Değişen Güç Dengeleri
Dünya Ekonomik Forum Davos Toplantısının bu yılki teması “Değişen Güç Dengeleri. Gerek, toplantıya G8 lideri, AB başkanı ve Almanya Şansölyesi olarak katılan Angela Merkel’in açış konuşması, gerekse, Küresel Ekonomi Paneli ve gerekse de Küresel Isınma toplantısına gösterilen büyük ilgi hem bu temayı hem de bu tema etrafında dile getirilen kaygıları yansıtıyordu.
Değişen Güç Dengelerinin üç bileşeni var. Birincisi, Gelişmekte olan ülkelerin, gittikçe artan ekonomik ağırlığı ve etkileri. Ikincisi, emek-sermaye ilişkileri: Derinleşen sınıf çelişkilerinin küreselleşme sürecini tehdit etmeye başladığı düşünülüyor. Üçüncüsü de devlet ekonomi - ilişkileri. Bir taraftan gelir dagılımının bozulmasına ilişkin kaygılar diğer taraftan küresel ısınma, ve nihayet güvenlik sorunları, devlet müdahalesini yeniden gündeme getiriyor.
Angela Merkel de, açış konuşması da iki yüzyıldır Avrupa merkezli bir dünya algısının egemen olduğunu, ancak şimdi bunun değişmeye başladığına dikkat çekti. Merkel’e göre bu, batıda, da gerginlik yaratıyor. Merkel, özellikle ve uzun uzun Avrupa-ABD ilişkilerine atıfla “transatlantik ittifakının” güçlendirilmesinin gerekliliği üzerinde durdu; konuşmasının bu bölümünde, başlarken ve bitirirken izleyicileri “yanlış anlamayın, bu söylediklerim kimseye karşı değil” diyerek uyarması da ayrıca ilginçti.
Merkel’in, konuşmasında ABD liderliğinden hiç söz etmemesi, “çabuk gitmek istiyorsan yalnız, uzağa gitmek istiyorsan dostlarınla birlikte seyahat et” diyen bir Afrika atasözünü aktarması, küreselleşmenin siyasi bir çerçeveye gereksinimi olduğunu vurgulaması, Almanya’nın Sosyal Piyasa modelinden övgüyle söz etmesi, uluslararası ticarete ilişkin, genelde Dünya Sosyal Formuna ait bit kavram olan “Faire Trade” (adil ticaret), kavramını bir kaç kez kullanması da dikkat çekti.
Güç dengelerindeki değişiklik, kendini “Kürese Ekonomi “panelindeki tartışmalarda da gösterdi. Çinli ve Hintli konuşmacılar, ülkelerinin ekonomilerini, özellikle mali piyasalar alanında, yeterince hızlı ve kapsamlı biçimde dışa açmadıklarına ilişkin eleştirilere eleştiren, Asya krizinden derslerini aldıklarını, bu yüzden, olası hataların etkilerini sınırlamak için yavaş, adım adım ilerleyeceklerini, söylediler. Çinli konuşmacı, dünya toplam üretiminin 8 katına ulaşan kredi türevlerine değinerek, ABD ve Avrupa’yi sorumu tutarken, Hintli konuşmacının, ABD’de gelir dağılımının bozulmasından etkilenen siyasetçilerin, korumacılık eğilimlerinin güçlendiğine ilişkin saptamalarına karşılık “yıllardır bize eşitsizliğe boş verin büyümeye bakın dediniz. Şimdi siz kendi ülkenizde eşitsizliğin artmasından yakınıyorsunuz, bu iyi bir şey” sözleri hem yeni bir güvenin hem de eski bir kızgınlığın yansımalarıydı.
Thursday, January 25, 2007
Wednesday, January 24, 2007
Davos notları-I (Davos’a gitmeden)
Gündem, Gizli Gündem
Davos’un gündeminde bu yıl üç konu var. Bunlardan biri, küreselleşme ve merkez ülkelerde artmaya başlayan işsizlik. İkincisi, küresel ısınma ve firmaların (kapitalistin) rolü. Üçüncüsü, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkelerinin dünya ekonomisi ve siyaseti üzerindeki etkileri.
Davos’un bir de “gizli gündemi” var. Financial Times’dan Gideon Rachman’ın, kederli bir tonla, not ettiği gibi, “Reagan ve Thatcher’in yarattığı dünya şimdi artık yavaş yavaş yok oluyor” (22/01/2007). Rachman’ın yorumunun başlığı da ilginç “Irak ve Küresel Isınma, nasıl sağı (siyaseti-E.Y) kargaşaya itti”. Davos’un gizli gündemini de işte bu oluşturuyor: Neo-liberal dönemin artık sönümlenmeye başladığı gerçeği, hemen her oturumda, konuşmacıların başının üzerinde bu hayalet dolaşıyor olacak, bu yıl. Piyasa ekonomisine güveni yenilemek, bu alanda “bir sorun yok” havası yaratmak, bu arada kapitalizmi savunmak için çeşitli yeni stratejiler geliştirmek.
Bir önek: Küreselleşme tartışmaları başladığında, ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin, işsizliğin azaltılması, refahın yükseltilmesi için olmazsa olmaz şart olarak sunuluyordu. Böylece “yükselecek olan dalga tüm kayıkları kaldıracak”tı; “yukarıda servet birikecek ama bu da giderek tabana yayılacaktı”.
1997 Asya krizinden sonra bu konsensüs bozulmaya başladı. Önce, mali sermayenin serbest dolaşımının sorun olduğu saptandı. Neo-liberal ekonomik düşüncenin ağır toplarından Prof. Jhagdish Bhagwati’ye göre sorun sermayenin serbest dolaşımındaydı, malların değil. Serbest ticaret iyiydi, ama mali sermayenin serbest dolaşımı kötü. O zaman Aha! Diye yazmıştım, başladık işte yakında, sıra serbest ticarete de gelir. Nitekim geldi de. Bu kez bir başka bir ağır top Prof Samuelson, ABD cari açığından ve Çin’in yükselmeye başlamasından hareketle, “serbest ticaretin her zaman her yerde yararlı olmayabileceğini” ileri sürdü.
“It’s technology stupid”
Geçen yıl, ABD’de gelir dağılımı, ücret atışlarının üretkenlik artışının gerisinde kalması (Neo-liberal, teoriye göre olacak iş değil! ) gelir dağılımı ve işsizlik ile serbest ticaret (küreselleşme) arasındaki ilişkinin tartışılmasını hızlandırdı.
Şimdi bu konu Davos’un da gündemine geliyor. Buna bir açıklama bulmak gerekli. The Economist bu hafta savunma çizgisini çizdi: “Sorun, serbest ticaret değil teknoloji”. Bu görüş Davos’ta Çarşamba sabahı, yapılan “Küresel Ekonomi”, panel tartışmasında katılımcı Montek S. Ahluwalia, (Hindistan Planlama Komisyonu Başkan yardımcısı) tarafından da dile getirildi. Ahluwalia söyle diyordu “Ticaret serbest olmasa bile, teknoloji yüzünden yine aynı sorunlarla karşı karşıya kalacaktık”. Diğer bir değişle, Ahluwalia, “serbest ticareti suçlamayın” diyor. Diyor ama, bu ilk anda akla yakın savunma, aslında çok önemli bir soruna ışık tutarak, çok daha derin bir eleştirinin önünü açıyor.
Sorun teknolojiyse, neden teknoloji sorun oluyor? Bu soru da, bizi kapitalizmin hiç sevmediği bir tartışmaya “teknoloji seçimini ne belirler” tartışmasına götürüyor. Bu kapıdan bir kez girdik mi de kendimizi, bu sorun olan teknolojiyi seçmeyi zorlayan şeyle, “kar oranları düşme eğilimiyle”, diğer bir değişe kapitalizmin en derin sırrıyla, kronik kriz eğilimiyle, tarihselliğiyle (bu gün var yarın yok!) karşı karşıya buluyoruz… Böylece The Economist ve Mr Ahluwalia, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş oluyorlar…
It’s capitalism stupid! Yaaa!
Davos’un gündeminde bu yıl üç konu var. Bunlardan biri, küreselleşme ve merkez ülkelerde artmaya başlayan işsizlik. İkincisi, küresel ısınma ve firmaların (kapitalistin) rolü. Üçüncüsü, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkelerinin dünya ekonomisi ve siyaseti üzerindeki etkileri.
Davos’un bir de “gizli gündemi” var. Financial Times’dan Gideon Rachman’ın, kederli bir tonla, not ettiği gibi, “Reagan ve Thatcher’in yarattığı dünya şimdi artık yavaş yavaş yok oluyor” (22/01/2007). Rachman’ın yorumunun başlığı da ilginç “Irak ve Küresel Isınma, nasıl sağı (siyaseti-E.Y) kargaşaya itti”. Davos’un gizli gündemini de işte bu oluşturuyor: Neo-liberal dönemin artık sönümlenmeye başladığı gerçeği, hemen her oturumda, konuşmacıların başının üzerinde bu hayalet dolaşıyor olacak, bu yıl. Piyasa ekonomisine güveni yenilemek, bu alanda “bir sorun yok” havası yaratmak, bu arada kapitalizmi savunmak için çeşitli yeni stratejiler geliştirmek.
Bir önek: Küreselleşme tartışmaları başladığında, ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin, işsizliğin azaltılması, refahın yükseltilmesi için olmazsa olmaz şart olarak sunuluyordu. Böylece “yükselecek olan dalga tüm kayıkları kaldıracak”tı; “yukarıda servet birikecek ama bu da giderek tabana yayılacaktı”.
1997 Asya krizinden sonra bu konsensüs bozulmaya başladı. Önce, mali sermayenin serbest dolaşımının sorun olduğu saptandı. Neo-liberal ekonomik düşüncenin ağır toplarından Prof. Jhagdish Bhagwati’ye göre sorun sermayenin serbest dolaşımındaydı, malların değil. Serbest ticaret iyiydi, ama mali sermayenin serbest dolaşımı kötü. O zaman Aha! Diye yazmıştım, başladık işte yakında, sıra serbest ticarete de gelir. Nitekim geldi de. Bu kez bir başka bir ağır top Prof Samuelson, ABD cari açığından ve Çin’in yükselmeye başlamasından hareketle, “serbest ticaretin her zaman her yerde yararlı olmayabileceğini” ileri sürdü.
“It’s technology stupid”
Geçen yıl, ABD’de gelir dağılımı, ücret atışlarının üretkenlik artışının gerisinde kalması (Neo-liberal, teoriye göre olacak iş değil! ) gelir dağılımı ve işsizlik ile serbest ticaret (küreselleşme) arasındaki ilişkinin tartışılmasını hızlandırdı.
Şimdi bu konu Davos’un da gündemine geliyor. Buna bir açıklama bulmak gerekli. The Economist bu hafta savunma çizgisini çizdi: “Sorun, serbest ticaret değil teknoloji”. Bu görüş Davos’ta Çarşamba sabahı, yapılan “Küresel Ekonomi”, panel tartışmasında katılımcı Montek S. Ahluwalia, (Hindistan Planlama Komisyonu Başkan yardımcısı) tarafından da dile getirildi. Ahluwalia söyle diyordu “Ticaret serbest olmasa bile, teknoloji yüzünden yine aynı sorunlarla karşı karşıya kalacaktık”. Diğer bir değişle, Ahluwalia, “serbest ticareti suçlamayın” diyor. Diyor ama, bu ilk anda akla yakın savunma, aslında çok önemli bir soruna ışık tutarak, çok daha derin bir eleştirinin önünü açıyor.
Sorun teknolojiyse, neden teknoloji sorun oluyor? Bu soru da, bizi kapitalizmin hiç sevmediği bir tartışmaya “teknoloji seçimini ne belirler” tartışmasına götürüyor. Bu kapıdan bir kez girdik mi de kendimizi, bu sorun olan teknolojiyi seçmeyi zorlayan şeyle, “kar oranları düşme eğilimiyle”, diğer bir değişe kapitalizmin en derin sırrıyla, kronik kriz eğilimiyle, tarihselliğiyle (bu gün var yarın yok!) karşı karşıya buluyoruz… Böylece The Economist ve Mr Ahluwalia, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş oluyorlar…
It’s capitalism stupid! Yaaa!
Saturday, January 20, 2007
“Olgulara” takılarak ‘hakikati” gözden kaçırabiliriz
Hrant Dink’in öldürülmesini sıradan faşist bir cinayet olarak görmek en kestirme ve akla en yakın yol almakla birlikte, olgulara takılarak hakikati gözden kaçırmaya yol açacaktır.
Badiou’nun “situation” (durum) ve “event site” (olay mekanı) kavramları işimize yarayabilir. Örneğin, bir süredir Türkiye’de siyasi “durum” içinde bu tür “olayların” kolaylıkla oluşabileceği “olay mekanları” oluştuğunu söyleyebiliriz. Siyasi yaşamda gittikçe artmaya başlayan belirsizlikler, hiç bir sonuca açılma şansı olmayan, çözümsüz denklemlerin birikmeye başlaması, bir süredir siyasi yaşama yön veren beklentilerin teker teker tıkanmaya başlaması hep bunu gösteriyordu. Sorun hangi “olayın”, kimin müdahalesiyle patlak vereceği sorusunda düğümleniyordu… Ve tabii ki bu da "olay" ortaya çıkana kadar cevapsız kalmaya mahkum bir soruydu.
“Olay” karşımıza, Hrant Dink cinayeti olarak gelmişe benziyor. “Olayın” hemen arkasından, “olayla” ilişkili aktörlerin hepsinin kendilerinden beklendiği gibi davranmaya, olayın onlara biçtiği rolleri oynamaya başladıklarını da görüyoruz.
Bu belirlenmişlikten kurtulabilmek, “olayın” çerçevesini “aşabilmek” gerekiyor. Geçmişteki deneylerimizin de gösterdiği gibi, cinayeti kimin işlediğini kimlerin azmettirdiğini, bunları bulmayı ve cezalandırmayı ne kadar istersek isteyelim, ortaya çıkartmak mümkün olmayacak. “Olsa” bile olmayacak! Bu sırada, biz bu olguların, polisiye senaryoların peşinde koşarken “hakikati” yine gözden kaçıracağız..
Soğuk kanlı davranıp, “cinayeti kim işledi?”, “Sorumlu kim?” sorusunu, bu bize ne kadar acı gelirse gelsin, ikinci plana atıp, “bu günkü konjonktürde bu cinayet nasıl bir işlev üstlenecek?” sorusunun üzerinde yoğunlaşmak gerekir.
Örneğin, “bu cinayet hangi çelişkileri keskinleştirecek, hangi güçleri karşı karşıya getirecek, uluslararası alanda hangi proje ve planları kolaylaştıracak, hızlandıracak, hangilerini geciktirecek?”, sorularından hareketle düşünmeye başlamak gerekir. Böylece ortaya çıkmaya başlayan anlamlar haritasına, bu kez yeniden, haritanın içindeki güçlerin her birinin perspektifinden, bunların göreli ağırlıklarını, toplumda etki yaratma kapasitelerini de göz önüne alarak, bakmaya çalışarak, bir olasılıklar dizisi oluşturabiliriz. İşte bu olasılıkların üzerinden, önümüzdeki sürece ilişkin farklı senaryolar üretebilir, bundan sonraki olguları bu senaryolar içinde değerlendirerek beklentilerimizi yönlendirebiliriz.
Badiou’nun “situation” (durum) ve “event site” (olay mekanı) kavramları işimize yarayabilir. Örneğin, bir süredir Türkiye’de siyasi “durum” içinde bu tür “olayların” kolaylıkla oluşabileceği “olay mekanları” oluştuğunu söyleyebiliriz. Siyasi yaşamda gittikçe artmaya başlayan belirsizlikler, hiç bir sonuca açılma şansı olmayan, çözümsüz denklemlerin birikmeye başlaması, bir süredir siyasi yaşama yön veren beklentilerin teker teker tıkanmaya başlaması hep bunu gösteriyordu. Sorun hangi “olayın”, kimin müdahalesiyle patlak vereceği sorusunda düğümleniyordu… Ve tabii ki bu da "olay" ortaya çıkana kadar cevapsız kalmaya mahkum bir soruydu.
“Olay” karşımıza, Hrant Dink cinayeti olarak gelmişe benziyor. “Olayın” hemen arkasından, “olayla” ilişkili aktörlerin hepsinin kendilerinden beklendiği gibi davranmaya, olayın onlara biçtiği rolleri oynamaya başladıklarını da görüyoruz.
Bu belirlenmişlikten kurtulabilmek, “olayın” çerçevesini “aşabilmek” gerekiyor. Geçmişteki deneylerimizin de gösterdiği gibi, cinayeti kimin işlediğini kimlerin azmettirdiğini, bunları bulmayı ve cezalandırmayı ne kadar istersek isteyelim, ortaya çıkartmak mümkün olmayacak. “Olsa” bile olmayacak! Bu sırada, biz bu olguların, polisiye senaryoların peşinde koşarken “hakikati” yine gözden kaçıracağız..
Soğuk kanlı davranıp, “cinayeti kim işledi?”, “Sorumlu kim?” sorusunu, bu bize ne kadar acı gelirse gelsin, ikinci plana atıp, “bu günkü konjonktürde bu cinayet nasıl bir işlev üstlenecek?” sorusunun üzerinde yoğunlaşmak gerekir.
Örneğin, “bu cinayet hangi çelişkileri keskinleştirecek, hangi güçleri karşı karşıya getirecek, uluslararası alanda hangi proje ve planları kolaylaştıracak, hızlandıracak, hangilerini geciktirecek?”, sorularından hareketle düşünmeye başlamak gerekir. Böylece ortaya çıkmaya başlayan anlamlar haritasına, bu kez yeniden, haritanın içindeki güçlerin her birinin perspektifinden, bunların göreli ağırlıklarını, toplumda etki yaratma kapasitelerini de göz önüne alarak, bakmaya çalışarak, bir olasılıklar dizisi oluşturabiliriz. İşte bu olasılıkların üzerinden, önümüzdeki sürece ilişkin farklı senaryolar üretebilir, bundan sonraki olguları bu senaryolar içinde değerlendirerek beklentilerimizi yönlendirebiliriz.
Tuesday, January 16, 2007
Saadet Zinciri
Çarşamba, günü yazımı yazarken düşündüm. Bu ne biçim saadet zinciri. Afganistan’a ardından, Irak’a saldırılar; Kuzey Kore’ye yönelik tahrikler, ABD’ devletinin silah talebini arttırdı, Ortadoğu ve Asya ülkeleri silahlanma yarışını hızlandırdı. Askeri Sınai komplekse gün doğdu…
Bu arada siyasi istikrarsızlık enerji fiyatlarındaki artma eğilimini hızlandırdı. Petrol şirketlerinin karları tavana çarptı. Enerji kaynaklarının sahip, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin kasaları doldu (300-400 milyar dolardan söz ediyoruz), böylece bunlara yeni silah satmak kolaylaştı. Tam bu süreç doygunluğa kavuşurken, yani marjinal talep artışı yavaşlarken, İran nükleer silah yapıyor bahanesiyle, Şii-Sünni rekabeti canlandırıldı, bölgede silahlanma süreci yeniden hızlanmaya başladı. Sonra Somali’ye saldır, bu kez, Afrika’da bölge ülkeleri arasında silahlanma yarışını hızlandırdı…
Bu süreç gayet uyumlu bir iç dinamiğe sahip. Ancak zaman zaman ateşe yeniden benzin dökmekte gerekiyor. Petrol fiyatları düşerken, İran’a yönelik savaş davullarının sesinin yükselmesi bence boşuna değil. Petrol fiyatlarının yüksek olmasının üç hatta dört yararı var.
a) Büyük Enerji şirketlerinin karları artıyor
b) Petrol ihraç edenlerin kasaları doluyor ve ABD ve Avrupa’dan, başta silah olmak üzere daha çok ithalat yapabiliyorlar
c) Yüksek petrol fiyatları, genelde enflasyonist bir baskı yaratarak, borçlu ülkelerin ve sermayenin borçlarının ve ücretlerin devalüe edilmesi sürecini hızlandırıyor
d) Enerji kullanımında verimlilik artışlarını zorlayarak az da olsa küresel ısınmaya karşıt bir eğilim yaratıyor (bu da size, bu karanlık resim içinde ufak bir teselli)
Bu arada siyasi istikrarsızlık enerji fiyatlarındaki artma eğilimini hızlandırdı. Petrol şirketlerinin karları tavana çarptı. Enerji kaynaklarının sahip, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin kasaları doldu (300-400 milyar dolardan söz ediyoruz), böylece bunlara yeni silah satmak kolaylaştı. Tam bu süreç doygunluğa kavuşurken, yani marjinal talep artışı yavaşlarken, İran nükleer silah yapıyor bahanesiyle, Şii-Sünni rekabeti canlandırıldı, bölgede silahlanma süreci yeniden hızlanmaya başladı. Sonra Somali’ye saldır, bu kez, Afrika’da bölge ülkeleri arasında silahlanma yarışını hızlandırdı…
Bu süreç gayet uyumlu bir iç dinamiğe sahip. Ancak zaman zaman ateşe yeniden benzin dökmekte gerekiyor. Petrol fiyatları düşerken, İran’a yönelik savaş davullarının sesinin yükselmesi bence boşuna değil. Petrol fiyatlarının yüksek olmasının üç hatta dört yararı var.
a) Büyük Enerji şirketlerinin karları artıyor
b) Petrol ihraç edenlerin kasaları doluyor ve ABD ve Avrupa’dan, başta silah olmak üzere daha çok ithalat yapabiliyorlar
c) Yüksek petrol fiyatları, genelde enflasyonist bir baskı yaratarak, borçlu ülkelerin ve sermayenin borçlarının ve ücretlerin devalüe edilmesi sürecini hızlandırıyor
d) Enerji kullanımında verimlilik artışlarını zorlayarak az da olsa küresel ısınmaya karşıt bir eğilim yaratıyor (bu da size, bu karanlık resim içinde ufak bir teselli)
Wednesday, January 10, 2007
Endişe çağı ve öbür gezegende yaşayanlar
Kenneth Galbraight, 1970’lerde, kuşku çağında yaşadığımızı söylüyordu. Ben bunu bellemiş birisi olarak 1990’larda birileri “Küreselleşme çağına girdiğimizi” ileri sürmeye başlayınca, eski köpeğe yeni marifet öğretilmez özdeyişine sadık kalarak, bu iddiadan da kuşkulanmaya devam ettim. Hatta ilk konferansımın başlığı “Küreselleşme mi? istemem teşekkür ederim” idi. Ben kuşkulana durayım 1990’arın sonuna kadar küreselleşmeciler popüler söyleme, akademik yazına egemen oldular. 1997-98 Mali krizi dahi hızlarını kesmedi; 2000 borsa krizleri de. Ben tam, “bakın demedim mi. küreselleşmenin sonu geliyor” diye, suratımda bilgiç bir sırıtmaya dolaşmaya başlamıştım ki, dünya merkez bankaları depresyonu engellemek için para musluklarını açtılar, mali sermaye zincirlerinden boşaldı tarihin en büyük mali genişlemesi üzerinde tarihin en büyük mali köpüğü oluşmaya başladı. Ama herkes o kadar memnundu ki. ABD ekonomisi büyüyor, dünya ekonomisi büyüyor, Çin büyüyor “küreselleşiyor….
11 Eylül, ABD yeni savunma stratejisi, oyunun kurallarını değiştirmeye başladı, Doha zirvesi tıkandı… Ondan sonra da “bu küreselleşmenin de sonu geliyor galiba” diye endişe edenlerin sayısı artmaya başladı. “Küreselleşmeden sonra”, “Küreselleşmenin sonu”, “Uzun acil durum” vb başlıklı kitaplar çıkmaya, benzer konuda yazılar makaleler Financial Times, Foreign Affaires gibi yayınlarda sıkça görülmeye başlandı.
Hatta, standart bir format bile oluştu. Bu yazılar hemen her zaman önce, , Bu küreselleşme söylemi ne kadar egemen olmuştu 1990’larda diye anımsatan bir giriş paragrafıyla başlıyordu. Sonra uyarılar, ve şikayetler geliyordu: Ama bak 15 yıl geçti vaat ettiklerinin hiç birini gerçekleştiremedi.
Bu giriş bölümünden sonra yazının ana metni, korumacılık, gelir dağılımındaki bozulma, mali istikrarsızlık örnekleri, kurumsal başarısızlıklar (Dünya Bankası, IMF DTÖ) temaları ve onu izleyen artık iyice bayatlamış bir yakınmaya devam ediyordu: Neden küreselleşmenin nimetlerinden herkes eşit bir biçimde yararlanamıyor? Derken, bitirirken sonuç olarak: Küreselleşme zaten eskiden beri vardı, biz ona uluslararasılaşma diyorduk… Şimdi, bu teknolojinin başını çektiği kısmıyla küreselleşme, uluslararasılaşma olarak devam edecek, ama serbest piyasa projesi, küresel entegre bir ekonomi kurma, ulus devletleri kaldırma vb… böyle giderse aksayacak. Baksanıza enerji ve emtia piyasalarına, küresel dengesizliklere vb.. vb… Son olarak da standart bir öneri: Hükümetler tedbir almalı…
2007’e girerken bu endişeli yorumlarda yine bir artış var. Örneğin, Küreselleşme tartışmalarında iyi bilinen isimlerden Prof, Walden Ballo, “Globalization in retreat” (küreselleşme ricat ediyor) Foreign Policy in Focus, 27/12/06. Rawi Abdela, Adam Segal, “Has Globalization Passed Its peak” (küreselleşme zirve noktasını geçti mi?) Foreign Affaires, Ocak/Şubat 2007, Martin Woolf (yine), “Globalisation's future is the biggest long-term question” (küreselleşmenin geleceği en büyük uzun dönemli sorundur) Financial Times, 10/01/07; Stiglitz, “Will the world's financial dam break in the coming year?” (Dünyanın mali barajı yeni yılda yıkılacak mı?) Daily Star, 09/01/07, Niall Ferguson (yine), “The Next Meltdown” (Gelecek çöküş) Time Magazine, 05/01/07, biraz farklı olmakla birlikte aynı sorunsal içinde, Anatol Lieven, 28/12/06, “The End of the West as we know it” (bizim bildiğimiz haliyle batını sonu), International Herald Tribune.
Gerçekten de 2007’ye girerken genelde büyük bir kötümserlik, endişe hakim, tabii bu gezegende yaşayanlar arasında. Öbür gezegende yaşayanların havası doğal olarak biraz farklı: Mali ekonomik haberler kanalı Bloomberg’in Çarşamba günü, geçtiği bir habere göre, dünyanın çeşitli ülkelerinde Genel Müdürler arasına yapılan bir anket, büyük çoğunluğun 2007 yılı için iyimser olduğunu ortaya koymuş.
11 Eylül, ABD yeni savunma stratejisi, oyunun kurallarını değiştirmeye başladı, Doha zirvesi tıkandı… Ondan sonra da “bu küreselleşmenin de sonu geliyor galiba” diye endişe edenlerin sayısı artmaya başladı. “Küreselleşmeden sonra”, “Küreselleşmenin sonu”, “Uzun acil durum” vb başlıklı kitaplar çıkmaya, benzer konuda yazılar makaleler Financial Times, Foreign Affaires gibi yayınlarda sıkça görülmeye başlandı.
Hatta, standart bir format bile oluştu. Bu yazılar hemen her zaman önce, , Bu küreselleşme söylemi ne kadar egemen olmuştu 1990’larda diye anımsatan bir giriş paragrafıyla başlıyordu. Sonra uyarılar, ve şikayetler geliyordu: Ama bak 15 yıl geçti vaat ettiklerinin hiç birini gerçekleştiremedi.
Bu giriş bölümünden sonra yazının ana metni, korumacılık, gelir dağılımındaki bozulma, mali istikrarsızlık örnekleri, kurumsal başarısızlıklar (Dünya Bankası, IMF DTÖ) temaları ve onu izleyen artık iyice bayatlamış bir yakınmaya devam ediyordu: Neden küreselleşmenin nimetlerinden herkes eşit bir biçimde yararlanamıyor? Derken, bitirirken sonuç olarak: Küreselleşme zaten eskiden beri vardı, biz ona uluslararasılaşma diyorduk… Şimdi, bu teknolojinin başını çektiği kısmıyla küreselleşme, uluslararasılaşma olarak devam edecek, ama serbest piyasa projesi, küresel entegre bir ekonomi kurma, ulus devletleri kaldırma vb… böyle giderse aksayacak. Baksanıza enerji ve emtia piyasalarına, küresel dengesizliklere vb.. vb… Son olarak da standart bir öneri: Hükümetler tedbir almalı…
2007’e girerken bu endişeli yorumlarda yine bir artış var. Örneğin, Küreselleşme tartışmalarında iyi bilinen isimlerden Prof, Walden Ballo, “Globalization in retreat” (küreselleşme ricat ediyor) Foreign Policy in Focus, 27/12/06. Rawi Abdela, Adam Segal, “Has Globalization Passed Its peak” (küreselleşme zirve noktasını geçti mi?) Foreign Affaires, Ocak/Şubat 2007, Martin Woolf (yine), “Globalisation's future is the biggest long-term question” (küreselleşmenin geleceği en büyük uzun dönemli sorundur) Financial Times, 10/01/07; Stiglitz, “Will the world's financial dam break in the coming year?” (Dünyanın mali barajı yeni yılda yıkılacak mı?) Daily Star, 09/01/07, Niall Ferguson (yine), “The Next Meltdown” (Gelecek çöküş) Time Magazine, 05/01/07, biraz farklı olmakla birlikte aynı sorunsal içinde, Anatol Lieven, 28/12/06, “The End of the West as we know it” (bizim bildiğimiz haliyle batını sonu), International Herald Tribune.
Gerçekten de 2007’ye girerken genelde büyük bir kötümserlik, endişe hakim, tabii bu gezegende yaşayanlar arasında. Öbür gezegende yaşayanların havası doğal olarak biraz farklı: Mali ekonomik haberler kanalı Bloomberg’in Çarşamba günü, geçtiği bir habere göre, dünyanın çeşitli ülkelerinde Genel Müdürler arasına yapılan bir anket, büyük çoğunluğun 2007 yılı için iyimser olduğunu ortaya koymuş.
Thursday, January 04, 2007
Ucuz dış kredi ile büyüme taklidi yapmak giderek zorlaşıyor…
Sucking Sound Is Global Liquidity Drain
By Mark Gilbert
Jan. 4 (Bloomberg) -- The world's major central banks have stopped worrying about deflation and set about cranking interest rates as high as they dare. Policy makers trying to squeeze inflation, albeit nascent, out of the financial system risk sucking the life out of the global economy.
The cumulative effect of monetary policy changes in the U.S., Europe, the U.K. and Japan has been to drive the global cost of borrowing to its highest level in more than five years…
Mark Gilbert’in yorumu, gelişmekte (yükselmekte falan filan…) ülkelerin piyasaları açısından iyi bir haber değil. Bu ülkelerde yatırımcılar 2003’den bu yana tarihin en büyük parasal genişlemesi üzerinde oluşan “carry trade” sayesinden (düşük faizli dövizle kredi alıp yüksek faizli dövizle kredi vermek) büyük karlar yaptılar. Böylece kredi hacmi genişledi, tüketim (tüketici kredileri, kredi kartları…) körüklendi, böylece talep ayakta kalabildi kimi ekonomiler büyüme taklidi yapabildi.
Bu arada özel sektör dış borçları (döviz pozisyonları) gittikçe büyüdü. Türkiye’de kaba hesaplarla 110 milyar doları geçti. Bu arada uluslararası bankacılık kuralları, ölçütleri devreye giriyor, yerli Bankaları yabancılar satın alıyordu. Eğer bu boğazına kadar borçlu şirketlerin kredi verilebilirliklerini, aldıkları borçların kalitesini ölçmek için uluslararası kriterler uygulanmaya başlanırsa, çoğunun aldıkları borçların altından kalkamayacağı ortaya çıkabilir.
Geçenlerde ODTU Mezunları Derneğinin düzenlediği bir paneldeydik. Ben mali piyasaların evrimini anlattım. Oktar Türel Hocamız, 1980 sonrasında Türkiye'de bankacılığının yapısal dönüşümü ve "Yeniden kurallaştırma üzerine bir sunuş yaptı. T.C Hazine Müsteşarlığı Eski Hazine Müsteşar Yardımcısı, Danışmanı, Sn Hakan OZYILDIZ - Türkiye'de sermaye birikimi, finansal yeniden yapılanma ve yabancı sermaye - "Yabancılaşma" konusu üzerinde durdu. Öz yıldız, konuşmasının bir noktasında, yukarıda paragrafta dikkat çektiğim, soruna da değinerek, Banka sektöründe yabancıların olması büyük sorun değil, ama bu bankacılık ölçütleriyle hareket etmeye ve yerli şirketleri ele geçirmeye başlarlarsa büyük sorun olur dedi (elimde kayıt olmadığı için aklımdan aktardım).
Bir ülkenin bir de cari açık sorunu varsa, diğer bir değişle, döviz yaratma kapasitesi zayıfsa, ihracatı, ithalat, taze döviz girişine bağımlıysa… tehlike giderek büyümeye başlıyor. Buna bir de siyasi/jeopolitik risk faktörünü ekleyiniz…
2007 “ilginç” bir yıl olacağa benziyor. En azından Türkiye açısından…
By Mark Gilbert
Jan. 4 (Bloomberg) -- The world's major central banks have stopped worrying about deflation and set about cranking interest rates as high as they dare. Policy makers trying to squeeze inflation, albeit nascent, out of the financial system risk sucking the life out of the global economy.
The cumulative effect of monetary policy changes in the U.S., Europe, the U.K. and Japan has been to drive the global cost of borrowing to its highest level in more than five years…
Mark Gilbert’in yorumu, gelişmekte (yükselmekte falan filan…) ülkelerin piyasaları açısından iyi bir haber değil. Bu ülkelerde yatırımcılar 2003’den bu yana tarihin en büyük parasal genişlemesi üzerinde oluşan “carry trade” sayesinden (düşük faizli dövizle kredi alıp yüksek faizli dövizle kredi vermek) büyük karlar yaptılar. Böylece kredi hacmi genişledi, tüketim (tüketici kredileri, kredi kartları…) körüklendi, böylece talep ayakta kalabildi kimi ekonomiler büyüme taklidi yapabildi.
Bu arada özel sektör dış borçları (döviz pozisyonları) gittikçe büyüdü. Türkiye’de kaba hesaplarla 110 milyar doları geçti. Bu arada uluslararası bankacılık kuralları, ölçütleri devreye giriyor, yerli Bankaları yabancılar satın alıyordu. Eğer bu boğazına kadar borçlu şirketlerin kredi verilebilirliklerini, aldıkları borçların kalitesini ölçmek için uluslararası kriterler uygulanmaya başlanırsa, çoğunun aldıkları borçların altından kalkamayacağı ortaya çıkabilir.
Geçenlerde ODTU Mezunları Derneğinin düzenlediği bir paneldeydik. Ben mali piyasaların evrimini anlattım. Oktar Türel Hocamız, 1980 sonrasında Türkiye'de bankacılığının yapısal dönüşümü ve "Yeniden kurallaştırma üzerine bir sunuş yaptı. T.C Hazine Müsteşarlığı Eski Hazine Müsteşar Yardımcısı, Danışmanı, Sn Hakan OZYILDIZ - Türkiye'de sermaye birikimi, finansal yeniden yapılanma ve yabancı sermaye - "Yabancılaşma" konusu üzerinde durdu. Öz yıldız, konuşmasının bir noktasında, yukarıda paragrafta dikkat çektiğim, soruna da değinerek, Banka sektöründe yabancıların olması büyük sorun değil, ama bu bankacılık ölçütleriyle hareket etmeye ve yerli şirketleri ele geçirmeye başlarlarsa büyük sorun olur dedi (elimde kayıt olmadığı için aklımdan aktardım).
Bir ülkenin bir de cari açık sorunu varsa, diğer bir değişle, döviz yaratma kapasitesi zayıfsa, ihracatı, ithalat, taze döviz girişine bağımlıysa… tehlike giderek büyümeye başlıyor. Buna bir de siyasi/jeopolitik risk faktörünü ekleyiniz…
2007 “ilginç” bir yıl olacağa benziyor. En azından Türkiye açısından…
Monday, January 01, 2007
2007 yılında, ABD Irak’ta...
Başkan Bush yılbaşı mesajında, “2007 yılında da, ABD Irak’ta hiç bir kararsızlığa düşmeden savaşmaya devam edecek” dedi ve ekledi “yeni yılda özgür ve birleşik bir Irak için mücadele etmeye devam edeceğiz”.
Artık ne Irak’ın birliğini korumak ne de özgür bir Irak yaratmak olanaklı. ABD işgali bu olasılığı tümüyle ortadan kaldırdı. Bush’un durumun hiç farkında olmayan bir salak olabileceğine ilişkin bir olasılığı bir kenara bırakırsak ister istemez şu soruyu sormak durumundayız: Öyleyse Bush’un bu sözleri aslında ne anlama geliyor?
İki bilgiyi birleştirelim. Birincisi, Prof. Joseph Stiglitz ve Prof Linda Bimes’ın çalışmaları, Irak savaşının ABD’ye mali faturasının 2.3 trilyon dolara ulaşacağını gösteriyor. Bu fatura savaşın Irak halkına maliyetini, diğer bir değişle Irak’ta bir yeniden inşa süreci içermiyor. İkincisi, ABD medyasında oluşmuş genel kanıya göre, Bush, önümüzdeki haftalarda Irak’a ek 20,000 ila 30,000 asker gönderileceğini, genelde ordunun personel ve gereç kapasitesinin arttırılacağını açıklayacak. Diğer bir değişle ABD Irak’taki varlığını büyütecek, halen 550 milyar dolara ulaşan savunma harcamaları daha da artacak.
Bu iki bilginin ışığında bakarsak Bush’un demeci, ABD’nin Irakta kalmaya kararlı olduğunu, yeni savunma stratejisiyle birlikte gündeme gelen “uzun savaş” projesinin geçerliliğini koruduğunu gösteriyor. Bu “uzun savaş”, belli bir düşmana karşı değil, gelecekte ortaya çıkabilecek düşmanların olası tehdit kapasitelerine karşı bir hazırlığı ön görüyordu. Diğer bir değişle bir "sürekli militarizmi?" Bu “sürekli militarizmin” ise Başkan Eisenhower’in, “yönetimde etkili olmasına asla izin vermemek gerekir” dediği ve “sürekli silahlanma sanayii” olarak niteleyip “Askeri sınai kompleks” dediği çıkar grupları için bitmek tükenmez projeler, birbirini izleyen kontratlar ve devasa bir kar kapısı demek.
Askeri sınai kompleks için esas önemli olan petrol değil. Olsaydı, Irak’ta petrol kuyularını korumak için gerekli yatırım ve yığınak yapılır, petrol çıkartılamaya başlanırdı. Petrol önemli ama, belli bir maliyet sınırı içinde. Esas olan savaşın sürmesi, çatışmaların genişlemesi ve savunma harcamalarının artması. Bu açıdan bakınca, 2007’de tünelin ucunda görülebilecek bir ışığın, birleşik ve özgür bir Irak’a ilişkin değil de, aksine, İran’da patlayan bombalardan kaynaklanacak olan bir ışık olacağını düşünebiliriz.
Artık ne Irak’ın birliğini korumak ne de özgür bir Irak yaratmak olanaklı. ABD işgali bu olasılığı tümüyle ortadan kaldırdı. Bush’un durumun hiç farkında olmayan bir salak olabileceğine ilişkin bir olasılığı bir kenara bırakırsak ister istemez şu soruyu sormak durumundayız: Öyleyse Bush’un bu sözleri aslında ne anlama geliyor?
İki bilgiyi birleştirelim. Birincisi, Prof. Joseph Stiglitz ve Prof Linda Bimes’ın çalışmaları, Irak savaşının ABD’ye mali faturasının 2.3 trilyon dolara ulaşacağını gösteriyor. Bu fatura savaşın Irak halkına maliyetini, diğer bir değişle Irak’ta bir yeniden inşa süreci içermiyor. İkincisi, ABD medyasında oluşmuş genel kanıya göre, Bush, önümüzdeki haftalarda Irak’a ek 20,000 ila 30,000 asker gönderileceğini, genelde ordunun personel ve gereç kapasitesinin arttırılacağını açıklayacak. Diğer bir değişle ABD Irak’taki varlığını büyütecek, halen 550 milyar dolara ulaşan savunma harcamaları daha da artacak.
Bu iki bilginin ışığında bakarsak Bush’un demeci, ABD’nin Irakta kalmaya kararlı olduğunu, yeni savunma stratejisiyle birlikte gündeme gelen “uzun savaş” projesinin geçerliliğini koruduğunu gösteriyor. Bu “uzun savaş”, belli bir düşmana karşı değil, gelecekte ortaya çıkabilecek düşmanların olası tehdit kapasitelerine karşı bir hazırlığı ön görüyordu. Diğer bir değişle bir "sürekli militarizmi?" Bu “sürekli militarizmin” ise Başkan Eisenhower’in, “yönetimde etkili olmasına asla izin vermemek gerekir” dediği ve “sürekli silahlanma sanayii” olarak niteleyip “Askeri sınai kompleks” dediği çıkar grupları için bitmek tükenmez projeler, birbirini izleyen kontratlar ve devasa bir kar kapısı demek.
Askeri sınai kompleks için esas önemli olan petrol değil. Olsaydı, Irak’ta petrol kuyularını korumak için gerekli yatırım ve yığınak yapılır, petrol çıkartılamaya başlanırdı. Petrol önemli ama, belli bir maliyet sınırı içinde. Esas olan savaşın sürmesi, çatışmaların genişlemesi ve savunma harcamalarının artması. Bu açıdan bakınca, 2007’de tünelin ucunda görülebilecek bir ışığın, birleşik ve özgür bir Irak’a ilişkin değil de, aksine, İran’da patlayan bombalardan kaynaklanacak olan bir ışık olacağını düşünebiliriz.
2007’ye girerken: Çözümün değil, artık sorunun bir parçası hem de en büyük parçası...
2007 yılında, 2006’da dünya gündemine damgasını vuran en önemli sorunlar üstelik de ağırlaşarak gündemde kalmaya devam edecek. Bir çok önemli sorun var ve hemen hepsi de ABD ile ilgili. Dünya ekonomisinde, sorun çözücü olması gereken hegemonyacı ülke artık çözümlerin değil sorunların bir parçası. Bu yüzden Financial Times’ın vurguladığı gibi dünyada kocaman bir boşluk oluştu, liderlik boşluğu. Bakalım kapitalizm bu kez şapkadan ne çıkaracak, “sevimli” bir Tavşan mı yoksa iğrenç bir yılan mı? Şapkadan çıkacak olan şeyin ucunu 2007 yılında görmeye başlayabiliriz!
Dünya ekonomisinde, ABD’de başlayan ekonomik yavaşlamanın, dünya ekonomisi üzerindeki etkileri gündemi meşgul edecek: Dünya ekonomisi resesyona girer mi? Girerse bu 2008’e sarkar mı? Tabii bir de halen dünyada rezerv para olan ABD dolarının değeri ve artık üzerine hemen herkesin anlaştığı düşme eğimi var. Nereye kadar ve ne hızda? Yine bu bağlama mali piyasalarda, her türlü tarihsel ölçüyü aşarak dünya toplam hasılasının %777’sine ulaşan faiz-kredi türevleri köpüğünün gündeme gelmesini de bekleyebiliriz. Eğer bu köpük patlarsa, resesyon olasılığı tartışmalarının yerini depresyon tartışmaları alacak.
Petrol fiyatını da bu çerçevenin içine almak gerekiyor. Eğer ekonomik yavaşlamaya paralel olarak petrolün fiyatında kayda değer bir gerileme olursa sorun yok. Yok olmazsa o zaman “Peak oil” tartışmasına geri dönüp, dünya petrol rezervlerinde zirve noktasını geçtiğimizi savunan görüşlere daha bir kulak vermek gerekecek.
Uluslararası ilişkilerde de en önemli gündem maddeleri ABD ile ilgili. Birincisi yılın başında Bush’un yapacağı konuşmaya bağlı olarak Irak politikası. Burada hedef tahtasında Sadr Milisleri olduğu anlaşılıyor. Suudi Arabistan’ın da ABD’den yana devreye girmesi olasılığı oldukça güçlü. Bu olasılık geçekleşirse gündemin ikinci önemli maddesi, Iran - ABD/İsrail gerginliği de yeni bir platoya sıçrayacak. Burada da artık İran’a yönelik bir askeri saldırı olasılığı iyice güçlenecek. Bu saldırı gerçekleşirse, Ortadoğu’da, Türkiye ve Suriye’yi de içine çekecek bir kasırgadan kaçınmak olanaklı değil. Bir diğer güçlü olasılık da, böyle bir saldırının Çin-Rusya arasında başlamış olan yakınlaşmayı güçlendirerek, dünya jeopolitiğinde yeni bir fay hattı oluşturmasıyla ilgili. Bu gerçekleşmeye başlarsa, Avrupa tarafını seçmekte zorlanacak, AB ülkeleri arasında farklı tutumlar sergilenecek ve belki de AB süreci yeni bir darbe daha alacak.
2007 yılında Çin ve Hindistan yükselmeye devam edecek. Çin’in Latin Amerika ve Afrika bağlantıları güçlenirken, Hindistan’ın da teknoloji, stratejik sanayi ürünleri üretimi alanındaki yükselişi hızlanacak.. Lübnan’ın bir savaşa daha sahne olması, Filistin sorunun da çözülmeden kanser olmaya devam etmesi çok güçlü iki olasılık.
Küresel ısınma, 2007’de gündemi meşgul edecek çok önemli, belki de orta dönem acısından en önemli, bir sorun. Ancak burada da dünyada sera gazlarının %26’sını üreten ABD’nin somut bir adım atmaması halinde bir ilerleme kaydetmek olanaksız. ABD de bu adımı atacak gibi görünmüyorevrax
Dünya ekonomisinde, ABD’de başlayan ekonomik yavaşlamanın, dünya ekonomisi üzerindeki etkileri gündemi meşgul edecek: Dünya ekonomisi resesyona girer mi? Girerse bu 2008’e sarkar mı? Tabii bir de halen dünyada rezerv para olan ABD dolarının değeri ve artık üzerine hemen herkesin anlaştığı düşme eğimi var. Nereye kadar ve ne hızda? Yine bu bağlama mali piyasalarda, her türlü tarihsel ölçüyü aşarak dünya toplam hasılasının %777’sine ulaşan faiz-kredi türevleri köpüğünün gündeme gelmesini de bekleyebiliriz. Eğer bu köpük patlarsa, resesyon olasılığı tartışmalarının yerini depresyon tartışmaları alacak.
Petrol fiyatını da bu çerçevenin içine almak gerekiyor. Eğer ekonomik yavaşlamaya paralel olarak petrolün fiyatında kayda değer bir gerileme olursa sorun yok. Yok olmazsa o zaman “Peak oil” tartışmasına geri dönüp, dünya petrol rezervlerinde zirve noktasını geçtiğimizi savunan görüşlere daha bir kulak vermek gerekecek.
Uluslararası ilişkilerde de en önemli gündem maddeleri ABD ile ilgili. Birincisi yılın başında Bush’un yapacağı konuşmaya bağlı olarak Irak politikası. Burada hedef tahtasında Sadr Milisleri olduğu anlaşılıyor. Suudi Arabistan’ın da ABD’den yana devreye girmesi olasılığı oldukça güçlü. Bu olasılık geçekleşirse gündemin ikinci önemli maddesi, Iran - ABD/İsrail gerginliği de yeni bir platoya sıçrayacak. Burada da artık İran’a yönelik bir askeri saldırı olasılığı iyice güçlenecek. Bu saldırı gerçekleşirse, Ortadoğu’da, Türkiye ve Suriye’yi de içine çekecek bir kasırgadan kaçınmak olanaklı değil. Bir diğer güçlü olasılık da, böyle bir saldırının Çin-Rusya arasında başlamış olan yakınlaşmayı güçlendirerek, dünya jeopolitiğinde yeni bir fay hattı oluşturmasıyla ilgili. Bu gerçekleşmeye başlarsa, Avrupa tarafını seçmekte zorlanacak, AB ülkeleri arasında farklı tutumlar sergilenecek ve belki de AB süreci yeni bir darbe daha alacak.
2007 yılında Çin ve Hindistan yükselmeye devam edecek. Çin’in Latin Amerika ve Afrika bağlantıları güçlenirken, Hindistan’ın da teknoloji, stratejik sanayi ürünleri üretimi alanındaki yükselişi hızlanacak.. Lübnan’ın bir savaşa daha sahne olması, Filistin sorunun da çözülmeden kanser olmaya devam etmesi çok güçlü iki olasılık.
Küresel ısınma, 2007’de gündemi meşgul edecek çok önemli, belki de orta dönem acısından en önemli, bir sorun. Ancak burada da dünyada sera gazlarının %26’sını üreten ABD’nin somut bir adım atmaması halinde bir ilerleme kaydetmek olanaksız. ABD de bu adımı atacak gibi görünmüyorevrax
Subscribe to:
Posts (Atom)