Barack Obama görevi yarın devralıyor. Batı, özellikle de Anglosakson medyasına bakarsak, tüm dünya umudunu Obama’ya bağlamış. Obama gelince, ABD’nin dünyayı kana bulayan dış politikası, mali krize yol açan ekonomik modeli değişecek, Filistin sorunundan küresel ısınmaya kadar “her şeye” bir çare bulunacak. Bu beklenti, gerçekçi değil.
Dış politikanın yeni adı
Obama, misyonunu, “Amerikan halkının (tüm halkların) ABD yönetimine güvenini yenilemek... ve bir kez daha dünyaya liderlik etmek” (B. Obama, Foreign Affaires, Temmuz/Ağustos 2007), diğer bir deyişlehegemonya restorasyonu olarak açıklamıştı. Seçilene kadar, biteviye işlenen bu “güven yenileme” teması giderek Obama’nın “markası” haline geldi.
Obama yönetiminin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da, önceki hafta ABD Senatosu’nda ataması görüşülürken yaptığı konuşmada, dünyada ABD “liderliğinin eksikliğinin hissedildiğini” ileri sürdü. Clinton, bu eksikliği gidermek için “akıllı güç denen şeyi” ellerindeki “bütün diplomatik, ekonomik, askeri, siyasi, yasal, kültürel araçlar içinden en uygun olanını veya olanlarının bileşimini kullanacaklarını” söyledi.
Anlaşılan şimdi ABD’nin dış politikasını pazarlarken kullanılacak, New York Times’taRoger Cohen’den Australian’danGeoff Elliot’a kadar birçok yorumcunun “demek şimdi yeni şey bu” diyerek alaylı bir tonla saptadıkları, kavram/marka,“akıllı güç”.
ABD Harp Akademisi’nden, Prof.James Kurth’un 11 Eylül’den birkaç ay önce National Interestdergisinde vurguladığı gibi, ABD’nin 1990’lardaki dış politikası, dünyanın geri kalanına“küreselleşme” olarak sunulmuştu. 2001’den sonra dış politikanın yerine kullanılan metafor “terorizme karşı savaş”oldu. Bu mala yeterince alıcı çıkmayınca ABD, “özgürlük getirme”, “demokratikleştirme”, “BOP” gibi düzeltmelerle idare etmeye çalıştı, ama Obama-Clinton ikilisinin de ifade ettiği gibi, başarılı olamadı. ABD’nin küresel liderliği aşınmaya hızlanarak devam etti.
“Akıllı güç” kavramıyla bu eğilimi geri çevirmek olanaklı değil. Birincisi bu kavram, hiçbir yenilik ifade etmiyor. İkincisi, uluslararası koşullar, ABD liderliğinin yeniden kurulması (restorasyon) açısından, 1990’ların başından hatta 11 Eylül 2001 ertesinden çok daha elverişsiz. Üçüncüsü, bu “akıllı güç” kavramı, ABD dış politika çevrelerinin, hem liderlik sorunu hem ABD ile dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkiyi “düşünme”çabasındaki bir çaresizliğe işaret ediyor. İçinde yaşadığı koşulları anlamakta ve uyum sağlamakta çekilen bir zorluktan kaynaklanan çok korkutucu bir çaresizlik bu... Korkutucu, çünkü çaresizlik içinde kıvrananların elinde dünyanın en güçlü silahları var.
‘Sert’, ‘yumuşak’ ve ‘akıllı’
Harvard’dan Prof. Joseph Nye, ABD liderliğini (hegemonyasını) korumanın olanakları üzerine yazarken, intihal sayılacak bir biçimde, Antonio Gramsci’nin hegemonya tartışmalarından kimi kavramları, sınıfsal içeriklerinden soyutlayarak, aslında belki de anlayamadan aldı ve “sert güç”ve “yumuşak güç” kavramlarını üretti. “Sert güç”, bir devletin şiddet uygulama kapasitesine,“yumuşak güç” ise ekonomik, kültürel özelliklerinin özendiriciliğine, liderlik edeceği ülkeler grubuna kamu hizmeti sunabilme kapasitesine gönderme yapıyordu. “Yumuşak güç”, söz konusu devletin, kendi ulusal çıkarlarını, liderlik ettiği ülkelerin ulusal çıkarlarıyla örtüşecek bir biçimde sunabilme ve diğerlerini de hoşnut edecek bir biçimde izleyebilme kapasitesi demekti.
Prof. Nye, tarihsel materyalizmden nasibini almadığı için, bu iki kapasiteyi iradi olarak kullanılabilecek iki güç olarak anladı. Böylece, ülkenin hegemonyacı konuma gelmesini, orada kalabilmesini, tarihsel zemininden, arkasındaki yapısal belirleyicilerden koparıp, politika seçeneklerine bağlamış oluyordu. Böyle olunca da arkasından “akıllı güç” kavramının geliştirilmesi artık kaçınılmazdı. Adeta, alet çantasındaki araçlar, bazen silah, bazen diplomasi, bazen ekonomi, bazen politika “aptalca” değil de“akıllı” bir biçimde kullanılsa başarı kesin... Örneğin Bushyönetimi “aptal güç” kullanmıştı,şimdi “akıllı güç” kullanılırsa hegemonya yeniden kurulabilir...
Burada ne yazık ki, biri dini, ikincisi de yanlış iki varsayım var. Birinci: Liderlik ABD’nin hakkı, kaderi, “manifest destiny” inancı.İkincisi, ABD’nin alet çantasında hegemonyayı restore edebilecek tüm araçların olduğuna inanıyor.
Hegemonyanın tarihsel koşulları…
Gramsci’nin (1891-1937) geliştirdiği hegemonya kavramı, liderliğini şiddet uygulamakapasitesine dayanarak dayatma ve liderliğini, ekonomik, siyasi, kültürel/ideolojik etkenlerle kabul ettirme kapasitelerinin diyalektikbir ilişkisi olarak tanımlanır. Bir tarihsel “anda” (konjonktürde) bu maddi koşullara sahip olan sınıf, o anda bir sınıflar grubu üzerinde hegemonyasını kurar. Bu hegemonya özgün bir ideolojik söylemle ifade edilir. Sonra, koşullar değişir, söylem etkisini, inanılırlığını yitirir, “o an”(konjonktür) geçer, hegemonya da... Bugün uluslararası ilişkilerde kullandığımız hegemonya kavramının kökleri burada yatıyor.
Dikkat edilirse, “akıllı güç”kullanabilme durumu (tüm araçların birden kullanılabilmesi) aslında zaten hegemonyacı konumda olan bir ülkenin yapabileceği bir şey... Araçlar yoksa, yetersizse, zayıflamaya başlamışsa ya da konjonktürün öbür unsurlarının (diğer güçler) kapasiteleri artmaya başlamışsa, konjonktür kaçınılmaz olarak değişmek, hegemonya gerilemek, “akıllı güç”, “aptal güce” dönüşmek durumundadır.Bush döneminde, başarısız olduğu için, şimdi “aptal güç”olarak nitelenen dış politika yönelimi (imparatorluk refleksi) bir aptallıktan değil, hegemonyanın kabul ettirme(“yumuşak güç”) kapasitesindeki zayıflamayı şiddetle dayatma(“sert güç”) kapasitesiyle dengeleme çabasından kaynaklanmıştı. Burada hata çabada değil, bu çabanın maddi koşullardan bağımsız olabileceğine ilişkin inançtan (“Biz imparatorluğuz, kendi realitemizi kendimiz yaparız”) kaynaklanıyordu.
“Akıllı güç”e örnek olarak verilen, Marshall Planı, NATO’nun, Birleşmiş Milletler’in kurulması vb... gibi uygulamalara bakınca, kavramın sığlığı daha bir açıklık kazanıyor. O konjonktürde, ABD yalnızca rakipsiz bir askeri güç değil, aynı zamanda rakipsiz bir ekonomik, siyasi güç, kendi kültürünü, toplumsal modelini yayma kapasitesi herkesten yüksek bir güçtü, ortada kapitalizme yönelik bir tehlike de vardı.
Bugün, bu koşulların çoğu yok. Bush döneminin yarattığı kültürel ahlaki yıkım, salt “Obama”imajlarıyla aşılacak bir zaaf değil. Dünya halkları, ekonomik krizinsorumlusu, küresel ısınmaya karşı alınacak tedbirlerin, İsrail-Filistin barışının önündeki en büyük engel olarak ABD’yi görüyor. Obama’nın bu konularda yapacağı fazla bir şey yok (alet çantası boş). Aksine, ekonomik krizle birlikte serbest piyasa ilkelerinden uzaklaşma eğilimi, ABD’nin dünya ekonomisini yeniden inşa etmek bir yana, kendini korumaya yöneleceğini düşündürüyor. “Sahnede” Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya, Avrupa Birliği gibi güçler var. Bunları “terorizmle savaş”,İslamofobia, “uygarlıklar çatışması” gibi savlarla ABD liderliği etrafında birleştirmek de olanaklı değil. Bu yüzden ABD“dostları” papağan gibi tekrarlamaya başlayacaklar ama, sağlıklı düşünebilmek için, bu“akıllı güç” kavramını ciddiye almamakta yarar var.
No comments:
Post a Comment