Monday, October 22, 2012

Neoliberalizm ve Şiddet -I-

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=373252

Geçen hafta Azerbaycan Devlet Ekonomi Üniversitesi’nin Eurasian Forum ile birlikte düzenlediği World Economic Paradigm: Market and Beyond forumuna katılmak üzere Bakû’daydım. Pazartesi ve çarşamba yazılarımda bu forumda sunduğum “Neoliberalizm ve Şiddet” başlıklı tebliğin bir özetini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Neoliberalizmin, anlamını ve tarihsel köklerini hepimiz biliyoruz. Neoliberalizmle “şiddet-violence” arasındaki ilişki ise yeterince ilgi çekmemiş bir konu. Bunda neoliberalizmin özgürleşme, bir şiddet aracı olan devletin müdahalesinden kurtulma anlamına geldiğine ilişkin varsayımın da önemli bir etkisi oldu.
Yine de neoliberalizmle şiddet arasındaki ilişki üzerinde düşünmeye olanak veren önemli çalışmalar var. Bu bağlamda, Michel Foucault, David Harvey, Boltanski ve Chiapollo, Johanna Oksala, Simon Springer, Wolfgang Steech, William Davies, Slavoj Zizek’in isimlerini anabiliriz. Ben de zaten sunuşumu bu yazarların çalışmalarına dayandırıyorum. Doğrudan kaynaklandırma işini, bu sunuşu izleyecek ayrıntılı makaleye bırakıyorum.
(...)
Yazının devamı için bağlantıyı "tık"layınız...


Monday, October 15, 2012

Chavez ‘Olayı’

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=371578

Chavez 14 yıldır iktidarda; katılımın yüzde 80 düzeyinde gerçekleştiği genel seçimlerde yüzde 55 oy aldı, rakibine 10 puan fark attı, yeniden altı yıl için devlet başkanı seçildi.

Bu seçim sonuçları, bir taraftan, Chavezin bir otokratolduğunda hâlâ ısrar eden Batının demokrasi anlayışının, daha önemlisi liberalkavramının hakikatini ortaya çıkardı. Diğer taraftan, neoliberal modelin dışında farklı yönetim modellerinin de olabileceğini gösterdi.

‘Seçilmiş otokrat
En iyisi, tartışmaya, çapsız muhafazakârların hezeyanlarından, sol liberallerinsalaklıklarından değil de seçim sonuçlarından düş kırıklığına uğramakla birlikte durumu bütünüyle kavrayan, iş çevrelerinin yorumcularından başlamak.

Bu bağlam karşılaştığım en ilginç örnek, Clive Crookun finansal analiz sitesi Bloombergde,Chavez kazandı, seçilmiş otokrat oxymoron (ilkyarısı ikinci yarısıyla çelişen önerme - E.Y) değilbaşlıklı yazısıydı.

Crooka göre, seçimlerde hile yapılmadı; Venezüella halkının Chavezi istediğinden de şüphe edilemez. Bu anlamda Venezüellada demokrasinin tüm koşulları yerine geldi. Crook, En iyisi Venezüellanın bir demokrasi olduğunu ama demokrasinin yeterli olmadığını kabul etmek diyor.

Crook, Chaveze yönelik devlet harcamalarıyla halkın oyunu satın aldı eleştirisine karşı, “Gerçek demokrasilerde seçmenin oyu satın alınmaz, iktidarın avantajları kullanılmaz diye başlarsanız, bu kurallara uyan devlet bulamazsınız. Gidin ABD seçim kampanyasında harcanan paralara bakın; sonuçlar açıklandıktan bir ay sonra da kaybedenlere seçimlere hile karışıp karışmadığını sorun diyor. 

İşçi sınıfını aşağılamak için üretilen kavramlar üzerine yazdığıChavs kitabıyla dikkat çeken Owen Jones da, seçimleri izlemek için gittiği Venezüelladan bildirirken, Düzenli olarak Chaveze saldıran özel medya şirketleri toplam izleyicinin yüzde 90ına ulaşıyor. Chavez karşıtı propaganda posterleri hemen her yerde görülüyor. Chavezin muhalefeti bile onun Venezüella tarihinde yoksullarla ilgilenen ilk devlet başkanı olduğunu kabul ediyor... Chavez 1998de ilk kez devlet başkan seçildiğinde yüzde 25 düzeyinde olan aşırı yoksulluk bugün yüzde 8.6a gerilemiş... Petrol ihracatı da 14.4 milyar dolardan 60 milyar dolara yükselmiş diyor. (The Independent. 08/10/2010) 

2002’de ABD destekli darbe girişimine ortak olan meta kuruluşları ve siyasetçiler hâlâ ortada ve etkin. Chavezin rakbi Capriles de bunlardan biri. Ortada özel sektöreyönelik bir devletleştirme saldırısı da yok. Bunlar zenginleşmeye, Chavez karşı propaganda yapmaya devam ediyorlar. Diğer bir değişle Chavez muhalefeti bastırmaya çalışmıyor. Darbe girişiminin halkın sokaklara dökülmesiyle engellenmiş olması ona yetiyor. Chavez anayasa önerisi reddedilince de krizlere girmeden sonucu kabul ediyor. Kısacası burjuva demokrasisinin kurallarına, fazlasıyla uyuyor.
Tüm bunlara karşı Crooka diyor ki: İlliberal demokrasi oxymoron değil.Ama demek ki demokrasi yeterli değil.Belli ki, bir ülkede seçimlerin, serbestçe hile karıştırılmadan yapılıyor, hükümetlerin seçmenin arzularını yerine getiriyor, rakiplerini darbeci bile olsalar susturmuyor olması, onu liberal demokrasi yapmaya yetmiyor. Aksine bu ülkenin rejimine illiberal demokrasi, seçilen liderine de otokratsıfatı yapıştırılabiliyor. 

Bugaripduruma, biraz dikkatle bakınca esas sorunun,demokrasinin yeterli olmamasından değil, kurallarına fazlasıyla uymaktan, demokrasi fantezisini ciddiye almaktan kaynaklandığı görülüyor. Ciddiye alınarak uygulanan gerçekleştirilen bu demokrasi fanteziside, tüm fanteziler gibi onu üretenler açısından kabul edilemez sonuçlar yaratmaya başlıyor. Venezüelladakiilliberal demokrasi ileliberal demokrasiarasındaki fark da liberal kavramının hakikatini ortaya koyuyor. 

Liberalizmin müstehcen ‘hakikati’
Chavez, kendisini seçen halkın, seçmenin taleplerine cevap veriyor, ona hizmet ediyor, devlet kaynaklarını onların yaşam koşullarını iyileştirmekte, toplum konseyleri, yerel planlama konseylerigibi yapılarla, okuma yazma programlarıyla örgütlenmesini, kültür düzeyini yükseltmekte,durumunu anlamasınıkolaylaştırmakta kullanıyor. 

Chavez iktidara geldiğinden bu yana üniversiteye gidenlerin sayısı yüzde 100den fazla artıyor, milyonlarca insan bedava sağlık hizmetine kavuşuyor, devletten emekli maaşı almaya hak kazananların sayısı dört kat artıyor. (The New York Times, 09/10/2012) Eylem, gevezelikten daha etkindir varsayımıyla, basına, TV kanallarına dokunmuyor, reformprogramlarına devam ediyor. Chavez yönetimi, kendi başının çaresine bakacak kaynaklara sahip kapitalist sınıfla ilgilenmiyor. Chavez, belki ekonomiyi kapitalist ölçütlere göre iyi yönetemiyor, ama batırmamayı başararak halkın refahını yükseltmeye devam ediyor; uluslararası mali sermayenin kapitalizmin çıkarlarına, onları tümüyle reddetmese bile öncelik vermiyor. 

Bunu yaparken ülke kaynaklarının, halkın seçtiği ve desteklediği, Chavezde cisimleşen Bolivarcı akımın denetiminde kalmasına dikkat ediyor. The Guardiandan Seumas Miless göre, Seçimler sırasında hangi oy sandığına gitseniz Chavezi kimin desteklediğini hemen görüyorsunuz: Yoksullar, beyaz derili olmayanlar, gençler, engelliler, kısaca toplumun ayrıcalıklı olmayan çoğunluğu. (09/10/2012)

Chavez dış politikada da Latin Amarikadaki Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Küba, Arjantin gibi rejimlerin yanı sıra dünyada ABD ve Batının hedefi olan, Kaddafi Libya, İran, Suriye gibi rejimleri destekliyor. Ama Batı da, Suudi Krallığı, Körfez Emirlikleri gibi son derecede baskıcı rejimleri desteklemiyor mu? Bu nedenlerden olacak, Venezüella modelinin alternatifi olarak sunulan Breziya modelininmimari Lula bile, Chavezin zaferi yalnızca Venezüella halkını değili tüm Latin Amerika halkının zaferidir diyor.

Chavezin rakibi, liberal demokrasinin adayı, Capriles ise dış politikada daha pragmatik, Batı yanlısı bir çizgiye dönmeyi, ülkenin petrol endüstrisini ve ekonomiyi yabancı sermayeye açmayı vaat ediyordu. Dünya Bankası başkanı Zoellick, seçimlerden önce, Chavezin sonu geldi diyordu, Barclays Bankası, açıkça Caprilesi destekliyordu. Bu nedenle, Chavez seçim sonrası yaptığı konuşmada Biz yalnızca Caprilesi değil, uluslararası bir koalisyonu yendik diyor, seçmenlere ABD ve Avrupadan 500 bin mesaj gönderildi, kimde bu kadar para var diye soruyordu.

Tüm bunlar şu anlama geliyor: Liberalizm, liberallerin iddialarının aksine, halkın talepleriyle, halkın iradesiylehalk için halkla birlikte ve halk adına ilkesiyle ilgili bir rejim değildir. Liberalizm, özgürlüklerden, ufak bir azınlığın, yönetme, servet yapma, toplumun geri kalanını baskı altına alma, hor görme özgürlüğünü anlar. Liberalizm demokrasiden, seçimlerde halkın bu azınlığın özgürlüğünüdestekler yönde oy vermesini anlar. Liberalizmin müstehcen hakikati işte budur

Haftaya liberalizmin nasılşiddet, mutsuzluk üreten bir rejim olduğuna ilişkin kimi tespitleri aktaracağım.

Tuesday, October 02, 2012

Avrupa’da yaz bitti

1 Ekim 2012 Cumhuriyet


Dünya ekonomisinden olumsuz veriler gelmeye devam ederken Avrupa’nın Güney ülkelerinde yaz rehaveti bitti, sokaklar, meydanlar yeniden protesto gösterileriyle, genel grevlerle, polisle çatışan kalabalıklarla doldu.
AB’nin Kuzey (zengin) ülkelerinin de krizinin yükünü paylaşmaya hala niyetli olmadığı görülüyor. Bu da, piyasa ekonomistlerinin bir türlü anlamadığı, ama AB projesine içkin olan bir “paradoksu” bir kez daha gözler önüne seriyor.

Piyasalar yine sallandı

Çarşamba günü Reuters’den Pedro da Costa,  Philadelphia Merkez Bankası’nın yayımladığı, kimi zaman gözden kaçan ama, önemli bir indekse dikkat çekti. Kamu sektörü istihdam ve ücret düzeyini izleyen bu indeks Mayıs’ta 80’den, Ağustos’ta 24’e düşmüş.  Bu indeksin, geçmişte yaşanan en az beş resesyonda, resesyona ilişkin resmi açıklamalardan  üç ay önce 41 düzeyine düşmüş olduğu görülüyor. RBC Capital’dan ekonomist Top Purcell, “bugün bu düzeyi kesinlikle geçmiş bulunuyoruz” diyerek. ABD ekonomisinin “bir yavaşlamanın ötesinde resesyona düşüyor olmasından korktuğunu” söylüyormuş.
Cuma günü Bloomberg, ekonomik büyüme hızlarının Japonya ve Güney Kore’de düşmeye devam ettiğini aktarıyordu. Bu iki ülkede sanayi üretimi büyüme hızı beklenenin çok altında kalmış. Moody’s, J.P Morgan, Barclays Securities, BNP Paribas, Japon ekonomisinin üçüncü üç aylık dönemde negatif büyüme (resesyon) bekliyorlar. Japonya Maliye Bakanı Jun Azumi, ihracat ortamının çok istikrarsız olduğunu vurgularken, Toyota. Nissan ve Honda’nın Çin’deki üretimlerinin düşmekte olduğu görülüyor.
Bloomberg, Asya ülkelerinde üretim ve ihracatın, Çin ve Avrupa’daki ekonomik yavaşlamanın etkisiyle düşmeye başladığına, Japonya ile Çin arasında yaşanan gerginliğin de bu güvensizlik ortamını güçlendirdiğine dikkat çekiyor.
Bu koşullarda piyasaların geçen hafta, AB’de yeniden başlayan toplumsal hareketlerin de etkisiyle sarsılması olağandı. Çarşamba günü, FT, S&P 500, FT EURO 300, Nikkei, gibi borsaların indekslerinde ani, sert düşüşler yaşandı. Haftanın ikinci yarısındaki göreli bir toparlanmaya karşın indeksler hafta başındaki düzeylerinin gerisinde kaldılar.

“Halkın gücü”

Bir Financial Times yorumuna göre “Halkın gücü kemer sıkmaya karşı yükselen gürültüyü güçlendiriyor”. Financial Times’ın, İspanya’da yaşananlarla, Katalonya’daki ayrılıkçı hareketin etkileri bağlamına yaptığı bu saptama aslında, tüm AB “periferisi” için geçerli. Yalnızca İspanya’da değil, Yunanistan ve İtalya’da halk sokaklardaydı geçen hafta.
İspanya’da işsizlik oranı yüzde 25’in üzerinde, Merkez Bankası’nın açıklamasına göre resesyon hızla derinleşiyor, İspanya borçlanma oranı yeniden yüzde 6’nın üzerine çıktı. Ancak, İspanya hükümetini bu verilerden yalnızca sonuncusu, mali piyasaların yargısı ilgilendiriyor. Bu yüzden  hükümet 2013 bütçesiyle birlikte, yeni kesintilere gideceğini açıkladı. Bunların resesyonu daha da derinleştireceği, işsizliği daha da arttıracağı kesin. Hükümetin, kendilerini değil, yalnızca piyasaların sesini dinlemeye kararlı olduğunu gören halk da geçen hafta sokaklara döküldü. Madrid’de protestocular parlamentoya yürümeye, parlamentoyu işgal etmeye kalktı. Polis göstericileri, ancak plastik mermi, göz yaşartıcı gaz, cop kullanarak çok sayıda yaralı ve tutuklama pahasına durdurabildi.
Yunanistan hükümeti de yeni kesintilere gitmeye hazırlandığını açıklayınca bir genel grevle karşılaştı. Kamu ve  özel sektör işçileri birlikte iş bırakarak sokakları doldurdular. Sintagma meydanında Polisle göstericiler arasında sert çatışmalar yaşandı. Cuma günü sıra İtalyan işçi sınıfındaydı. Ülkenin en büyük iki konfederasyonu Roma’da büyük bir protesto gösterisi düzenlediler. Güney İtalya’da ILVA demir çelik kompleksinde de işçiler polisle çatışıyordu.
Ancak, ekonomik krizde, İspanya’da Katalonya ayrılık hareketi ve Yunanistan’da Altın Şafak partisindeki gibi, milliyetçi hatta faşist akımlar da güçlenebiliyor.
İspanya’nın zengin bölgesi, Katalan’da kapitalist sınıflar, bir taraftan merkezi hükümetten ek fonlar istiyorlar, diğer taraftan “ödediğimiz vergilerin karşılığını alamıyoruz” iddialarıyla ayrılıkçılığı kışkırtıyorlar. Financial Times’a konuşan bir Katalonya’lı üniversite öğrencisinin dikkat çektiği gibi “bunlar, Franco zamanında zenginleşen aileler. Franco öldüğünden bu yana kimlik siyaseti üzerinden para kazanıyor siyaset yapıyorlar”.

Yunanistan’da da ırkçı, milliyetçi-otoriter bir söylemi pervasızca yükselten, yabancılara karşı şiddet olayları düzenleyen, Hitler hayranı Altın Şafak partisinin toplumsal desteği artıyor. The Times’ın aktardığına göre geçen seçimlerde oyların yüzde 8.8’ini alan bu faşist partinin toplumsal desteği, son kamu oyu yoklamalarında yüzde 12’ye yükselmiş.

AB’nin temelindeki paradoks

AB’nin bir türlü sonu gelmeyen krizine ilişkin çeşitli önerilerin arasında sorunun temeline inmeye çalışan seslere de rastlanıyor. Bunlardan, Berkley’de Prof. Bradford DeLong (Project Syndicat 27/09/2012), Princetondan Andrew Moravcsik (Foreign Affaires May/june) çok haklı olarak, AB üyesi ülkeler arasındaki yapısal (örneğin, rekabet düzeyi) farkları krizin temelindeki en önemli etken olarak saptıyorlar.
Moravcsik, “Avro bu farkların zaman içinde ortadan kalkacağına ilişkin bir varsayımla, adeta kumar oynayarak başladı, ama beklenenler gerçekleşmedi diyor”.  Moravcsik, Maastricht anlaşmasından bu yana sürecin her aşamada Alman ekonomisinin gereksinimlerine göre şekillendiğine dikkat çekiyor.  Neticede, Ne çevre ülkelerin ekonomileri Almanya’nınkine benzedi ne de Almanya’nın tüketim eğilimi çevre ülkelerininkine...
DeLong,  Kuzey Avrupa’ya “beş yıl için yüzde iki ek enflasyon, daha yaygın toplumsal demokrasi ve refah devleti”, Güney Avrupa’ya da “daha düşük vergi oranları ve sosyal hizmetleri radikal kesintiler, işletmeleri rekabet gücünü arttıracak biçimde yeniden yapılandırma” bir anlamda Kuzey ve Güney arasında daha ileri bir ekonomik yakınsama (konverjans) öneriyor.
Gerçekten de dün AB projesinin başarıyla tamamlanması, bu gün de krizden çıkabilmesi için üye ülkelerin ekonomileri arasında giderek daha ileri bir yakınsamanın gerçekleşmesinin gerektiği varsayılıyordu.
Bugün Alman bankalarının sorunlu ülkelerden, örneğin İspanya’dan 140 milyar dolara varan alacaklarını, bu kredilerin zamanında tüketimi, Almanya’dan ithalatı finanse ettiğini, bankalara kar sağladığını anımsarsak ; “yakınsama”nın Alman ekonomisinin rekabet üstünlüğünü kaybetmesi  anlamına geleceğini görürsek,  “paradoksu” da görebiliriz. AB sürecinin tamamlanması “yakınsama” gerekiyor. Ama projenin merkez ülkelerinde örneğin Almanya’da sermayesinin çıkarları, fazla sermayenin ve üretimim buralara gönderilebilmesi (ihracat, finansal kredi yoluyla), buraların pazar olarak kullanılabilmesi açısından, ülkelerin ekonomileri arasındaki rekabet gücü farklılıkların korunmasını gerekli kılıyor. Gel de çık işin içinden.

Monday, October 01, 2012

Yeni Bir Finansal Kırılma Olasılığı

24 Eylül 2012 - Cumhuriyet
ABD ve AB merkez bankalarının yeni parasal genişleme önlemleriyle son ekonomik verileri bir araya koyunca, dünya ekonomisinin, 2008dekinden daha sert bir mali kırılmaya doğru ilerlediğini düşünmek olanaklı.

Hep aynı ‘hata’
ABD ve AB merkez bankalarının, 2008 yılının eylül ayında Lehman Brothersin batmasından bu yana izledikleri politikalara bakınca, insanın aklına Talleyrandın Bourbon hanedanı için söyledikleri geliyor: Hiçbir şey öğrenmemişler, hiçbir şey unutmamışlar. Bunlar 1930lardaki Büyük Bunalımdan, o zamandan bu yana en büyük finansal kırılma olan 2007/8 mali krizinden hiçbir şey öğrenmemiş, izlenen sakat politikaları da unutmamışlar. Kökleri üretim ve kârlılık sorunlarında yatan bir krizi, piyasalara para basarak, batık finansal kurumları kurtarmaya çalışarak aşmaya çalışıyorlar. Ama Büyük Buhran (pardon durgunluk diyecektim) geçen hafta gelen ekonomik verilerin de gösterdiği gibi hız kesmeden, hatta ağırlaşarak yoluna devam ediyor. 

Çin ile Japonya arasında yaşanmakta olan gerginliğe bakarak bu yolun nerelerden geçebileceği konusunda bir fikir edinebiliriz. Sakın siz de 1900lerin, Uluslararası entegrasyon... Asla savaş çıkmazyanılsamalarına kapılmayın. O kuşağa ne oldu anımsayın. Bir iki cümleyle geçiştirilemeyecek kadar önemli olan bu konuya tekrar döneceğim. 

Önceki hafta ABD ve AB merkez bankaları üçüncü kez parasal genişlemeye (Quantitative Easing- QE) gideceklerini açıkladılar. Fed ve AMB, yeniden bankaların elindeki batık borçları, bir sınır koymadan alarak karşılığında nakit vermeye başlıyorlar. Fed ayda 40 milyar dolar harcamaya, ekonomi toparlansa bile işsizlikte bir iyileşme olana kadar devam edecekmiş. AMB bono satın almaya başlıyor ama, ancak kurtarılmak için yardım isteyen ülkelerinkileri alacakmış - kaşıkla verip sapıyla çıkaracak anlaşılan.

Bu işlerden anlayan kimi ekonomistler, okulları farklı olsa da hiç umutlu değiller. Roubini, Romayı yakan Nerona atıfla Ateşin başında keman çalıyorlar diyor. Hutchinson, kötü yatırımlar tsunamisinden söz ediyor. Galbreight, Zombi bankaları ayakta tutacak diyor. Her üç ekonomist de büyümenin yapısal sorunlarına cevap vermeden, ekonomiye likidite basarak, bir sonuç alınamaz diyorlar. 

Hutchinson, Minskiye atıfla, Bankalar ancak krediyle para yaratabilirler, bunun için de kredi almaya istekli müşteriler gerekiyor. Bankalar da kredi vermeye değer projeler, riski dengeleyecek sağlam karşılıklar görmek isterler, bu koşullar yok diyor. QE3 bankaların elinde birikecek, oradan da yüksek riskli kötü yatırımlara gitmeye devam edecek. Bu var olan kredi balonunun üzerine, yenilerini ekleyecek. 

Market Watch analistlerinden Paul Farrel de cuma günü Seçimleri kim kazanırsa kazansın 2013 berbat bir yıl olacak diyen yorumunda, 2016 yılına kadar borsaların en az yüzde 20 değer kaybetmesine neden olacak 10 etkeni sıralarken 4. etken olarak Fed politikaları balonları şişirmeye devam ediyordedikten sonra ekonomist yatırımcı Marc Faberin haziranda yaptığı, Dünya büyük bir krize doğru gidiyor saptamasını anımsatıyordu. Farrele göre Fed “2008’den daha büyük, daha zehirli bir kredi balonu yaratıyor.

Tüm bunları, 2001’de başlayan resesyonu önlemek için yapılanları anımsayarak bağlayabiliriz. O zaman Fed başta olmak üzere merkez bankaları para musluklarını açtılar, piyasaların temizlenmesine, siyasi sonuçlarından çekinerek izin vermediler. O resesyon çabuk atlatıldı, ama sonuç 1000 trilyonluk kredi balonu ve 2007/8 mali kırılması oldu. Bu kez parasal genişleme yeni balonları”, ekonomik büyüme getiremeden yaratıyor. 

‘Büyük durgunluk’ derinleşiyor
Dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin, bir süredir yoğunlaşan yeniden yavaşlıyorsöylentileri geçen hafta biraz daha ete kemiğe büründü. Son veriler senkronize bir yavaşlamanın yayılmakta olduğunu gösteriyor.

Avrupa Birliği ekonomisi, geçen yılın 3. döneminden bu yana hiç iyileşme sergilememişti. AB komisyonu verileri bu yılın 2. döneminde yıllık olarak yüzde 0.7 gerilediğini gösteriyor. Sanayinin durumuna, ekonomik büyümenin geleceğine ışık tutan Satın Alma Müdürleri Endeksi de (SAME) AB bölgesinde bu yıl 3. dönem büyümenin (-2 düzeyine) gerileyeceğine işaret ediyor. SAMEnin 50nin altına inmesi resesyona işaret ediyor. ABde ağustos ayında 46.3 olan SAME eylül ortasında, AMB yeni parasal genişleme politikasını açıkladıktan sonra yapılan bir ankete göre 45.9a gerilemiş. SAME aynı dönemde Almanyada aynı kalmış, Fransadaysa, tarihsel olarak rekor bir düşüşle 44.1 olmuş. Bu veriler AB ekonomisinin resmi ölçütlere göre resesyonda olduğunu gösteriyor (Wall Street Journal, 20/09).

Bu sırada, ABD ekonomisinde sanayi sektörünün, son üç yılın en zayıf üç aylık döneminden geçtiği, işsizlik verilerinin beklenenden daha kötü bir sürece işaret ettiği görülüyor. SAME haziranda 54.2den eylülde 51.5e gerilemiş. (The Guardian 20/09). Çinde de 11 aydır sürekli gerilemekte olan SAME ağustos - eylül döneminde 47.8 de, daralma gösteren alanda kalmış. Çin ekonomisinin büyüme hızının bu yıl, 1999dan bu yana ilk kez yüzde 8in altına düşmesi bekleniyor.
Roubini, gelişmekte olan ülkelerde görülen yavaşlamanın, devresel, geçici değil, yapısal bir durum olduğunu düşünüyor, derinleşmesini bekliyor. Bu ülkeler ihracata dayalı büyüme modelinde ısrar ettiklerinden, merkez ülkelerdeki ekonomik daralmaya uyum gösteremiyorlar.

The Atlantic dergisinde yayımlanan Peter Boon, Simon Johnson imzalı bir araştırmaya göre, Avrupa krizi geçici bir durum değil, arkasından, bu kez Japonyadan kaynaklanan çok daha yıkıcı bir başka kriz gelecek. Japonya dünya ekonomisinin en borçlu ülkelerinden biri. Net devlet borçları GSMHnin yüzde 135.2si düzeyinde. ABde yalnızca Yunanistanın devlet borçları bu orana ulaşabiliyor. Devlet bütçesindeki harcamaların yarısı emekli maaşlarıyla faiz ödemelerine gidiyor. Bu sürdürülemez durumun, yazarlara göre bir aşamada krize dönüşmesi kaçınılmaz.

Bu ay başlayan Japonya-Çin gerginliğinin Japonyanın ihracatı, uluslararası şirketlerinin üretimleri üzerindeki olumsuz etkilerinin, gerginliğin savunma harcamalarına getireceği ek yükün bu süreci hızlandırması kaçınılmaz.

Özetle, sanırım dünya ekonomisinde kaçacak hiçbir yer kalmadı. Bir senkronize resesyon çıkmamasının neredeyse olanaksız denecek kadar zor olduğuna daha önce dikkat çekmiştim. Dünya ekonomisi, hâlâ bocalıyor ve batmaya devam ediyor...

Ortadoğu’da ‘Prag Mezarlığı’

17 Eylül 2012 - Cumhuriyet
Bingazide ABD Başkonsolosunun ve üç konsolosluk görevlisinin ölümüne yol açtıktan sonra hızla Kuzey Afrika ve Ortadoğuyu etkisi altına alan öfke dalgasını izlerken, aklıma Umberto Econun romanı Prag Mezarlığı geldi. Romanda bir uzman, halkları kışkırtmak, siyasi kriz, savaş çıkarmak isteyen istihbarat örgütlerine, provokasyonlarda, siyah bayrak operasyonlarında kullanılmak üzere orijinal sahte/taklit belge üretiyordu. Bizim karşımızda da orijinal sahte şeyler var.

‘Orijinal sahte film’
Olaylar İslamın kutsalına hakaret eden bir filmin Youtubedaki klibine, 11 Eylülün yıldönümüne gelecek biçimde dikkat çekilmesiyle başladı. Öfkeli kalabalıklar, bu hakareti protesto etmek için sokaklara döküldüler. Protesto gösterileri ABD konsolosluklarına yöneldi, Libyada, gelen haberlere göre, silahlı bir Selefi grubun inisiyatifiyle, başkonsolos dahil dört kişinin ölümüne yol açan bir silahlı saldırıya dönüştü. 

Mısırda da eylemlere Selefilerin Nur ve El Asala partilerinin önderlik ettiği görülüyordu. Yemende ABD konsolosluğu saldırıya uğradı. Tunustan Bangladeşe konsolosluklar muhasara altındaydı. Öfkeden Alman ve İngiliz konsoloslukları da payını aldı.

Perşembe günü olaylara yol açan film klibine ilişkin ilk bilgiler gelmeye başlayınca, karşımızda bir orijinal sahte filmmanzarası oluştu. 

Filmin, Sam Bacile/Basseley adındaki yapımcısına ulaşmak olanaklı olamıyordu. Associated Pressle konuşurken kendini, Kaliforniyalı bir Yahudi müteahhit olarak tanıtmıştı, ama içişleri bakanlığının kayıtlı müteahhitler listesinde adına rastlanmıyordu. Bazıİsrail kaynakları, hayır Yahudi değil, Mısırlı Kıpti Ortodoks Hıristiyan olabilir diyordu. Los Angeles Kıpti Başpiskoposu, cemaatinde böyle biri olmadığından emindi.

Bacile, APye filmin 5 milyon dolara mal olduğunu, adı açıklanmayan 100 zengin Musevi (Econun romanında, Prag Mezarlığında toplanarak dünyayı ele geçirme planları yapan gizli örgüt üyeleri gibi) tarafından finanse edildiğini açıklamıştı. Ama film endüstrisinde bu adamın adını bilen yoktu. Filmde oynatılan aktörlerin konuşmalarının çok amatör bir dublajla değiştirildiği anlaşılıyordu. Aktörler, aldatıldıklarını iddia ediyorlardı; Çöl Savaşçısıbaşlıklı bir filmde oynayacakları söylenmiş. Film George adlı romantik ama acımasız bir despotun yaşamını konu edinecekti...

Filme danışmanlık yaptığını iddia eden Steve Klein adlı biri, Filmin adını başlangıçta Bin Ladinin Masumiyeti koyacaktık, amaç El Kaide taraftarlarının filme gelmesini sağlamaktı, yalnızca Los Angelesta gösterecektik diyormuş, kendini sıradan bir James Bondolarak tanımlıyormuş.
Derken İsrailli yetkililer Bacile adlı bir Museviye kayıtlarında rastladıklarını açıkladılar, bir de telefon numarası vardı. Telefon kesikti, ama adreste Nakoula Basseley Nakoula adlı bir adam kayıtlıydı. Nakoulayı da bulmak olanaklı olamıyordu. Eve bir kez daha giden gazetecilere, bu kez orada o isimde kimsenin olmadığı söyleniyordu. Associated Press muhabiri Los Angelesta bir adreste Nakoulayı buluyordu. Adam, filmi yapan şirketi yönettiğini, Kıpti Hıristiyan olduğunu açıklıyor ama, kendisinin Sam Bacile olmadığını savunuyordu. Cumartesi günü tutuklandığını öğrendik.

Basın, klibin varlığını, Morris Sadık isimli birinin Kuran yakarak ün kazanan papaz Terry Jonesın 11 Eylül vesilesiyle düzenlediği olayı haber veren mesajına eklenmiş Youtube linkinden öğrenmişti.
Özetle karşımızda, kimliği belirsiz bir yapımcının, olmayan bir filmine ait bir klip var. Bu orijinal sahte klip, ABDnin Libya Konsolosunun ölümüyle, Mısırdaki ve genelde Ortadoğudaki gelişmelerle, hatta Suriye olayıyla ne bağlamda ilişkili? Bu klibi kim ne amaçla üretti, kimler ne amaçla kullanıyorlar? Bu saldırı sırasında konsolosluktaki kimi, Libyalı ABD ajanlarının isimlerini, gizli evlerin adreslerini içeren hassas belgelerin kaybolması ne anlama geliyor? Olaylar, ABDnin bölgeden çıkışını hızlandıracak mı? Yoksa yeni savaşlara mı yol açacak? Bu soruların cevapları istihbarat örgütlerinin Prag Mezarlığıromanında anlatılan karanlık dünyasına ait. 

‘Libya’da demokrasi’
Libyada kurulmakta olduğu iddia edilen bu demokrasiyide hemen orijinal sahte şeylerlistesine ekleyebiliriz. 

Bu demokrasi orijinal, çünkü benzeri yok. Eğer NATO güçleri müdahale etmeseydi, Selefi akımların gelmesine olanak sağlanmasaydı, El Kaide kadroları bizzat NATO gemileriyle Libyaya taşınmasaydı, Bingazideki isyancıların Kaddafi rejimi karşısında bir iki haftadan fazla dayanma şansı yoktu. Havadan koruma sunacağız diye başlayan NATO operasyonu kısa sürede Kaddafi güçlerini imha operasyonuna dönüştü. Rejim sonunda dağıldı, Kaddafi yakalandığında tutuklanmak, yargılanmak yerine, hunharca tecavüz edilerek öldürüldü, üstelik bu olayın klibi Youtube da kondu. Bu sırada, Madam Clinton kameraların önünde sevinçlegeldik, gördük, öldüdiyordu. Yine bu sırada silahlı yerel çeteler, Selefi grupları, bugün hâlâ azalmadan sürmekte olan ganimet paylaşma savaşına girişiyorlardı. Libyada demokrasi, işte böyle, hiçbir demokratik aktör, güç, ideoloji, kültür, bu kültürü yaratacak, sürdürecek kurumlar olmadan, kısacası hiç yoktankuruluyordu. Kaddafi döneminde kurulmuş eğitim, sağlık, sosyal sigortalar, temel mallar üreten devlet işletmelerini yıkarak, ekonomiyi üzerinde yaşayanlara aldırmadan hoyratça piyasaya açarak... 

Geçenlerde, bu havaya kapılıp bir Libya bankasına birkaç yüz milyon dolar akreditif açmış bir banka müdürü parasını alamamaktan, almak için başvuracak yasal merci bulamamaktan yakınıyordu. Belli ki piyasa da çalışmıyordu.

Bu demokrasiçok orijinaldi ama kaçınılmaz olarak da sahteydi. Libyanın yeni yasaları sivil haklara, vatandaşlık ilkesine değil dini ilkelere dayanıyor. Kadınlar aniden Kaddafi döneminde zaten sınırlı olan haklarını da kaybetmenin travmasını yaşıyor. Televizyonda, bir mühendis kadın, şimdilerde para kazanmak için evlere temizliğe gittiğini söylüyordu. Kamusal alanlar hızla kadınlara kapanıyordu. Siyasi partiler de orijinal sahte şeyler. Birey oyunu aşiretine göre veriyor, ama genel seçimler oldu diye Libyaya demokrasigeldi deniyor.

ABD ve Batı, Ortadoğu ve Kuzey Afrikada başlayan devrimci patlamaya, işte bu orijinal sahte/kopya demokrasiyikurmak için elini soktu. Bu müdahalenin, aniden hızlanan orijinal sahte belgeüretme çabalarının arkasında ya gerçekten demokratik işler olmaya, halk devlete ulaşmaya başlarsakorkusu yatıyordu.

Nereye doğru gideceği belli olmayan devrimci demokratik gelişmeler yerine, ılımlı İslamolsundu,
Müslüman Kardeşler olsundu, ekonomiyi açık tuttukları sürece ne sorun var ki? Evet, Müslüman Kardeşler, belki IMF zoruyla filan serbest piyasadisiplinini kabul etmeye hazır olabilirlerdi, ama arkadan Selefi akımlar geliyordu, piyasa umurlarında değildi bunların. Mursi gibi siyasetçiler hep arkalarını kollamak durumundaydı artık, kafalarını koruyabilmek için.