel özgürlükler),  ekonomik, demokratik taleplerine cevap verebilecek durumda olmadıklarını biliyoruz.
Son benzerliği de, ABD hegemonyası ve emperyalizmi açısında kurabiliriz. İngiliz Napolyon savaşlarından galip çıkarak hegemonyasını kurdu. 1848 sonrasında bu hegemonya öce devrimlerin Avrupalı güçlerde yarattığı istikrarsızlık ortamı geçtikten sonra, bunların yeniden yükselmesine paralel olarak bir gerileme sürecine girdi. ABD hegemonyası soğuk savaşın bitmesiyle tek hegemonik güce dönüştü ama 20 yıl içinde, kendi istihbarat örgütlerinin de kabul ettiği gibi engellenemez bir gerileme sürecine girdi. Ortadoğu devrimleri patak verdiğinde ABD’nin süreci kontrol etmek bir yana, zamanı arkadan yakalamaya çalıştığı, bunda da istikrarlı bir politika izleyemediği görüldü.
Bu karışıma, İran’ın manevralarını,  İran dışındaki Şiilerin artmaya devam eden huzursuzluğunu, Türkiye’nin Ortadoğu liderliği heveslerini, Tüm bu gelişmeler karşısında İsrail’in artan ‘korkularını eklersek, tarihin liberal demokrasiden başka yerlere doğru gittiğin kolaylıkla görebiliriz.

Tuesday, February 15, 2011

Mısır Halkına Selam!

İşçilerin devrime, grevlerle (sınıf olarak) katılmaya başlamasından üç gün sonra, Başkan Mübarek istifa etti. Yalnızca Mısır değil, tüm Arap dünyası bayram yapıyor, ama siyasi iktidar olduğu gibi yerinde duruyor. Şimdi bu iktidarı, halkın karşısında doğrudan ordu temsil ediyor. Devrim bundan sonra ne yöne gideceğine karar veredursun, genel bir değerlendirme yapmanın tam zamanıdır.
Tüm egemenlerin en korktuğu şey
Mısır’da yaşananların Mısır’ın zamanının ve mekânının ötesine geçen evrensel bir boyutu var. Bu boyutu sanırım en güzel Zizek’in şu saptaması ifade ediyordu: “Dünyanın dört bir yanındaki insanlar hemen onunla özdeşleştiler, Mısır toplumunun özelliklerinin kültürel bir analizini yapmaya ihtiyaç bile duymadan isyancıların haklı mücadelelerini onayladılar” (BirGün; Çeviren, Onur Erem, 11.02.2011).
Evet, dünyanın insanları hemen Mısır “olayı”nı anladılar ve onunla özdeşleştiler, çünkü Mısır’da sokaklara çıkanlar, tüm dünya halklarını, evrensel bir adalet arzusunu dile getiriyor ve temsil ediyordu.
Prof. (felsefe) Peter Hallward’ın vurguladığı gibi, “halk, on yıllardan sonra ilk kez kendi geleceğini kendisi belirlemeye karar vermişti”. “Eskiden korkuyorlardı. Şimdi artık korkmuyorlardı”,“olanaklı olanla olanaksız olan arasındaki sınırı şimdi artık rejim değil halk belirleyecekti” (The Guardian, 09.02.2011). Gerçekten de Mısır halkı, hiç beklenmedik bir biçimde, rejimin baskı ve terör aygıtlarını hiçe sayarak, Tahrir Meydanı’nda tarih sahnesine çıktı; kendisini 30 yıldır baskı altında tutanlardan daha güçlü olabileceğini kanıtladı. Böylece egemen sınıfların en korktuğu şey Mısır rejiminin başına geldi: Halk sahip olduğu gücün ayırdına vardı.
Ne kadar acımasız bir terör aygıtına sahip olduğunu geçmişte birçok kez kanıtlamış olsa da Mısır rejiminin, artık adım adım geri çekilmekten başka bir seçeneği kalmamıştı. Rejim aslında çoktan ölmüştü, artık o “eski rejim”di, ama öldüğünü henüz bilmiyor; vereceği tavizlere, en son Mübarek’ten kurtularak ayakta kalmasına olanak verecek bir tutunma noktası bulabileceğine inanmaya devam ediyordu. Ve tüm bunlar dünya halklarının gözleri önünde oluyordu.
Dahası, Mısır “olayı”nın kimi özellikleri onun, yerel bir gelişme olmaktan öte, kapitalizmin yapısal krizinin zamanına ait, evrensel bir dalganın parçası olduğunu düşündürüyor. Yunanistan, İngiltere, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde başlayan bir gençlik isyanı dalgası, Tunus, Cezayir, Yemen derken Mısır sahillerine vurmuş, bu dalga içinde, bugüne kadar görülen en büyük kırılmayı yaratmıştı.
‘Yeni’ proletarya ve gençliğin özel konumu
Proletarya kavramı işçi sınıfından daha geniş ve daha siyasi bir şekillenmeyi ifade eder, yoksulluk ve sefaletten öte, üretim araçlarına sahip olmayanların yanı sıra, kimi zaman, üretim araçları olsa bile salt kendi emeği ile geçinenleri de kapsar. Proletarya kavramı, ekonomik, siyasi iktidar ilişkilerinden dışlanmış olanların, sesini duyuramayanların başkaldırısıyla şekillenen “çokluk”u betimler. Bunları anımsarsak, bu yeni dalganın sosyolojisini daha iyi anlayabiliriz.
Bu “dalga”, bu yapısal kriz döneminde esas olarak sermaye birikim sürecini, dolaşım hızını, verimliğini arttıracak teknolojileri değerlenmesine olanak sağlayacak yeni ürünleri bulma çabası içinde ortaya çıkan, tüm dünyada çok yaygın bir biçimde kullanılmaya başlanan yeni iletişim teknolojilerinin (cep telefonu, internet) etkilerine, Twitter, Facebook, Youtube gibi sosyal ağların kullanımına bağlı olarak ivme kazandı ve yayıldı. Bu dalganın oluşumunda yeni teknoloji, bilişim ağları ve bu ağların üzerinde yaşayanların, özellikle bu teknolojilere en uyumlu kesim olarak öğrenci ve işçi gençlerin tepkisi kritik bir rol oynadı.
Diğer bir deyişle, bu dalga, kriz sırasında şekillenen bir tabakanın yine krizin sosyal ekonomik ve ruhsal yıkımına karşı hemen her yerde geliştirdiği bir tepkinin, proletarya saflarına bu kriz döneminde katılan kesimlerin tepkisinin ürünüdür.
David Kirkpatrick’in Kahire’den New York Times’a gönderdiği gözlemlerden de anlaşıldığı gibi bu dalga Mısır’da da, ilk enerjisini gençliğin cesaretinden, yaratıcı inisiyatifinden almış. Sosyal ağlar üzerinden ilişki kuran bir grup genç, Tunus “olayı” başladıktan sonra, benzer bir hareketlenmeyi Mısır’da ve emekçi bölgelerinden başlayarak denemeye karar vermişler. Bu gençler, eylemin bir orta sınıf mahallesinde yapılacağı bilgisini yayarak polisi, oraya yönlendirdikten sonra, kızlı erkekli yaklaşık 50 kişi toplanarak iki grup halinde hedef aldıkları emekçi mahallelerinde kahvelere girip, katılanlardan bir genç kızın aktardığına göre, demokrasiyi değil yoksulluğu, yaşam pahalılığını, işsizliği vurgulayan sloganlar atmışlar, konuşmalar yapmışlar. “Biraz bağırıp çağırıp dağılmayı planlamışlar ama bir anda sayıları 7 bin kişiyi bulmuş. Dağılmak istediklerinde kalabalık dağılmamış, yoluna devam etmiş...”
Yeni ahlak yeni otorite
Protestolara bu yukarıdaki özelliklere sahip ‘yeni’ proletaryanın katılımı, bu kesimin birey inisiyatifi, özgüven, otoriteye direnç, demokratik refleks, müzakereci siyaset gibi kültürel özelliklerinin, kendini ifade etme, örgütlenme becerilerinin harekete yansıması, devrimin günlerce gücünü, ivmesini korumasını kolaylaştırdı. Ama tam bu noktada çok önemli bir etkeni, bir kez daha vurgulamak gerekiyor: Devrim 14 gün boyunca gitti geldi ama rejimin kaderi, sanayi işçisi, devrime sınıf olarak katılmaya başlayınca, gerçekten belli oldu. Egemen sınıf Mübarek rejiminin çoktan ölmüş olduğunu işte o zaman gördü.
Her “olay” kendi hakikatini, bu hakikate sadakatin ahlakını yaratır. Bu dalganın üzerinde Mısır’da patlak veren “olay”, hemen kendi hakikatini üretti; Zizek’in işaret ettiği gibi “sanki bu ayaklanma basit bir şekilde sosyal nedenlerden kaynaklanmıyor da platonik bir şekilde ölümsüz özgürlük, hak ve onur düşünceleri dediğimiz gizemli bir elin müdahalesinden kaynaklanıyordu”. “Olayın” hakikati evrensel, dini-etnik, kadın-erkek ayrımını reddeden bir eşitlik, özgürlük talebiydi. Ahlakıysa bu hakikate ve harekete sadakatin ahlakı.
Asharq Alawsat’tan Tarık Almohayet’in aktardığı bir gözlem, bu sadakatin, yeni bir manevi otorite kaynağı yarattığını da gösteriyor. Devrimden önce gençler arasında çok popüler bir pop şarkıcısı, devrim başlarken tavır almakta tereddüt etmiş. Daha sonra meydana katılmaya kalktığında yuhalanarak kovulunca, “Rejim beni kandırdı” yakınmalarıyla bir ağlama krizine girmiş. Al-Masry Al-Youm gazetesinin aktardığına göre, televizyonun ünlü isimlerinden Amra Adeeb de meydandakilere katılmaya kalkınca aynı şekilde yuhalanmış.
Artık ne olursa olsun Mısır devrimi, Hallward’ın deyişiyle, dünya tarihinde 11 Eylül olayından çok daha önemli bir sayfa açtı. 11 Eylül “yapıyı” korumanın aracıydı, Mısır “olayı”, halkın gücünü, “yapı”nın kırılganlığını gözler önüne serdi. Açılan bu sayfa şimdi hepimizin.

‘Yeni Ortadoğu’ Ama Başka Türlü...

Önce Amerikan ordusu Irak’ta başlayarak kuracaktı. İsrail ordusu Lübnan’a saldırdığında Condoleezza Rice “bu yeni Ortadoğu”nun doğum sancılarıdır diyordu. Ama olmadı. Devasa orduların Irak’ta, Lübnan’da yapamadığını şimdi, Tunus’tan Mısır’a, Ürdün’den Suriye’ye halkların öfkesi yapmaya başladı. Ama bu “yeni Ortadoğu”, bu kavramı geliştirenlerin kastettiğinden farklı bir şey olacak gibi...
Tunus’tan Suriye’ye ‘Arap Dünyası’
Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Osmanlı topraklarına kadar uzanan bölgede aynı dini ve dili (dolayısıyla kültürü) paylaşan bir halk, uluslaşma süreci yarıda kesilerek emperyalist devletler tarafından yapay sınırlarla bölünerek parçalandı ve sömürgeleştirildi.
Yirminci yüzyıl boyunca önce İngiliz, sonra ABD hegemonyasının bu bölgedeki en büyük kaygısı Arap ulusalcılığının gelişerek bölgeyi bağımsızlaştırmasıydı. Çoğu zaman bu kaygı komünizm korkusunun bile önüne geçti. Ama her iki durumda da emperyalist güçler, gerek Marksistlere gerekse de laik ulusalcı hareketlere karşı köktendinci hareketlere dayanarak mücadele ettiler.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde bir seri ekonomik, siyasi ve kültürel gelişmenin de etkisiyle neredeyse tarihin bir“ironisi” olarak niteleyebileceğimiz bir durum şekillenmeye başladı. Kapitalizm yaklaşık otuz yıllık bir aradan sonra 1970’lerde yeni bir yapısal krize girdi. Bu kriz içinde geliştirilen kriz yönetme modelleri (örneğin neoliberalizm) Ortadoğu’da, sömürgecilik sonrası kurulan kalkınmacı ama bağımlı devletleri destekleyen toplumsal mutabakatı ve devletleri yöneten seçkinlerin meşruiyetini giderek yıktı. Devletle halk arasında bir ideolojik boşluk oluştu. Bu boşluğu, İran devriminin ve Afganistan’da komünizme karşı dinci ideolojilerle, bir cihat ruhuyla savaşmış olmanın getirdiği özgüvenle güçlenen siyasal İslam hareketi doldurmaya başladı. Bu sırada dünya sisteminin egemen (emperyalist - oryantalist) kültürü de“uygarlıklar çatışması” savı bağlamında bu bölgeye yönelik bütünleştirici bir söylemi benimsemeye başlamıştı. Burada bir ironiye daha işaret edebiliriz sanırım. Esas olarak emperyal, tanımlayıcı, tabi kılıcı amaca sahip bu söylem, bölgedeki İslamcı ve Batı karşıtı algıya teorik ve meşrulaştırıcı bir araç sundu. Bu sırada, kriz içinde gelişmeye başlayan yeni teknolojik devrim, Arapça konuşan bölgenin bu iletişim ağları üzerinde bütünleşmesine, yeni ve giderek homojenleşen bir kültürel düzlemin oluşmasına yol açıyordu. Diğer taraftan, egemen kapitalizmin, tüketimi körüklemeye çabalarken geliştirdiği, hazlara odaklanmış nihilist kültürünün görüntüleriyle karşılaşan bölge halkı, kimliği sarsıldıkça, korunmak için geleneksel dinci öğelere sarılmaya yöneliyor, Batı kültürüne karşı bir tiksinti geliştiriyordu.
Kısaca, kabaca özetlemeye çalıştığım bu süreç içinde, ironi şuradaydı: Hegemonik güçlerin istediği olur, modernist (laik, yüzü Batı’ya dönük) Arap ulusalcılığı hızla geriler ve önemsizleşirken bir “Arap Dünyası” ruhu gelişiyor ve dinci duyarlılıklarla karışıyor, Batı karşıtı bir siyasi akım şekilleniyordu. Hemen hepsi emperyalizmle işbirliği içinde olan seçkinlerin idaresindeki otoriter rejimlerle yönetilen bölge ülkelerinin bir diğer ortak özelliği de eğitimli ama yoksul, gelecek beklentisini yitirmiş büyük bir gençlik nüfusunun varlığıydı. Tunus’ta gençlik isyanı olarak başladıktan sonra hızla tüm bölge gençliğinin ilgi odağı, hatta arzu nesnesi haline gelen devrimci refleks bu “Arap dünyası” olgusunun ulaştığı düzeyi de gösteriyor. “Yeni Ortadoğu”nun en önemli özelliği bence, Batı’ya, ABD hegemonyasına ve onun bölgedeki işbirlikçilerine karşı şekillenen bu “Arap dünyası” olgusudur.
‘Kusursuz fırtına’
Cumartesi günü gazeteler, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, Münih güvenlik zirvesinde “Ortadoğu bir‘kusursuz fırtına’ ile yüz yüzedir” dediğini aktarıyordu. Clinton bölge liderlerinden “toplumsal karışıklıkları yatıştıracak reformları en kısa sürede uygulamaya koymalarını” istemiş.
Clinton haklı. Bir taraftan “ABD karşıtı genç ve öfkeli bir Arap dünyası” şekilleniyor, diğer taraftan bölgenin jeopolitik dengeleri ABD ve İsrail aleyhine değişiyor.
ABD’nin Irak fiyaskosu, bölgede İran’ın ağırlığını arttırdı. Radikal İslam’ı dengelemek için öne sürülen ve desteklenen “Ilımlı İslam” fantezisinin de genel olarak bölgede, özel olarak da Türkiye’de siyasal İslamın manevra alanını genişlettiğini, etkisinin artmasına neden olduğunu gördük. Buna İran’ı dengelemek amacıyla Türkiye’nin dış politika inisiyatiflerinin, “stratejik derinlik”hevesinin desteklenmesini de ekleyebiliriz. Türkiye dış politikası İran’ı dengelemenin ötesine geçerek “Müslüman Dünya”nın liderliğine oynama hayaline dönüşürken İsrail ile ilişkileri de bu hayalin gereği hızla bozuldu. Mısır’a gelince ABD ve İsrail’in Filistin konusunda, bölgedeki en yakın “adamı” ve rejimi, şu günlerde çöküyor. Mısır devletinin yönetimi, ilk aşamada olmasa bile, artık, Mısır’ın İsrail ile yaptığı barış anlaşmasına karşı olduğunu açıkça beyan etmiş olan Müslüman Kardeşler hareketinin eline geçmesi, bir askeri darbe olasılığının dışında kaçınılmaz görünüyor.
Böylece, ABD ve İsrail bölgedeki en önemli güvenlik unsurunu kaybederken Gazze’de Hamas, Mübarek rejiminin uyguladığı ambargodan ve siyasi baskıdan kurtulmuş olacak. İsrail’in Mısır’da dost olmayan bir rejimle yaşamak durumunda kalması, Gazze’de Hamas’a, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yeni bir operasyon düzenleme olasılığını neredeyse hiçe indirecektir. Bu ortamda Suriye-İran ekseninin manevra alanı, pazarlık gücü artacaktır. Dikkatler, ABD’nin bölge politikalarının ortağı Ürdün, Suudi Arabistan gibi rejimlerin geleceği üzerinde yoğunlaşacağından, İran’ın nükleer enerji ve belki de silah programının üzerindeki uluslararası baskı hafifleyecek; bu süreç İsrail’in “yaşamsal tehlike” algısını güçlendirerek İran’a müdahale etme eğilimini güçlendirecektir. Bu arada, ABD’nin İran’a karşı Sünni Arap Devletleri ile İsrail’i buluşturan bir eksen kurma projesinin de artık tümüyle buhar olduğunu söyleyebiliriz.
Bu resmi tamamlamak açısından, AKP dış politikasının geleceği üzerinde düşünmeyi denemek ilginç olabilir. Ancak, AKP dış politikasına “stratejik derinlik”, “Yeni Osmanlı Barışı”, “sıfır sorun”, “dünyanın akil adamı olmak” gibi tuhaflıklar yön verdiğinden, böyle bir çabanın sağlıklı bir sonuca ulaşma şansı pek yok. Yine de AKP yönetiminin, Türkiye’nin bölgedeki tarihsel rakibi İran yükselirken yukarıda irdelemeye çalıştığım özellikleri taşıyan bir “Arap dünyası” şekillenirken bu karmaşıklık içinde kendine, özellikle İsrail ve ABD ile ilişkilerindeki “sorunları” ile birlikte yer bulma çabalarını izlemek ilginç olacak. Kimi yazarların ileri sürdüğü gibi, Türkiye’nin öneminin arttığı doğru ama bence bu AKP yönetimi açısından bir kazançtan daha çok bir ateşten gömlek olacaktır.

Thursday, February 03, 2011

Mısır Devriminde Dönüm Noktası


Mısır devrimi bir dönüm noktasında! Salı günü halk Kahire’de “Bir milyonluk” bir gösteri için toplanmaya başlıyor, ordu halka hiçbir koşulda ateş açmayacağını açıklıyor,Mübarek rejimi muhalefetle diyalog arayışına giriyordu. Ama bu sırada İsrail’e karşı ulusal birlik çağrısının güçlendiği görülüyordu.
Devrimin ekonomi politiği
Tunus’tan Mısır’a patlak veren toplumsal“olay”lar, halkın, hem siyasi iktidar, hem de kendi gücü hakkındaki algısında köklü bir değişiklik yarattı. Halkın devleti ve iktidarı yıkarak bir yenisini kurmasıyla sonuçlanabilecek bir süreç başladı. Bu “olay”oluşum halindeki bir devrimdir ama yarıda kesilerek söndürülebilir.
Bir devrimin “oluşum” sürecini tamamlayabilmesi, toplumsal yapının,ekonomik, siyasi ilişkilerini, hatta egemenöznelliklerini, karşı çıktığı siyasi iktidarın yeniden üretilmesini engelleyecek biçimde dönüştürebilmesine bağlıdır.
Bu yüzden Tunus ve Mısır devrimleri benzer risklerle karşı karşıya. Her iki ülkenin egemen sınıfları, onların uluslararası ilişkileri,Hegel’in ünlü sözünü anımsatır bir biçimde“her şeyin aynı kalması için, her şeyi değiştirmeyi” denemekle meşguller:“Değişim” şart! Amaç, siyasi iktidarın günlük yaşamda, ekranlarda görünen biçimlerini, halkın öfkesini yatıştıracak biçimdedeğiştirerek, ekonomik ve kurumsal temellerini korumak. Bu yüzden Tunus ve Mısır devrimlerinin, oluşum sürecinde kesintiye uğrama olasılığı yüksek. Tunus belki ama Mısır farklı diyebilirsiniz.
Gerçekten de Mısır’ın İsrail’le ilişkilerine, Gazze ile sınırına, Süveyş Kanalı’na, 80 milyonluk nüfusuna bakarak uluslararası ilişkiler ve dünya ekonomisinin, enerji taşımacılığının dinamikleri açısından son derecede kritik bir jeopolitiğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ama Mısır’ın, patlak veren devrimin geleceğinde belirleyici rol oynamaya başlayan bir özgünlüğü daha var.
Müslüman Kardeşler faktörü
Mısır’da Müslüman Kardeşler (MK) adlı bir hareket, 1980’lerden bu yana devletin IMF“reformlarını” uygularken toplum karşısındaki sorumluluklarını terk etmesiyle oluşan boşluğu doldurarak gelişiyor, toplumun dokusuna derin bir biçimde nüfuz ediyordu. MK yaklaşık on yıldır, baroyu, meslek örgütlerini, öğrenci birliklerini, sendika yönetimlerini, mahallelerdeki dayanışma ve tedarik ağlarını, üniversiteleri, ilk ve ortaöğretim müfredatını, günlük yaşamın“simgesel evrenini” gittikçe artan bir ölçüde kontrol ediyordu. MK, bu sırada uluslararası ekonomik ve siyasi güçlerle çatışmamaya dikkat ediyor, “ya biz, ya El Kaide” savının ardına sığınıyor, Mübarek rejiminin çökmesini bekliyordu.
Bu nedenlerle, toplumsal tabanı zayıf, çevresi liberal ve sol liberal entelektüellerle çevrili El Baradey’in, Mübarak’e karşı devlet başkanı adayı olarak devreye girmesi, bir “yumuşak geçiş” olanağı sağlayacağı için MK tarafından olumlu karşılanmıştı. Baradey, başkanlık seçimlerini ancak MK desteğiyle kazanabileceğinden, MK’ye bağımlı olacak, MK de Baradey’in başkanlığı döneminde, yeni mevziler elde etmeye, devlet aygıtına, rejimi ve rejiminin uluslararası ilişkilerini doğrudan karşısına almadan, bir halk hareketiyle uğraşmak zorunda kalmadan, nüfuz etmeye devam edecekti.
Ancak Mısır devrimi, MK’yi, hiç beklemediği bir anda, üstelik, radikaller (gençler) ve muhafazakârlar (yaşlılar) olarak iki kanada bölünmeye başladığı sırada, devlet yönetimini devralma olasılığıyla yüz yüze getirdi. MK, devrim sürecinde görünmez olmaya ne kadar çabalarsa çabalasın, Mısır toplumunun en yaygın ve derin siyasi, kültürel örgütlenmesi olarak, kendisini bir anda, kendiliğinden koşmaya başlamış olan“devrim kaplanının” (halkın talepleri, rejimin şiddeti, ordunun saygınlığı, emperyalist güçlerin radikal İslam korkusu) sırtında buldu.
Şimdi bu “kaplanı” birisinin, bir teskin edici iğneyle vurması gerekiyor ki, MK kaplanın üzerinden güvenlikli bir biçimde inerek devlet aygıtını devralabilsin. Bu bağlamda, eskiUluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı,Uluslararası Kriz Grubu Yürütme Kurulu üyesi El Baradey’in varlığı çok yararlı. Baradey’in liderlik iddiaları hem uluslararası çevreleri hem de ayaklanan proletaryadan korkmaya, mülkünü korumak için mahallelerde örgütlenmeye başlayan Mısır burjuvazisini rahatlatmaya başladı. Bu sırada ordu hem büyük kentleri adeta işgal ediyor hem de yeni oluşmaya başlayan yönetime kendi temsilcilerini yerleştiriyordu. “İsrail Sina’yı işgale hazırlanıyor” söylentisi yayılmaya, “ulusal birlik” çağrısı güçlenmeye başladı. Halkın, her yıl ABD’den gelen mali yardımın yüzde 80’ine el koyan orduyu, Mısır oligarşisinden farklı, halktan yana bir kurum olarak görmeye devam ediyor olması da“kaplanın” vurulmak üzere olduğunu düşündürüyor.
Mısır’da yaşananların bir evrensel boyutu daha var: “Olay” (devrim) “kapitalist gerçekçiliğin” etkisini kıracak özneyibulamaz ya da yaratamazsa egemen toplumsal yapının sınırları içinde kalarak sönüyor. Ama Mısır’da halk hâlâ sokaklarda. Öyleyse devrimin geleceği açısından hâlâ bir umut var.

İsyan ve Gıda fiyatları

Tunus’ta üniversite öğrencilerinin, üniversite mezunu işsizlerin, hayat pahalılığına, işsizliğe karşı üç haftadır süren isyanına, lise öğrencileri de katıldılar. Cuma günü avukatlar ülke çapında bir grev düzenlediler. Aynı günlerde Cezayir’de “gençler” gıda fiyatlarındaki ani artışları protesto etmek için sokaklara çıkıyor polisle çatışıyorlardı.
Çarşamba günü gençlik eylemlerinin evrenselleşmeye yatkın özellikler taşıdığına değinmiştim.  Yeniden rekor düzeylere ulaşan dünya gıda fiyatlarının, “gençliğin” isyanındaki evrenselleşme eğilimini güçlendireceğini söylemek sanırım yanlış olmaz.

Tunus yatışmadan, Cezayir…

Tunus’ta üç haftadır sürmekte olan protesto gösterilerine, gençlerin işsizliğe yoksulluğa karşı isyanına, Le Monde’un aktardığına göre 3 Ocakta okulların açılmasıyla birlikte liseliler de katıldı. Perşembe günü Tunus Ulusal Avukatlar Konseyi, polis şiddetine karşı ülke çapında bir grev gerçekleştirdi. Geçtiğimiz üç hafta içinde iki göstericinin polis kurşunuyla ölmesine, iki gencin intihar etmesine, yüzlerce yaralıya, tutukluya karşın hükümetin hala olayların resmi bir bilançosunu açıklamamış olması da özellikle dikkat çekiyor.
Cezayir’de çıkan La Liberté gazetesine göre aylardır ülkenin çeşitli yerlerinde süregelmekte olan küçük çaplı gençlik isyanları “adeta kanıksanmıştı”. Ancak, Liberté, şeker, un, yağ fiyatlarındaki ani artışlardan sonra “bu kez ülkenin Kuzey ve Batı bölgelerinde başlayan Doğu bölgesini de kapsayarak en az yedi kenti ve başkentin çeşitli mahallelerini etkileyen son isyanlar görmezden gelinecek gibi değil” diyor. La Liberté, Perşembe günkü yorumunda  “bu isyanlar bir kartopu etkisi yapacak mı?” diye soruyor, analizine devam ederken de “olaylar böyle gösteriyor” sonucuna ulaşıyordu. Özellikle işçi sınıfı bölgelerinde patlak veren olaylar Cuma günü de devam ediyordu (BBC, 07/12).
Olaylar, Tunus’taki kadar geniş bir katılımı içermiyor. Ancak, iki gün içinde çok daha şiddetli çatışmalara yol açtığı söyleniyor. Gençler yollarda barikatlar kuruyor, oto lastikleri yakıyor,  lüks arabaları, lüks eşya satan dükkanları,  gıda depolarını hedef alıyor, hükümet binalarını taşlıyor.  Polisle saatlerce yüz yüze çatışıyorlar. Gözlemciler, isyanlarda, siyasal İslam’ın ya da başka bir örgütün etkili olmadığını vurguluyorlar.  Siyasal İslam’ın temsilcilerinin ise, isyanlara katılmak bir yana, gençlerin eylemlerine karşı çıktıkları görülüyor (Reuters, 07/12). Yönetimin, telefon mesajlarını önlemek için üç cep telefonu ağında hizmetleri askıya aldırtması eylemlerin “spontane” olma özelliğine ilişkin bu gözlemi destekliyor.
Cezayir’de yılbaşından bu yana, gıda fiyatlarındaki artışlara tepki olarak yoğunlaşmaya başlayan isyan, Tunus’ta olduğu gibi,  öğrencilerin, gençlerin işi. Financial Times yorumunda isyanların arkasında şeker, yağ ve buğday fiyatlarındaki ani artışların yatığını vurguluyor. Liberté ve Le Monde’un, Xinhua ajansının muhabirlerinin aktardıkları bilgiler ise, öfkenin köklerinin daha derin olduğunu gösteriyor. BBC de son zamanlarda yoğunlaşan gecekondu yıkımlarına dikkat çekiyor.
IMF’ye göre, Cezayir’de nüfusun yüzde 75’i, 30 yaşın altında. Gençler arasında işsizlik yüzde 20. Bu gençler hızla artan gıda fiyatlarının yanı sıra, özellikle konut sorununu, işsizliği protesto ediyorlar. Tunus Rabat üniversitesinden ekonomist Driss Benali’nin işaret ettiği gibi “üniversite mezunlarının, gençlerin topluma entegre olmasının tek yolu iş sahibi olmaktan geçiyor”… Benali, bu ülkelerin bu gençleri topluma entegre edecek iş olanaklarını sunamadığına dikkat çekiyor.  Cezayir’de Gelişme için Uygulamalı Ekonomik Araştırmalar Merkezi’den sosyolog, Mohamed Said Musette de “Korkarım bu durum bir sosyal patlamaya yol açacak” diyor  (Al Ahram, 06/01)

Daha yeni başlıyor

2008’de gıda fiyatlarında yaşanan ani artışlar, birçok yoksul ülkede toplumsal ayaklanmalara, yol açmıştı. O yıl mali krizin etkisiyle dünya ticaretinde, ekonomik büyüme de sert bir gerileme yaşanınca, gıda fiyatları da ani artışlardan önceki noktaya döndüler.  
2008 gıda fiyatları “şoku” bundan sonra yaşanacaklara ilişkin ilk ciddi uyarıydı. Bu şok, birçok ülkede ihracat yasaklarını gündeme getirdi; serbest piyasa modeline bir darbe daha vurdu. Mali sermayenin spekülatif hareketlerinin, biyoyakıt üretiminin gıda fiyatları üzerindeki etkilerini, Çin, Güney Kore, Suudi Arabistan gibi ülkelerin Afrika’da, tahıl üretim arazisi kapatma çabalarını gözle önüne serdi. Bu toprak kapma çabalarına karşı yerel halkın isyanları, Mozambik’de bu alana yatırım yapan Güney Kore şirketi Daewo’yu zor durma düşürdü. Birçok gözlemciye göre 2009 yılındaki askeri darbenin arkasında Daewo vardı (Reuters 7/01).
Geçen yıl 30 Kasım itibariyle yılık yüzde 11,7 artan gıda indeksi, Kasımdan bu yana yüzde 4,2 yükselerek, 2008’düzeyini geçti. Bir yıl içinde Avrupa Birliğinde buğday fiyatı ikiye katlanmış, ABD’de mısır fiyatı yüzde 50, soya fasulyesinin fiyatı yüzde 30 artmış (The Guardian 05/01).
Dünya Bankası siyasi risk sigortası (Çok Taraflı Yatırım Garantileri Ajansı-MIGA) işletme müdürü James Bond, “gıda fiyatlarındaki artışlar en çok en yoksulları etkiliyor… Yoksul ülkelerde gelir dağılımı bozukluklarını daha da, ağırlaştırıyor”… “bu çok önemli bir siyasal çalkantı kaynağıdır” diyor (Reuters 06/01). Bond’un saptamaları, halk ayaklanmaları ve jeopolitik risklerin yeniden gündeme geldiğini gösteriyor; Tunus ve Cezayir olayları da hemen bu bağlama oturuyor.
Gıda fiyat artışlarındaki, bu ikinci dalganın arkasında, ilk aşamada küresel ısınmanın getirdiği kimi bölgelerde kuraklık, kimi bölgelerde aşırı yağış olgusu var. Cancun toplantısında alınan “bağlayıcı olmayan” (!) kararlar, uygulansa bile küresel ısınmanın yüz yıl içinde yüzde 4-5 artacak olması, küresel ısınmanın yarattığı sorunların giderek ağırlaşacağını söylüyor. İkincisi, Nomura ekonomistlerinden Owen John’un deyimiyle “ekonomistlerin, ‘talep arttıkça arz da artar’ modelinin kırılmaya başladığı görülüyor. Biyoyakıt üretiminin, Çin’deki kentleşmenin etkisiyle arz artık talebe yetişemiyor. Tarımda kullanılan suyun yüzde 30’u sürdürülemez kaynaklardan geliyor”(The Independent 06/01).
İkinci aşamada, mali spekülatörlerin etkisine ek olarak, Gıda fiyat artışlarıyla yerel düzeyde mücadele çabası, ihracat yasaklarına, fiyat kontrollerine, Sri Lanka ordusunun yapmaya başladığı gibi, toptancılardan ucuza alıp halka “piyasa fiyatının” altında dağıtarak toplumsal gerginlikleri yumuşatma çabalarına yol açıyor. Kimi devletlerin, Afrika da verimli toprak kapatma yarışı, hatta Askeri Darbe girişimleri, serbest piyasa projesi çökerken, jeopolitik (emperyalist) çelişkilerin derinleşmekte olduğunu gösteriyor. Sürecin de daha başında olduğumuzu…

2011’e girerken Tunus dersleri


Tunus’ta hiç belenmedik bir anda patlak veren toplumsal olaylar, şekillenmekte olan “yeni” dönemle ilgili önemli ipuçları sunuyor.

Evrenselleşme eğilimi

Geçen yıl belli bir gelişmişlik düzeyine, ortak kültürel özelliklere sahip Avrupa ülkelerinde patlak veren ve öğrenci gençliğin başını çektiği toplumsal olayların, ekonomik ve kültürel özellikleri Avrupa Birliği ülkelerinden çok farklı Tunus gibi bir ülkede de ortaya çıkması, “isyanın” evrenselleşmeye yatkın özellikler içerdiğini düşündürüyor. Benzer özellikleri taşıyan başka toplumlarda da benzer olayların patlak verme olasılığının önümüzdeki dönemde artmasını bekleyebiliriz.
Pazartesi günü The New York Times’in “Avrupa gençliği geleceğinden kaygı duyuyor” ve Time magazin’in “Avrupa’da Anarşist şiddet olayları artıyor mu?” başlıklı yorumlarının da sergilediği gibi, iyi eğitilmiş bir gençlik kuşağı, yüzde 40’a ulaşan ağır ve kronikleşmiş bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya. Üniversite eğitimine servet,  zaman harcadıktan sonra, kendilerini işsizliğin beklediğini düşünmek, bu gençlerde büyük hayal kırıklığı, kötümserlik yaratıyor. Hükümetlerin çözüm bulmak yerine, mali sermayenin yardımına koşması, bu duyguların öfkeye dönüşerek patlamasını hızlandırıyor.
 Tunus’ta da iyi eğitimli bir gençlik, üniversite öğrencileri ve mezunları kuşağı, kronik işsizlik, Avrupa’yla karşılaştırıldığında çok daha ağır yoksulluk ve siyasi baskı koşullarıyla karşı karşıyaydı. Bu koşulların, Ortadoğu ülkelerinin ortak özelliklerinden biri olması da “isyanın” yayılabileceğini düşündürüyor.
Gerçekten de Tunus olaylarının, Dubai’den Mısır’a üniversite öğrencileri ve mezunları arasında büyük ilgi çektiği görülüyor, bölgede internet ortamında (Blogs, Facebook, Twitter etc..) bu konuda çok canlı bir tartışmanın başladığı görülüyor (IPS, 31/12/2010)
Bir diğer evrenselleşme özelliği de, Anonim adlı kolektifin, Tunus’lu isyancıları desteklediğini açıklamasıyla kendini gösterdi. Anonim, bu kararını açıkladıktan hemen sonra, Tunus hükümetinin isyanlarla ilgili haberleri bastırmak amacıyla kimi internet alanlarını yasaklamasına misilleme olarak Tunus’ta, borsa ve Devlet Başkanlığı, Başbakanlık, Sanayi Bakanlığı, dışişleri bakanlığı gibi devlet Internet sitelerini çalışmaz hale getirdi.

Patlamanın kaçınılmazlığı, geleneğin önemi

 Tunus olayları, “hiç beklenmedik bir anda” patlak verdi. Ama yorumları okuyunca, bu olayların arkasındaki dinamiği görünce, “kaçınılmazmış” demek durumunda kalıyoruz. Gerçekten de bu felsefi anlamda “olay” olarak tanımlanan “şey”in doğasına çok uygun: Yapının içinden, hiç beklenmedik anda patlak veren ama enerjisini her zaman yapının çelişkilerinin, özellikle de yapının hem içinde hem dışındaki unsurlarının basıncından alan şey. Üniversite mezunu işsizler tam da böyle değil mi? Yapı tarafından kullanılmak (iş gücüne katılmak) üzere son noktaya kadar eğitilmiş, ama ondan sonra, işsizliğe atılarak, yapıya dahil olmanın tek yolundan (istihdamdan) mahrum edilmiş insanlar değil mi işsiz üniversite mezunu gençler, bunları görerek daha şimdiden kaygılanan mezuniyet öncesi öğrenciler?
Her ekonomik kriz toplumdaki sınıf yapılarını yeniden şekillendirir. Geçtiğimiz 15 yılda geleneksel sanayi işçisi ortadan kalkmadı, hatta kimi gelişmekte olan ülkelerde alabildiğince yoğunlaştı, ama bunun yanı sıra, hizmet (haberleşme, finans, sağlık, turizm, medya sektörlerinde ) sektöründe iyi eğitim görmüş, yeni üretim tekniklerinin bilgisine sahip, ağlara bağlı bilişim sistemlerde çalışan bir toplumsal tabaka oluştu. Bunların yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve koşuları Fordist dönemin işçilerininkine benzemiyor. Ama sermaye bu kesimi sömürülecek, disiplin altına alınacak iş gücü olarak görüyor. İşsiz kaldıklarında da bunların tepkisi, kendi yaşam koşullarına ve yeteneklerine göre oluyor.
Tam bu noktada “yeni” olanla “gelenek” arasındaki yaşamsal bağı düşünebiliriz. Kapitalizm, sürekli yeniyi yüceltir, bu sayede hem önceki sermaye birikim modelleriyle, hem de önceki devrimlerin (burjuva, sosyalist, anti-emperyalist) isyan geleneğiyle mücadele eder. Medyanın bu yeni şekillenen sınıf fraksiyonuna, ısrarla “orta sınıf” damgası vurması da, bu mücadelenin bir aracı. Çünkü bu “damga” bu kesimi gelenekten uzak tutmaya hizmet ediyor.
Bu gün, tüm yeni mücadele biçimlerini, en son güncel iletişim araçları teknolojisini sonuna kadar kullanmanın yanı sıra, düzenli yayın gibi, sendikalar, siyasi partiler gibi, işçi sınıfının geleneksel aygıtlarını da kullanmayı ihmal etmemek, yeni şekillenen bu fraksiyonla geleneksel işçi sınıfının enerjisini birleştirmeye büyük önem vermek gerekiyor.