Ekonomik kriz Avrupa Birliği ekonomilerini şiddetle sarsıyor. AB üyesi devletler krize karşı ortak bir önlemler paketi oluşturamıyor, aksine korumacılık eğilimleri güçleniyor. Bu gelişmeler AB’nin üzerinde durduğu sacayağını (birleşik pazar, Avro ve ulus devletleri aşan bir “müşterek hükümranlık” -pooled sovereignity) çürüterek “bu krizde ayakta kalabilecek mi?” sorusunu gündeme getiriyor.
Bir model bir çok ülke
Krizden önce, ekonomik iklimin göreli olarak yumuşak olduğu dönemde (1993-2007) Avro’nun ve bütünleşme sürecinin istikrarı, üye ülkelerin bütçe açıklarına (GDP’nin %3’ü), kamu borçlarına (GDP’nin %60) sınır getiren İstikrar Paktı, faiz ve para politikasından sorumlu Avrupa Merkez Bankası yoluyla sağlanıyordu. Krizle birlikte, ekonomik yapıları, sınıf mücadelesi ritimleri birbirinden farklı ekonomilere tek bir model dayatmanın sorunları hemen ortaya döküldü. Kimi üye ülkelerin kamu borç oranları % 90’ın, bütçe açığı oranları %10’un, birliğin ortalama bütçe açığı oranı %4’ün üstüne çıkınca istikrar paktı anlamını yitirdi.
Ülkelerin borçlanma gereksinimleri arttıkça, İspanya, Portekiz, Yunanistan, İtalya gibi mali yapıları zayıf ülkelerin borçlanma faizleriyle, örneğin Almanya gibi güçlü ülkelerin borçlanma faizleri arasındaki farklar artıyor, AB ekonomilerinin hepsine birden tek bir faiz oranı dayatmanın zararları ortaya çıkıyor.
Ama en önemlisi, neo-liberal model ve AB’nin idari yapısı, üye ülkelerin, ulusal koşullarına uygun döviz, faiz politikaları, kriz döneminde maliye politikası uygulama özgürlüğünü ortadan kaldırıyor, parasal genişlemeye izin vermiyor. Burada “ulusal koşullara uygun” sözcüğü son derecede önemli: Hükümetler işsizlik arttıkça (Halen: İspanya’da %14; İrlanda’da/Fransa’da, %8+; Yunanistan’da, %7.5; Almanya’da, %7.2; İtalya’da %6.2; Hollanda’da %2.7) korumacılık, sosyal yardım vb… talepleri etrafında giderek sertleşen bir toplumsal muhalefetle yüz yüze kalıyorlar.
Üye ülkelerin kendi içlerindeki sınıflar matrisi, hegemonya ilişkileri, bu muhalefetin isteklerine öncelikle cevap verme zorunluluğunu dayatırken, ulus devletin önemini arttırıyor, AB sürecini yürüten hegemonya bloğunu eritiyor.
Yine hegemonya sorunu…
Hegemonya olgusunu, uluslararası ilişkiler bağlamında, basitçe, bir ülkenin bir grup ülkeyi belli politikalar etrafında ortak bir söylemde birleştirerek yönlendirme kapasitesi olarak yorumlayabiliriz.
Hegemonya olgusunun, ülke düzeyinde, bir sermaye fraksiyonunun, diğer sınıf fraksiyonlarını, kendi programına geniş halk kitlelerinin desteğini de alarak, yönlendirmesi olarak karşımıza çıktığını anımsarsak (Gramsci), şöyle bir sonuca varabiliriz: Uluslararası hegemonya olgusu da ister istemez ülkelerin hegemonik konumda olan fraksiyonları arasında, kurumsal, ideolojik olarak desteklenen, zaman içinde yeniden üretilebilen bir mutabakatın oluşmasını gerektirir. AB sürecinde 1980’lerin başından bu yana, bu tanımlamalara uyan bir hegemonya mutabakatı kurma çabası var. Avrupa birleşik piyasası çapında, çoğu zaman bunu da aşarak küresel düzeyde var olan sermaye gruplarının temsilcileri arasında, neo-liberal ve küreselci bir söylem üzerinde oluşan bu mutabakat, Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası adlı örgütte kurumsal ifadesini buluyor; çeşitli iz düşümlerine, Brüksel bürokrasisinde AB komisyonlarında rastlanıyor. Ancak bu mutabakatın AB halklarının desteğini alarak AB çapında sağlam bir hegemonya oluşturabildiğini söylemek, özellikle referandumda Anayasanın ve Lizbon Anlaşması’nın başına gelenleri de düşününce olanaklı değil.
Kriz bu başarısızlığın üstüne geldi. Çeşitli sermaye grupları, kendi ülkelerinin devletlerinin himmetine sığınmaya başladılar, hatta AB çapında oluşan yapıları, yardımlardan yararlanabilmek için ulusal zeminde parçalama eğilimi belirdi. Böylece hem bu mutabakat “destek söylemini” (Bkz Davos tartışmaları) kaybetmeye hem de fiilen parçalanmaya başladı. İşçi hareketlerindeki giderek artan canlılık, korumacılık eğilimlerini güçlendirdikçe bu parçalanmanın hızlanması kaçınılmaz görünüyor.
Böylece AB sürecinin iki seçenekle karşı karşıya kalacağı söylenebilir. Ya üyelerden biri krizin basıncına dayanamayarak AB’den çıkmak zorunda kalacak ve tüm süreç çözülmeye başlayacak. Ya da AB ülkeleri, “müşterek hükümranlık” olgusunda korumacılık eğilimleriyle başlayan “erimeyi” geri çevirmek, için ulusal düzeyde yükselmeye başlayan toplumsal muhalefetlerle de çatışmayı göze alarak siyasi bütünleşmeyi daha da güçlendirmeye çalışacaklar. Her iki olasılık da bizlere yeni siyasi ekonomik çalkantılar vaat ediyor…
No comments:
Post a Comment