Kapitalizmin tarihinin belki de en büyük küresel ekonomik krizi tüm şiddetiyle devam ederken tüm dikkatler öncelikle ABD, sonra da Çin üzerinde yoğunlaşmıştı. Halbuki, 16.8 trilyon dolarlık gayri safi hasılasıyla dünyanın en büyük ekonomisini oluşturan Avrupa Birliği de çok ciddi sorunlarla karşı karşıyaydı. AB’nin sorunlarının şimdi,“bugüne kadar hep” yumuşak havalarda yoluna devam eden“Birlik süreci bu basınçlara dayanabilecek mi” sorusuyla nihayet ilgi çekmeye başladığını görüyoruz.
‘Ekonomi kontrolden çıkmazsa…’
Avrupa Birliği sürecinin devam edebilmesi için birleşik pazarın varlığını koruması, ekonomik bütünleşmenin ilerlemesi gerekiyor. Buna karşılık, AB bölgesi ülkelerinin, en azından sürecin çekirdeğini oluşturan Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya’nın krize karşı ortak bir tepki, eşgüdümlü politikalar geliştirmediklerini görüyoruz.
Üstelik, Financial Times, Le Monde, Der Spiegel gibi yayınların geçen hafta yorumlarında dikkat çektikleri gibi, “herkesin kendi başının çaresine bakmaya”yönelmesi nedeniyle hem birleşik pazarın hem de ekonomik bütünleşme sürecinin geleceği üzerinde devasa bir soru işareti oluştu. Başta Almanya, Fransa, İngiltere olmak üzere AB ülkelerinin hükümetlerinin, önce mali piyasalarda sonra da giderek sanayi sektöründe, stratejik firmaları destekleme eğilimi, giderek kendi ülkesindeki iş olanaklarını ve piyasaları koruma eğilimine dönüşmeye başladı.
Financial Times’dan Richard Milne’in 14 ekonomi yazarının katkılarıyla hazırladığı ayrıntılı araştırmada işaret ettiği gibi“böyle bir korumacılık Avrupa’yı ekonomik, siyasi ve yasal sınavlarla karşı karşıya getiriyor”. Ancak, Avrupa Politikaları Çalışmaları Merkezi’nden (Centre For European Policy Studies) Daniel Gross’a göre “Banka piyasalarının bütünleşme sürecinde yaşanan parçalanma çok büyük hasar yaratarak gelişmeleri 10 yıl geriye itecek, ama bu 30 yıllık bir zarar olmayacak. Diğer korumacılık önlemlerinin marjinal kalacağını göreceğiz; eğer ekonomik gelişmeler tümüyle denetimden çıkmazsa…”(12/02/09).
Geçen hafta açıklanan veriler ekonomik gelişmelerin de denetimden çıkmaya başladığını düşündürüyordu.
‘Çapı ve hızı tamamen yeni…’
Hafta ortasında bir Financial Times Deutchland analizi, AB ülkelerinde inşaat ve imalat sanayisinin çok zor durumda olduğunu ileri sürdü. Perşembe günü Der Spiegel Avrupa Birliği ekonomisiyle ilgili verileri toplayan Eurostat’a dayanarak“Avrupa sanayisindeki çöküşün beklenenden daha kötü.. çapının ve hızının tamamen yeni.. olduğunu”, FT-D’nin yorumunda haklı çıktığını vurguluyordu. AB toplam sanayi üretimi aralık ayında, kasım ayına göre yüzde 2.6, bir önceki yıla göre yüzde 12 düşmüş. Financial Times’ın cuma günü aktardığına göre Avro bölgesi ülkeleri 50 yılın en kötü ekonomik gerilemesini yaşıyorlar. Geçen yılın ekonomik gerilemesi sanılandan çok daha derinmiş; Avro ülkelerinin toplam gayri safi hasılası geçen yılın dördüncü üç aylık döneminde yüzde 1.5 gerilemiş. Bu gerilemenin arkasındaki en önemli etken Alman ekonomisindeki ani bozulma, GSMH’deki yüzde 2.1’lik gerilemeymiş. Alman ekonomisindeki bu hızlı gerilemenin arkasındaysa,Sueddeustche gazetesinin“Almanya Resesyonda” başlıklı yorumunda vurgulandığı gibi, küresel ekonomik krizin etkileri var. Sueddeutsche, Almanya’nın son altı yıldır dünyanın ihracat lideri olduğunu, küreselleşmeden herkesten fazla yararlandığını,şimdi, bunun fiyatını ödediğini yazıyordu. Diğer bir deyişleSueddeutche ihracata dayalı modelin Almanya için de tükendiğini vurguluyor.
Yine Aşırı üretim/birikim sorunu…
Almanya ve AB de, Asya ülkeleri, Çin, ABD gibi, tüm dünya çapında tüketimi (ticaret için gerekli talebi) destekleyen kredi köpüğünün delinmesiyle birlikte ayaklarının altındaki zeminin hızla kaydığını görüyor. Kredi köpüğü sayesinde ayakta kalmanın ötesinde, birbirleriyle rekabet ederken kâr ihtirasıyla, var olan kapasiteye yenisini eklemeye devam eden sermaye gruplarışimdi eskisinden daha büyük bir atıl kapasite sorunuyla karşılaşıyorlar.
Hem bu krizin hem de kredi köpüğünün bu kapasite fazlası (aşırı üretim/birikim) sorunuyla ilgisini geçmişte birçok kez vurgulamıştık. Bu krizden çıkabilmek, çıkmaya başlayabilmek için (gerekli amayeterli olmayan önkoşul olarak) öncelikle bu kapasite fazlasının imha edilmesi, bu kapasitede temsil edilen sermayenin yok olması gerekiyor. Aşırı üretim ve birikim sorunu karşımıza bir madalyonun iki yüzü gibi, sanayide fazla kapasite/eksik talep, finansta kredi köpüğü, karşılıksız alacaklar olarak çıkıyor… Bir madalyonun iki yüzü çünkü bir, ancak öbürüyle var olabiliyor.
Korumacılık eğilimlerinin arkasındaki belirleyici etken de işte krizin bu özelliğinden kaynaklanıyor. Sorun aslında çok basit ve bir o kadar da korkutucu: Bu fazla kapasite yok olacak, olacak ama bu, çoğu kez stratejik (ulusal savunma, emperyalist etkinlik için gerekli) sanayilerin yıkımı, işsizlikte şok artışlar, böylece talep daralırken daha derin yoksullaşma anlamına geliyor. Bu sonuncusuysa Yunanistan, Baltık ülkeleri, İngiltere ve Fransa’da ilk örneklerini görmeye başladığımız gibi sınıf savaşlarının sertleşerek verili iktidar yapılarını tehdit etmeye başlaması demek. Hiçbir ülkenin hükümeti böyle bir siyasi, ekonomik karmaşıklıkla karşı karşıya kalmak istemiyor; kendi stratejik sanayilerini, iş gücünü korumak için önlem almaya başlıyor. Önce bunları mali olarak destekliyor (finansal korumacılık), sonra talebi güçlendirmek için piyasaya kaynak aktarmaya başlıyor. Ancak bu yolla yaratılan talebin ithalata yönelmesini de önlemek (dolayısıyla başka ülkelerin ekonomik siyasi yapılarını desteklemiş olmamak) için giderek iç pazarı koruyan önlemler gündeme geliyor.
AB ülkeleri krize de benzer bir biçimde tepki veriyorlar. Önce mali destek ve korumacılık başladı. Bunları sanayiye destek, giderek yerli iş gücünü, yabancı yatırımları geri çağırmaya (kapasite fazlasını “dışarıda”imha ederek işsizlik ihraç ederek) varacak ölçülerde koruma eğilimi gündeme geldi gelmeye de devam ediyor.
Bu yüzden Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya’da Yunanistan’da korumacılık gündeme gelirken karşılıklı“ekonomik ulusalcılık”suçlamaları da duyulmaya başlıyor.
No comments:
Post a Comment