http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=373252
Geçen hafta Azerbaycan Devlet Ekonomi Üniversitesi’nin Eurasian Forum ile birlikte düzenlediği World Economic Paradigm: Market and Beyond forumuna katılmak üzere Bakû’daydım. Pazartesi ve çarşamba yazılarımda bu forumda sunduğum “Neoliberalizm ve Şiddet” başlıklı tebliğin bir özetini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Neoliberalizmin, anlamını ve tarihsel köklerini hepimiz biliyoruz. Neoliberalizmle “şiddet-violence” arasındaki ilişki ise yeterince ilgi çekmemiş bir konu. Bunda neoliberalizmin özgürleşme, bir şiddet aracı olan devletin müdahalesinden kurtulma anlamına geldiğine ilişkin varsayımın da önemli bir etkisi oldu.
Yine de neoliberalizmle şiddet arasındaki ilişki üzerinde düşünmeye olanak veren önemli çalışmalar var. Bu bağlamda, Michel Foucault, David Harvey, Boltanski ve Chiapollo, Johanna Oksala, Simon Springer, Wolfgang Steech, William Davies, Slavoj Zizek’in
isimlerini anabiliriz. Ben de zaten sunuşumu bu yazarların
çalışmalarına dayandırıyorum. Doğrudan kaynaklandırma işini, bu sunuşu
izleyecek ayrıntılı makaleye bırakıyorum.
(...)
Yazının devamı için bağlantıyı "tık"layınız...
Monday, October 22, 2012
Monday, October 15, 2012
Chavez ‘Olayı’
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=371578
Chavez 14 yıldır iktidarda; katılımın yüzde 80 düzeyinde gerçekleştiği genel seçimlerde yüzde 55 oy aldı, rakibine 10 puan fark attı, yeniden altı yıl için devlet başkanı seçildi.
Bu seçim sonuçları, bir taraftan, Chavez’in bir “otokrat” olduğunda hâlâ ısrar eden Batı’nın demokrasi anlayışının, daha önemlisi “liberal” kavramının hakikatini ortaya çıkardı. Diğer taraftan, neoliberal modelin dışında farklı yönetim modellerinin de olabileceğini gösterdi.
‘Seçilmiş otokrat’
En iyisi, tartışmaya, çapsız muhafazakârların hezeyanlarından, sol “liberallerin” salaklıklarından değil de seçim sonuçlarından düş kırıklığına uğramakla birlikte durumu bütünüyle kavrayan, iş çevrelerinin yorumcularından başlamak.
Bu bağlam karşılaştığım en ilginç örnek, Clive Crook’un finansal analiz sitesi Bloomberg’de, “Chavez kazandı, seçilmiş otokrat oxymoron (ilkyarısı ikinci yarısıyla çelişen önerme - E.Y) değil” başlıklı yazısıydı.
Crook’a göre, seçimlerde hile yapılmadı; Venezüella halkının Chavez’i istediğinden de şüphe edilemez. Bu anlamda Venezüella’da demokrasinin tüm koşulları yerine geldi. Crook, “En iyisi Venezüella’nın bir demokrasi olduğunu ama demokrasinin yeterli olmadığını kabul etmek” diyor.
Crook, Chavez’e yönelik “devlet harcamalarıyla halkın oyunu satın aldı” eleştirisine karşı, “Gerçek demokrasilerde seçmenin oyu satın alınmaz, iktidarın avantajları kullanılmaz diye başlarsanız, bu kurallara uyan devlet bulamazsınız. Gidin ABD seçim kampanyasında harcanan paralara bakın; sonuçlar açıklandıktan bir ay sonra da kaybedenlere seçimlere hile karışıp karışmadığını sorun” diyor.
İşçi sınıfını aşağılamak için üretilen kavramlar üzerine yazdığı “Chavs” kitabıyla dikkat çeken Owen Jones da, seçimleri izlemek için gittiği Venezüella’dan bildirirken, “Düzenli olarak Chavez’e saldıran özel medya şirketleri toplam izleyicinin yüzde 90’ına ulaşıyor. Chavez karşıtı propaganda posterleri hemen her yerde görülüyor. Chavez’in muhalefeti bile onun Venezüella tarihinde yoksullarla ilgilenen ilk devlet başkanı olduğunu kabul ediyor... Chavez 1998’de ilk kez devlet başkan seçildiğinde yüzde 25 düzeyinde olan aşırı yoksulluk bugün yüzde 8.6’a gerilemiş... Petrol ihracatı da 14.4 milyar dolardan 60 milyar dolara yükselmiş” diyor. (The Independent. 08/10/2010)
2002’de ABD destekli darbe girişimine ortak olan meta kuruluşları ve siyasetçiler hâlâ ortada ve etkin. Chavez’in rakbi Capriles de bunlardan biri. Ortada “özel sektöre” yönelik bir devletleştirme saldırısı da yok. Bunlar zenginleşmeye, Chavez karşı propaganda yapmaya devam ediyorlar. Diğer bir değişle Chavez muhalefeti bastırmaya çalışmıyor. Darbe girişiminin halkın sokaklara dökülmesiyle engellenmiş olması ona yetiyor. Chavez anayasa önerisi reddedilince de krizlere girmeden sonucu kabul ediyor. Kısacası “burjuva demokrasisinin” kurallarına, fazlasıyla uyuyor.
Tüm bunlara karşı Crook’a diyor ki: “İlliberal demokrasi oxymoron değil.” “Ama demek ki demokrasi yeterli değil.” Belli ki, bir ülkede seçimlerin, serbestçe hile karıştırılmadan yapılıyor, hükümetlerin seçmenin arzularını yerine getiriyor, rakiplerini darbeci bile olsalar susturmuyor olması, onu liberal demokrasi yapmaya yetmiyor. Aksine bu ülkenin rejimine “illiberal demokrasi”, seçilen liderine de “otokrat” sıfatı yapıştırılabiliyor.
Bu “garip” duruma, biraz dikkatle bakınca esas sorunun, “demokrasinin yeterli olmamasından değil”, kurallarına fazlasıyla uymaktan, “demokrasi fantezisini” ciddiye almaktan kaynaklandığı görülüyor. Ciddiye alınarak uygulanan –gerçekleştirilen– bu “demokrasi fantezisi” de, tüm fanteziler gibi onu üretenler açısından kabul edilemez sonuçlar yaratmaya başlıyor. Venezüella’daki “illiberal demokrasi” ile “liberal demokrasi” arasındaki fark da “liberal” kavramının hakikatini ortaya koyuyor.
Liberalizmin müstehcen ‘hakikati’
Chavez, kendisini seçen halkın, seçmenin taleplerine cevap veriyor, ona hizmet ediyor, devlet kaynaklarını onların yaşam koşullarını iyileştirmekte, “toplum konseyleri”, “yerel planlama konseyleri” gibi yapılarla, okuma yazma programlarıyla örgütlenmesini, kültür düzeyini yükseltmekte, “durumunu anlamasını” kolaylaştırmakta kullanıyor.
Chavez iktidara geldiğinden bu yana üniversiteye gidenlerin sayısı yüzde 100’den fazla artıyor, milyonlarca insan bedava sağlık hizmetine kavuşuyor, devletten emekli maaşı almaya hak kazananların sayısı dört kat artıyor. (The New York Times, 09/10/2012) Eylem, gevezelikten daha etkindir varsayımıyla, basına, TV kanallarına dokunmuyor, “reform” programlarına devam ediyor. Chavez yönetimi, kendi başının çaresine bakacak kaynaklara sahip kapitalist sınıfla ilgilenmiyor. Chavez, belki ekonomiyi kapitalist ölçütlere göre iyi yönetemiyor, ama batırmamayı başararak halkın refahını yükseltmeye devam ediyor; uluslararası mali sermayenin kapitalizmin çıkarlarına, onları tümüyle reddetmese bile öncelik vermiyor.
Bunu yaparken ülke kaynaklarının, halkın seçtiği ve desteklediği, Chavez’de cisimleşen Bolivarcı akımın denetiminde kalmasına dikkat ediyor. The Guardian’dan Seumas Miles’s göre, “Seçimler sırasında hangi oy sandığına gitseniz Chavez’i kimin desteklediğini hemen görüyorsunuz: Yoksullar, beyaz derili olmayanlar, gençler, engelliler, kısaca toplumun ayrıcalıklı olmayan çoğunluğu.” (09/10/2012)
Chavez dış politikada da Latin Amarika’daki Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Küba, Arjantin gibi rejimlerin yanı sıra dünyada ABD ve Batı’nın hedefi olan, Kaddafi Libya’sı, İran, Suriye gibi rejimleri destekliyor. Ama Batı da, Suudi Krallığı, Körfez Emirlikleri gibi son derecede baskıcı rejimleri desteklemiyor mu? Bu nedenlerden olacak, Venezüella modelinin alternatifi olarak sunulan “Breziya modelinin” mimari Lula bile, “Chavez’in zaferi yalnızca Venezüella halkını değili tüm Latin Amerika halkının zaferidir” diyor.
Chavez’in rakibi, liberal demokrasinin adayı, Capriles ise dış politikada daha pragmatik, Batı yanlısı bir çizgiye dönmeyi, ülkenin petrol endüstrisini ve ekonomiyi yabancı sermayeye açmayı vaat ediyordu. Dünya Bankası başkanı Zoellick, seçimlerden önce, “Chavez’in sonu geldi” diyordu, Barclays Bankası, açıkça Capriles’i destekliyordu. Bu nedenle, Chavez seçim sonrası yaptığı konuşmada “Biz yalnızca Capriles’i değil, uluslararası bir koalisyonu yendik” diyor, “seçmenlere ABD ve Avrupa’dan 500 bin mesaj gönderildi, kimde bu kadar para var” diye soruyordu.
Tüm bunlar şu anlama geliyor: Liberalizm, liberallerin iddialarının aksine, halkın talepleriyle, halkın iradesiyle –halk için halkla birlikte ve halk adına ilkesiyle– ilgili bir rejim değildir. Liberalizm, özgürlüklerden, ufak bir azınlığın, yönetme, servet yapma, toplumun geri kalanını baskı altına alma, hor görme özgürlüğünü anlar. Liberalizm demokrasiden, seçimlerde halkın bu azınlığın “özgürlüğünü” destekler yönde oy vermesini anlar. Liberalizmin müstehcen hakikati işte budur!
Haftaya liberalizmin nasıl “şiddet”, mutsuzluk üreten bir rejim olduğuna ilişkin kimi tespitleri aktaracağım.
Chavez 14 yıldır iktidarda; katılımın yüzde 80 düzeyinde gerçekleştiği genel seçimlerde yüzde 55 oy aldı, rakibine 10 puan fark attı, yeniden altı yıl için devlet başkanı seçildi.
Bu seçim sonuçları, bir taraftan, Chavez’in bir “otokrat” olduğunda hâlâ ısrar eden Batı’nın demokrasi anlayışının, daha önemlisi “liberal” kavramının hakikatini ortaya çıkardı. Diğer taraftan, neoliberal modelin dışında farklı yönetim modellerinin de olabileceğini gösterdi.
‘Seçilmiş otokrat’
En iyisi, tartışmaya, çapsız muhafazakârların hezeyanlarından, sol “liberallerin” salaklıklarından değil de seçim sonuçlarından düş kırıklığına uğramakla birlikte durumu bütünüyle kavrayan, iş çevrelerinin yorumcularından başlamak.
Bu bağlam karşılaştığım en ilginç örnek, Clive Crook’un finansal analiz sitesi Bloomberg’de, “Chavez kazandı, seçilmiş otokrat oxymoron (ilkyarısı ikinci yarısıyla çelişen önerme - E.Y) değil” başlıklı yazısıydı.
Crook’a göre, seçimlerde hile yapılmadı; Venezüella halkının Chavez’i istediğinden de şüphe edilemez. Bu anlamda Venezüella’da demokrasinin tüm koşulları yerine geldi. Crook, “En iyisi Venezüella’nın bir demokrasi olduğunu ama demokrasinin yeterli olmadığını kabul etmek” diyor.
Crook, Chavez’e yönelik “devlet harcamalarıyla halkın oyunu satın aldı” eleştirisine karşı, “Gerçek demokrasilerde seçmenin oyu satın alınmaz, iktidarın avantajları kullanılmaz diye başlarsanız, bu kurallara uyan devlet bulamazsınız. Gidin ABD seçim kampanyasında harcanan paralara bakın; sonuçlar açıklandıktan bir ay sonra da kaybedenlere seçimlere hile karışıp karışmadığını sorun” diyor.
İşçi sınıfını aşağılamak için üretilen kavramlar üzerine yazdığı “Chavs” kitabıyla dikkat çeken Owen Jones da, seçimleri izlemek için gittiği Venezüella’dan bildirirken, “Düzenli olarak Chavez’e saldıran özel medya şirketleri toplam izleyicinin yüzde 90’ına ulaşıyor. Chavez karşıtı propaganda posterleri hemen her yerde görülüyor. Chavez’in muhalefeti bile onun Venezüella tarihinde yoksullarla ilgilenen ilk devlet başkanı olduğunu kabul ediyor... Chavez 1998’de ilk kez devlet başkan seçildiğinde yüzde 25 düzeyinde olan aşırı yoksulluk bugün yüzde 8.6’a gerilemiş... Petrol ihracatı da 14.4 milyar dolardan 60 milyar dolara yükselmiş” diyor. (The Independent. 08/10/2010)
2002’de ABD destekli darbe girişimine ortak olan meta kuruluşları ve siyasetçiler hâlâ ortada ve etkin. Chavez’in rakbi Capriles de bunlardan biri. Ortada “özel sektöre” yönelik bir devletleştirme saldırısı da yok. Bunlar zenginleşmeye, Chavez karşı propaganda yapmaya devam ediyorlar. Diğer bir değişle Chavez muhalefeti bastırmaya çalışmıyor. Darbe girişiminin halkın sokaklara dökülmesiyle engellenmiş olması ona yetiyor. Chavez anayasa önerisi reddedilince de krizlere girmeden sonucu kabul ediyor. Kısacası “burjuva demokrasisinin” kurallarına, fazlasıyla uyuyor.
Tüm bunlara karşı Crook’a diyor ki: “İlliberal demokrasi oxymoron değil.” “Ama demek ki demokrasi yeterli değil.” Belli ki, bir ülkede seçimlerin, serbestçe hile karıştırılmadan yapılıyor, hükümetlerin seçmenin arzularını yerine getiriyor, rakiplerini darbeci bile olsalar susturmuyor olması, onu liberal demokrasi yapmaya yetmiyor. Aksine bu ülkenin rejimine “illiberal demokrasi”, seçilen liderine de “otokrat” sıfatı yapıştırılabiliyor.
Bu “garip” duruma, biraz dikkatle bakınca esas sorunun, “demokrasinin yeterli olmamasından değil”, kurallarına fazlasıyla uymaktan, “demokrasi fantezisini” ciddiye almaktan kaynaklandığı görülüyor. Ciddiye alınarak uygulanan –gerçekleştirilen– bu “demokrasi fantezisi” de, tüm fanteziler gibi onu üretenler açısından kabul edilemez sonuçlar yaratmaya başlıyor. Venezüella’daki “illiberal demokrasi” ile “liberal demokrasi” arasındaki fark da “liberal” kavramının hakikatini ortaya koyuyor.
Liberalizmin müstehcen ‘hakikati’
Chavez, kendisini seçen halkın, seçmenin taleplerine cevap veriyor, ona hizmet ediyor, devlet kaynaklarını onların yaşam koşullarını iyileştirmekte, “toplum konseyleri”, “yerel planlama konseyleri” gibi yapılarla, okuma yazma programlarıyla örgütlenmesini, kültür düzeyini yükseltmekte, “durumunu anlamasını” kolaylaştırmakta kullanıyor.
Chavez iktidara geldiğinden bu yana üniversiteye gidenlerin sayısı yüzde 100’den fazla artıyor, milyonlarca insan bedava sağlık hizmetine kavuşuyor, devletten emekli maaşı almaya hak kazananların sayısı dört kat artıyor. (The New York Times, 09/10/2012) Eylem, gevezelikten daha etkindir varsayımıyla, basına, TV kanallarına dokunmuyor, “reform” programlarına devam ediyor. Chavez yönetimi, kendi başının çaresine bakacak kaynaklara sahip kapitalist sınıfla ilgilenmiyor. Chavez, belki ekonomiyi kapitalist ölçütlere göre iyi yönetemiyor, ama batırmamayı başararak halkın refahını yükseltmeye devam ediyor; uluslararası mali sermayenin kapitalizmin çıkarlarına, onları tümüyle reddetmese bile öncelik vermiyor.
Bunu yaparken ülke kaynaklarının, halkın seçtiği ve desteklediği, Chavez’de cisimleşen Bolivarcı akımın denetiminde kalmasına dikkat ediyor. The Guardian’dan Seumas Miles’s göre, “Seçimler sırasında hangi oy sandığına gitseniz Chavez’i kimin desteklediğini hemen görüyorsunuz: Yoksullar, beyaz derili olmayanlar, gençler, engelliler, kısaca toplumun ayrıcalıklı olmayan çoğunluğu.” (09/10/2012)
Chavez dış politikada da Latin Amarika’daki Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Küba, Arjantin gibi rejimlerin yanı sıra dünyada ABD ve Batı’nın hedefi olan, Kaddafi Libya’sı, İran, Suriye gibi rejimleri destekliyor. Ama Batı da, Suudi Krallığı, Körfez Emirlikleri gibi son derecede baskıcı rejimleri desteklemiyor mu? Bu nedenlerden olacak, Venezüella modelinin alternatifi olarak sunulan “Breziya modelinin” mimari Lula bile, “Chavez’in zaferi yalnızca Venezüella halkını değili tüm Latin Amerika halkının zaferidir” diyor.
Chavez’in rakibi, liberal demokrasinin adayı, Capriles ise dış politikada daha pragmatik, Batı yanlısı bir çizgiye dönmeyi, ülkenin petrol endüstrisini ve ekonomiyi yabancı sermayeye açmayı vaat ediyordu. Dünya Bankası başkanı Zoellick, seçimlerden önce, “Chavez’in sonu geldi” diyordu, Barclays Bankası, açıkça Capriles’i destekliyordu. Bu nedenle, Chavez seçim sonrası yaptığı konuşmada “Biz yalnızca Capriles’i değil, uluslararası bir koalisyonu yendik” diyor, “seçmenlere ABD ve Avrupa’dan 500 bin mesaj gönderildi, kimde bu kadar para var” diye soruyordu.
Tüm bunlar şu anlama geliyor: Liberalizm, liberallerin iddialarının aksine, halkın talepleriyle, halkın iradesiyle –halk için halkla birlikte ve halk adına ilkesiyle– ilgili bir rejim değildir. Liberalizm, özgürlüklerden, ufak bir azınlığın, yönetme, servet yapma, toplumun geri kalanını baskı altına alma, hor görme özgürlüğünü anlar. Liberalizm demokrasiden, seçimlerde halkın bu azınlığın “özgürlüğünü” destekler yönde oy vermesini anlar. Liberalizmin müstehcen hakikati işte budur!
Haftaya liberalizmin nasıl “şiddet”, mutsuzluk üreten bir rejim olduğuna ilişkin kimi tespitleri aktaracağım.
Monday, October 08, 2012
Sunday, October 07, 2012
Tuesday, October 02, 2012
Avrupa’da yaz bitti
1 Ekim 2012 Cumhuriyet
Yunanistan’da da ırkçı, milliyetçi-otoriter bir söylemi pervasızca yükselten, yabancılara karşı şiddet olayları düzenleyen, Hitler hayranı Altın Şafak partisinin toplumsal desteği artıyor. The Times’ın aktardığına göre geçen seçimlerde oyların yüzde 8.8’ini alan bu faşist partinin toplumsal desteği, son kamu oyu yoklamalarında yüzde 12’ye yükselmiş.
Dünya
ekonomisinden olumsuz veriler gelmeye devam ederken Avrupa’nın Güney
ülkelerinde yaz rehaveti bitti, sokaklar, meydanlar yeniden protesto
gösterileriyle, genel grevlerle, polisle çatışan kalabalıklarla doldu.
AB’nin Kuzey (zengin)
ülkelerinin de krizinin yükünü paylaşmaya hala niyetli olmadığı görülüyor. Bu da,
piyasa ekonomistlerinin bir türlü anlamadığı, ama AB projesine içkin olan bir
“paradoksu” bir kez daha gözler önüne seriyor.
Piyasalar yine sallandı
Çarşamba günü Reuters’den Pedro da Costa, Philadelphia Merkez Bankası’nın yayımladığı, kimi
zaman gözden kaçan ama, önemli bir indekse dikkat çekti. Kamu sektörü istihdam ve ücret düzeyini izleyen bu indeks Mayıs’ta
80’den, Ağustos’ta 24’e düşmüş. Bu
indeksin, geçmişte yaşanan en az beş resesyonda, resesyona ilişkin resmi
açıklamalardan üç ay önce 41 düzeyine
düşmüş olduğu görülüyor. RBC Capital’dan
ekonomist Top Purcell, “bugün bu düzeyi
kesinlikle geçmiş bulunuyoruz” diyerek. ABD ekonomisinin “bir yavaşlamanın ötesinde resesyona düşüyor
olmasından korktuğunu” söylüyormuş.
Cuma günü Bloomberg, ekonomik büyüme hızlarının
Japonya ve Güney Kore’de düşmeye devam ettiğini aktarıyordu. Bu iki ülkede
sanayi üretimi büyüme hızı beklenenin çok altında kalmış. Moody’s, J.P Morgan, Barclays Securities, BNP Paribas, Japon
ekonomisinin üçüncü üç aylık dönemde negatif büyüme (resesyon) bekliyorlar.
Japonya Maliye Bakanı Jun Azumi, ihracat ortamının çok istikrarsız olduğunu
vurgularken, Toyota. Nissan ve Honda’nın Çin’deki üretimlerinin
düşmekte olduğu görülüyor.
Bloomberg, Asya ülkelerinde üretim ve ihracatın, Çin ve
Avrupa’daki ekonomik yavaşlamanın etkisiyle düşmeye başladığına, Japonya ile
Çin arasında yaşanan gerginliğin de bu güvensizlik ortamını güçlendirdiğine
dikkat çekiyor.
Bu koşullarda
piyasaların geçen hafta, AB’de yeniden başlayan toplumsal hareketlerin de
etkisiyle sarsılması olağandı. Çarşamba günü, FT, S&P 500, FT EURO 300, Nikkei, gibi borsaların indekslerinde
ani, sert düşüşler yaşandı. Haftanın ikinci yarısındaki göreli bir toparlanmaya
karşın indeksler hafta başındaki düzeylerinin gerisinde kaldılar.
“Halkın gücü”
Bir Financial Times yorumuna göre “Halkın gücü kemer sıkmaya karşı yükselen
gürültüyü güçlendiriyor”. Financial
Times’ın, İspanya’da yaşananlarla, Katalonya’daki ayrılıkçı hareketin
etkileri bağlamına yaptığı bu saptama aslında, tüm AB “periferisi” için
geçerli. Yalnızca İspanya’da değil, Yunanistan ve İtalya’da halk sokaklardaydı
geçen hafta.
İspanya’da işsizlik
oranı yüzde 25’in üzerinde, Merkez Bankası’nın açıklamasına göre resesyon hızla
derinleşiyor, İspanya borçlanma oranı yeniden yüzde 6’nın üzerine çıktı. Ancak,
İspanya hükümetini bu verilerden yalnızca sonuncusu, mali piyasaların yargısı ilgilendiriyor. Bu yüzden hükümet 2013 bütçesiyle birlikte, yeni kesintilere
gideceğini açıkladı. Bunların resesyonu daha da derinleştireceği, işsizliği
daha da arttıracağı kesin. Hükümetin, kendilerini değil, yalnızca piyasaların
sesini dinlemeye kararlı olduğunu gören halk da geçen hafta sokaklara döküldü.
Madrid’de protestocular parlamentoya yürümeye, parlamentoyu işgal etmeye kalktı.
Polis göstericileri, ancak plastik mermi, göz yaşartıcı gaz, cop kullanarak çok
sayıda yaralı ve tutuklama pahasına durdurabildi.
Yunanistan
hükümeti de yeni kesintilere gitmeye hazırlandığını açıklayınca bir genel
grevle karşılaştı. Kamu ve özel sektör
işçileri birlikte iş bırakarak sokakları doldurdular. Sintagma meydanında
Polisle göstericiler arasında sert çatışmalar yaşandı. Cuma günü sıra İtalyan
işçi sınıfındaydı. Ülkenin en büyük iki konfederasyonu Roma’da büyük bir
protesto gösterisi düzenlediler. Güney İtalya’da ILVA demir çelik kompleksinde
de işçiler polisle çatışıyordu.
Ancak, ekonomik
krizde, İspanya’da Katalonya ayrılık hareketi ve Yunanistan’da Altın Şafak partisindeki gibi, milliyetçi
hatta faşist akımlar da güçlenebiliyor.
İspanya’nın zengin
bölgesi, Katalan’da kapitalist sınıflar, bir taraftan merkezi hükümetten ek
fonlar istiyorlar, diğer taraftan “ödediğimiz vergilerin karşılığını alamıyoruz”
iddialarıyla ayrılıkçılığı kışkırtıyorlar. Financial
Times’a konuşan bir Katalonya’lı üniversite öğrencisinin dikkat çektiği
gibi “bunlar, Franco zamanında zenginleşen
aileler. Franco öldüğünden bu yana kimlik
siyaseti üzerinden para kazanıyor siyaset yapıyorlar”.
Yunanistan’da da ırkçı, milliyetçi-otoriter bir söylemi pervasızca yükselten, yabancılara karşı şiddet olayları düzenleyen, Hitler hayranı Altın Şafak partisinin toplumsal desteği artıyor. The Times’ın aktardığına göre geçen seçimlerde oyların yüzde 8.8’ini alan bu faşist partinin toplumsal desteği, son kamu oyu yoklamalarında yüzde 12’ye yükselmiş.
AB’nin temelindeki paradoks
AB’nin bir türlü
sonu gelmeyen krizine ilişkin çeşitli önerilerin arasında sorunun temeline
inmeye çalışan seslere de rastlanıyor. Bunlardan, Berkley’de Prof. Bradford DeLong (Project Syndicat 27/09/2012), Princetondan Andrew Moravcsik (Foreign
Affaires May/june) çok haklı olarak, AB üyesi ülkeler arasındaki yapısal (örneğin, rekabet düzeyi) farkları krizin temelindeki en önemli
etken olarak saptıyorlar.
Moravcsik, “Avro bu farkların zaman içinde ortadan
kalkacağına ilişkin bir varsayımla, adeta kumar oynayarak başladı, ama
beklenenler gerçekleşmedi diyor”. Moravcsik, Maastricht anlaşmasından bu yana
sürecin her aşamada Alman ekonomisinin gereksinimlerine göre şekillendiğine
dikkat çekiyor. Neticede, Ne çevre
ülkelerin ekonomileri Almanya’nınkine benzedi ne de Almanya’nın tüketim eğilimi
çevre ülkelerininkine...
DeLong, Kuzey Avrupa’ya “beş yıl için yüzde iki ek enflasyon, daha yaygın toplumsal demokrasi
ve refah devleti”, Güney Avrupa’ya da “daha
düşük vergi oranları ve sosyal hizmetleri radikal kesintiler, işletmeleri
rekabet gücünü arttıracak biçimde yeniden yapılandırma” bir anlamda Kuzey
ve Güney arasında daha ileri bir ekonomik yakınsama (konverjans) öneriyor.
Gerçekten de dün AB
projesinin başarıyla tamamlanması, bu gün de krizden çıkabilmesi için üye
ülkelerin ekonomileri arasında giderek daha ileri bir yakınsamanın
gerçekleşmesinin gerektiği varsayılıyordu.
Bugün Alman
bankalarının sorunlu ülkelerden, örneğin İspanya’dan 140 milyar dolara varan
alacaklarını, bu kredilerin zamanında tüketimi, Almanya’dan ithalatı finanse
ettiğini, bankalara kar sağladığını anımsarsak ; “yakınsama”nın Alman
ekonomisinin rekabet üstünlüğünü kaybetmesi
anlamına geleceğini görürsek, “paradoksu” da görebiliriz. AB sürecinin
tamamlanması “yakınsama” gerekiyor. Ama projenin merkez ülkelerinde örneğin
Almanya’da sermayesinin çıkarları, fazla sermayenin ve üretimim buralara
gönderilebilmesi (ihracat, finansal kredi yoluyla), buraların pazar olarak
kullanılabilmesi açısından, ülkelerin ekonomileri arasındaki rekabet gücü farklılıkların korunmasını
gerekli kılıyor. Gel de çık işin içinden.
Monday, October 01, 2012
Yeni Bir Finansal Kırılma Olasılığı
24 Eylül 2012 - Cumhuriyet
ABD ve AB merkez bankalarının yeni parasal genişleme önlemleriyle son ekonomik verileri bir araya koyunca, dünya ekonomisinin, 2008’dekinden daha sert bir mali kırılmaya doğru ilerlediğini düşünmek olanaklı.
Hep aynı ‘hata’
ABD ve AB merkez bankalarının, 2008 yılının eylül ayında Lehman Brothers’in batmasından bu yana izledikleri politikalara bakınca, insanın aklına Talleyrand’ın Bourbon hanedanı için söyledikleri geliyor: “Hiçbir şey öğrenmemişler, hiçbir şey unutmamışlar.” Bunlar 1930’lardaki “Büyük Bunalım”dan, o zamandan bu yana en büyük finansal kırılma olan 2007/8 mali krizinden hiçbir şey öğrenmemiş, izlenen sakat politikaları da unutmamışlar. Kökleri üretim ve kârlılık sorunlarında yatan bir krizi, piyasalara para basarak, batık finansal kurumları kurtarmaya çalışarak aşmaya çalışıyorlar. Ama “Büyük Buhran” (pardon “durgunluk” diyecektim) geçen hafta gelen ekonomik verilerin de gösterdiği gibi hız kesmeden, hatta ağırlaşarak yoluna devam ediyor.
Çin ile Japonya arasında yaşanmakta olan gerginliğe bakarak bu yolun nerelerden geçebileceği konusunda bir fikir edinebiliriz. Sakın siz de 1900’lerin, “Uluslararası entegrasyon... Asla savaş çıkmaz” yanılsamalarına kapılmayın. O kuşağa ne oldu anımsayın. Bir iki cümleyle geçiştirilemeyecek kadar önemli olan bu konuya tekrar döneceğim.
Önceki hafta ABD ve AB merkez bankaları üçüncü kez parasal genişlemeye (Quantitative Easing- QE) gideceklerini açıkladılar. Fed ve AMB, yeniden bankaların elindeki batık borçları, bir sınır koymadan alarak karşılığında nakit vermeye başlıyorlar. Fed ayda 40 milyar dolar harcamaya, ekonomi toparlansa bile işsizlikte bir iyileşme olana kadar devam edecekmiş. AMB bono satın almaya başlıyor ama, ancak kurtarılmak için yardım isteyen ülkelerinkileri alacakmış - kaşıkla verip sapıyla çıkaracak anlaşılan.
Bu işlerden anlayan kimi ekonomistler, “okulları” farklı olsa da hiç umutlu değiller. Roubini, Roma’yı yakan Neron’a atıfla “Ateşin başında keman çalıyorlar” diyor. Hutchinson, “kötü yatırımlar tsunamisi”nden söz ediyor. Galbreight, “Zombi bankaları ayakta tutacak” diyor. Her üç ekonomist de büyümenin yapısal sorunlarına cevap vermeden, ekonomiye likidite basarak, bir sonuç alınamaz diyorlar.
Hutchinson, Minski’ye atıfla, “Bankalar ancak krediyle para yaratabilirler, bunun için de kredi almaya istekli müşteriler gerekiyor. Bankalar da kredi vermeye değer projeler, riski dengeleyecek sağlam karşılıklar görmek isterler, bu koşullar yok” diyor. QE3 bankaların elinde birikecek, oradan da yüksek riskli kötü yatırımlara gitmeye devam edecek. Bu var olan “kredi balonunun” üzerine, yenilerini ekleyecek.
Market Watch analistlerinden Paul Farrel de cuma günü “Seçimleri kim kazanırsa kazansın 2013 berbat bir yıl olacak” diyen yorumunda, 2016 yılına kadar borsaların en az yüzde 20 değer kaybetmesine neden olacak 10 etkeni sıralarken 4. etken olarak “Fed politikaları ‘balonları’ şişirmeye devam ediyor” dedikten sonra ekonomist yatırımcı Marc Faber’in haziranda yaptığı, “Dünya büyük bir krize doğru gidiyor” saptamasını anımsatıyordu. Farrel’e göre Fed “2008’den daha büyük, daha zehirli bir kredi balonu yaratıyor”.
Tüm bunları, 2001’de başlayan resesyonu önlemek için yapılanları anımsayarak bağlayabiliriz. O zaman Fed başta olmak üzere merkez bankaları para musluklarını açtılar, piyasaların temizlenmesine, siyasi sonuçlarından çekinerek izin vermediler. O resesyon çabuk atlatıldı, ama sonuç 1000 trilyonluk “kredi balonu” ve 2007/8 mali kırılması oldu. Bu kez parasal genişleme yeni “balonları”, ekonomik büyüme getiremeden yaratıyor.
‘Büyük durgunluk’ derinleşiyor
Dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin, bir süredir yoğunlaşan “yeniden yavaşlıyor” söylentileri geçen hafta biraz daha ete kemiğe büründü. Son veriler senkronize bir yavaşlamanın yayılmakta olduğunu gösteriyor.
Avrupa Birliği ekonomisi, geçen yılın 3. döneminden bu yana hiç iyileşme sergilememişti. AB komisyonu verileri bu yılın 2. döneminde yıllık olarak yüzde 0.7 gerilediğini gösteriyor. Sanayinin durumuna, ekonomik büyümenin geleceğine ışık tutan Satın Alma Müdürleri Endeksi de (SAME) AB bölgesinde bu yıl 3. dönem büyümenin (-2 düzeyine) gerileyeceğine işaret ediyor. SAME’nin 50’nin altına inmesi resesyona işaret ediyor. AB’de ağustos ayında 46.3 olan SAME eylül ortasında, AMB yeni parasal genişleme politikasını açıkladıktan sonra yapılan bir ankete göre 45.9’a gerilemiş. SAME aynı dönemde Almanya’da aynı kalmış, Fransa’daysa, tarihsel olarak rekor bir düşüşle 44.1 olmuş. Bu veriler AB ekonomisinin resmi ölçütlere göre resesyonda olduğunu gösteriyor (Wall Street Journal, 20/09).
Bu sırada, ABD ekonomisinde sanayi sektörünün, son üç yılın en zayıf üç aylık döneminden geçtiği, işsizlik verilerinin beklenenden daha kötü bir sürece işaret ettiği görülüyor. SAME haziranda 54.2’den eylülde 51.5’e gerilemiş. (The Guardian 20/09). Çin’de de 11 aydır sürekli gerilemekte olan SAME ağustos - eylül döneminde 47.8 de, daralma gösteren alanda kalmış. Çin ekonomisinin büyüme hızının bu yıl, 1999’dan bu yana ilk kez yüzde 8’in altına düşmesi bekleniyor.
Roubini, gelişmekte olan ülkelerde görülen yavaşlamanın, devresel, geçici değil, yapısal bir durum olduğunu düşünüyor, derinleşmesini bekliyor. Bu ülkeler ihracata dayalı büyüme modelinde ısrar ettiklerinden, merkez ülkelerdeki ekonomik daralmaya uyum gösteremiyorlar.
The Atlantic dergisinde yayımlanan Peter Boon, Simon Johnson imzalı bir araştırmaya göre, Avrupa krizi geçici bir durum değil, arkasından, bu kez Japonya’dan kaynaklanan çok daha yıkıcı bir başka kriz gelecek. Japonya dünya ekonomisinin en borçlu ülkelerinden biri. Net devlet borçları GSMH’nin yüzde 135.2’si düzeyinde. AB’de yalnızca Yunanistan’ın devlet borçları bu orana ulaşabiliyor. Devlet bütçesindeki harcamaların yarısı emekli maaşlarıyla faiz ödemelerine gidiyor. Bu sürdürülemez durumun, yazarlara göre bir aşamada krize dönüşmesi kaçınılmaz.
Bu ay başlayan Japonya-Çin gerginliğinin Japonya’nın ihracatı, uluslararası şirketlerinin üretimleri üzerindeki olumsuz etkilerinin, gerginliğin savunma harcamalarına getireceği ek yükün bu süreci hızlandırması kaçınılmaz.
Özetle, sanırım dünya ekonomisinde “kaçacak” hiçbir yer kalmadı. Bir senkronize resesyon çıkmamasının neredeyse olanaksız denecek kadar zor olduğuna daha önce dikkat çekmiştim. Dünya ekonomisi, hâlâ bocalıyor ve batmaya devam ediyor...
ABD ve AB merkez bankalarının yeni parasal genişleme önlemleriyle son ekonomik verileri bir araya koyunca, dünya ekonomisinin, 2008’dekinden daha sert bir mali kırılmaya doğru ilerlediğini düşünmek olanaklı.
Hep aynı ‘hata’
ABD ve AB merkez bankalarının, 2008 yılının eylül ayında Lehman Brothers’in batmasından bu yana izledikleri politikalara bakınca, insanın aklına Talleyrand’ın Bourbon hanedanı için söyledikleri geliyor: “Hiçbir şey öğrenmemişler, hiçbir şey unutmamışlar.” Bunlar 1930’lardaki “Büyük Bunalım”dan, o zamandan bu yana en büyük finansal kırılma olan 2007/8 mali krizinden hiçbir şey öğrenmemiş, izlenen sakat politikaları da unutmamışlar. Kökleri üretim ve kârlılık sorunlarında yatan bir krizi, piyasalara para basarak, batık finansal kurumları kurtarmaya çalışarak aşmaya çalışıyorlar. Ama “Büyük Buhran” (pardon “durgunluk” diyecektim) geçen hafta gelen ekonomik verilerin de gösterdiği gibi hız kesmeden, hatta ağırlaşarak yoluna devam ediyor.
Çin ile Japonya arasında yaşanmakta olan gerginliğe bakarak bu yolun nerelerden geçebileceği konusunda bir fikir edinebiliriz. Sakın siz de 1900’lerin, “Uluslararası entegrasyon... Asla savaş çıkmaz” yanılsamalarına kapılmayın. O kuşağa ne oldu anımsayın. Bir iki cümleyle geçiştirilemeyecek kadar önemli olan bu konuya tekrar döneceğim.
Önceki hafta ABD ve AB merkez bankaları üçüncü kez parasal genişlemeye (Quantitative Easing- QE) gideceklerini açıkladılar. Fed ve AMB, yeniden bankaların elindeki batık borçları, bir sınır koymadan alarak karşılığında nakit vermeye başlıyorlar. Fed ayda 40 milyar dolar harcamaya, ekonomi toparlansa bile işsizlikte bir iyileşme olana kadar devam edecekmiş. AMB bono satın almaya başlıyor ama, ancak kurtarılmak için yardım isteyen ülkelerinkileri alacakmış - kaşıkla verip sapıyla çıkaracak anlaşılan.
Bu işlerden anlayan kimi ekonomistler, “okulları” farklı olsa da hiç umutlu değiller. Roubini, Roma’yı yakan Neron’a atıfla “Ateşin başında keman çalıyorlar” diyor. Hutchinson, “kötü yatırımlar tsunamisi”nden söz ediyor. Galbreight, “Zombi bankaları ayakta tutacak” diyor. Her üç ekonomist de büyümenin yapısal sorunlarına cevap vermeden, ekonomiye likidite basarak, bir sonuç alınamaz diyorlar.
Hutchinson, Minski’ye atıfla, “Bankalar ancak krediyle para yaratabilirler, bunun için de kredi almaya istekli müşteriler gerekiyor. Bankalar da kredi vermeye değer projeler, riski dengeleyecek sağlam karşılıklar görmek isterler, bu koşullar yok” diyor. QE3 bankaların elinde birikecek, oradan da yüksek riskli kötü yatırımlara gitmeye devam edecek. Bu var olan “kredi balonunun” üzerine, yenilerini ekleyecek.
Market Watch analistlerinden Paul Farrel de cuma günü “Seçimleri kim kazanırsa kazansın 2013 berbat bir yıl olacak” diyen yorumunda, 2016 yılına kadar borsaların en az yüzde 20 değer kaybetmesine neden olacak 10 etkeni sıralarken 4. etken olarak “Fed politikaları ‘balonları’ şişirmeye devam ediyor” dedikten sonra ekonomist yatırımcı Marc Faber’in haziranda yaptığı, “Dünya büyük bir krize doğru gidiyor” saptamasını anımsatıyordu. Farrel’e göre Fed “2008’den daha büyük, daha zehirli bir kredi balonu yaratıyor”.
Tüm bunları, 2001’de başlayan resesyonu önlemek için yapılanları anımsayarak bağlayabiliriz. O zaman Fed başta olmak üzere merkez bankaları para musluklarını açtılar, piyasaların temizlenmesine, siyasi sonuçlarından çekinerek izin vermediler. O resesyon çabuk atlatıldı, ama sonuç 1000 trilyonluk “kredi balonu” ve 2007/8 mali kırılması oldu. Bu kez parasal genişleme yeni “balonları”, ekonomik büyüme getiremeden yaratıyor.
‘Büyük durgunluk’ derinleşiyor
Dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin, bir süredir yoğunlaşan “yeniden yavaşlıyor” söylentileri geçen hafta biraz daha ete kemiğe büründü. Son veriler senkronize bir yavaşlamanın yayılmakta olduğunu gösteriyor.
Avrupa Birliği ekonomisi, geçen yılın 3. döneminden bu yana hiç iyileşme sergilememişti. AB komisyonu verileri bu yılın 2. döneminde yıllık olarak yüzde 0.7 gerilediğini gösteriyor. Sanayinin durumuna, ekonomik büyümenin geleceğine ışık tutan Satın Alma Müdürleri Endeksi de (SAME) AB bölgesinde bu yıl 3. dönem büyümenin (-2 düzeyine) gerileyeceğine işaret ediyor. SAME’nin 50’nin altına inmesi resesyona işaret ediyor. AB’de ağustos ayında 46.3 olan SAME eylül ortasında, AMB yeni parasal genişleme politikasını açıkladıktan sonra yapılan bir ankete göre 45.9’a gerilemiş. SAME aynı dönemde Almanya’da aynı kalmış, Fransa’daysa, tarihsel olarak rekor bir düşüşle 44.1 olmuş. Bu veriler AB ekonomisinin resmi ölçütlere göre resesyonda olduğunu gösteriyor (Wall Street Journal, 20/09).
Bu sırada, ABD ekonomisinde sanayi sektörünün, son üç yılın en zayıf üç aylık döneminden geçtiği, işsizlik verilerinin beklenenden daha kötü bir sürece işaret ettiği görülüyor. SAME haziranda 54.2’den eylülde 51.5’e gerilemiş. (The Guardian 20/09). Çin’de de 11 aydır sürekli gerilemekte olan SAME ağustos - eylül döneminde 47.8 de, daralma gösteren alanda kalmış. Çin ekonomisinin büyüme hızının bu yıl, 1999’dan bu yana ilk kez yüzde 8’in altına düşmesi bekleniyor.
Roubini, gelişmekte olan ülkelerde görülen yavaşlamanın, devresel, geçici değil, yapısal bir durum olduğunu düşünüyor, derinleşmesini bekliyor. Bu ülkeler ihracata dayalı büyüme modelinde ısrar ettiklerinden, merkez ülkelerdeki ekonomik daralmaya uyum gösteremiyorlar.
The Atlantic dergisinde yayımlanan Peter Boon, Simon Johnson imzalı bir araştırmaya göre, Avrupa krizi geçici bir durum değil, arkasından, bu kez Japonya’dan kaynaklanan çok daha yıkıcı bir başka kriz gelecek. Japonya dünya ekonomisinin en borçlu ülkelerinden biri. Net devlet borçları GSMH’nin yüzde 135.2’si düzeyinde. AB’de yalnızca Yunanistan’ın devlet borçları bu orana ulaşabiliyor. Devlet bütçesindeki harcamaların yarısı emekli maaşlarıyla faiz ödemelerine gidiyor. Bu sürdürülemez durumun, yazarlara göre bir aşamada krize dönüşmesi kaçınılmaz.
Bu ay başlayan Japonya-Çin gerginliğinin Japonya’nın ihracatı, uluslararası şirketlerinin üretimleri üzerindeki olumsuz etkilerinin, gerginliğin savunma harcamalarına getireceği ek yükün bu süreci hızlandırması kaçınılmaz.
Özetle, sanırım dünya ekonomisinde “kaçacak” hiçbir yer kalmadı. Bir senkronize resesyon çıkmamasının neredeyse olanaksız denecek kadar zor olduğuna daha önce dikkat çekmiştim. Dünya ekonomisi, hâlâ bocalıyor ve batmaya devam ediyor...
Ortadoğu’da ‘Prag Mezarlığı’
17 Eylül 2012 - Cumhuriyet
Bingazi’de ABD Başkonsolosu’nun ve üç konsolosluk görevlisinin ölümüne yol açtıktan sonra hızla Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu etkisi altına alan öfke dalgasını izlerken, aklıma Umberto Eco’nun romanı “Prag Mezarlığı” geldi. Romanda bir uzman, halkları kışkırtmak, siyasi kriz, savaş çıkarmak isteyen istihbarat örgütlerine, provokasyonlarda, “siyah bayrak” operasyonlarında kullanılmak üzere “orijinal sahte/taklit belge” üretiyordu. Bizim karşımızda da “orijinal sahte şeyler” var.
‘Orijinal sahte film’
Olaylar İslamın kutsalına hakaret eden bir filmin Youtube’daki klibine, “11 Eylül”ün yıldönümüne gelecek biçimde dikkat çekilmesiyle başladı. Öfkeli kalabalıklar, bu hakareti protesto etmek için sokaklara döküldüler. Protesto gösterileri ABD konsolosluklarına yöneldi, Libya’da, gelen haberlere göre, silahlı bir Selefi grubun inisiyatifiyle, başkonsolos dahil dört kişinin ölümüne yol açan bir silahlı saldırıya dönüştü.
Mısır’da da eylemlere Selefilerin Nur ve El Asala partilerinin önderlik ettiği görülüyordu. Yemen’de ABD konsolosluğu saldırıya uğradı. Tunus’tan Bangladeş’e konsolosluklar muhasara altındaydı. Öfkeden Alman ve İngiliz konsoloslukları da payını aldı.
Perşembe günü olaylara yol açan film klibine ilişkin ilk bilgiler gelmeye başlayınca, karşımızda bir “orijinal sahte film” manzarası oluştu.
Filmin, Sam Bacile/Basseley adındaki yapımcısına ulaşmak olanaklı olamıyordu. Associated Press’le konuşurken kendini, Kaliforniyalı bir Yahudi müteahhit olarak tanıtmıştı, ama içişleri bakanlığının kayıtlı müteahhitler listesinde adına rastlanmıyordu. “Bazı” İsrail kaynakları, hayır Yahudi değil, Mısırlı Kıpti Ortodoks Hıristiyan olabilir diyordu. Los Angeles Kıpti Başpiskoposu, cemaatinde böyle biri olmadığından emindi.
Bacile, AP’ye filmin 5 milyon dolara mal olduğunu, adı açıklanmayan 100 zengin Musevi (Eco’nun romanında, Prag Mezarlığı’nda toplanarak dünyayı ele geçirme planları yapan gizli örgüt üyeleri gibi) tarafından finanse edildiğini açıklamıştı. Ama film endüstrisinde bu adamın adını bilen yoktu. Filmde oynatılan aktörlerin konuşmalarının çok amatör bir dublajla değiştirildiği anlaşılıyordu. Aktörler, aldatıldıklarını iddia ediyorlardı; “Çöl Savaşçısı” başlıklı bir filmde oynayacakları söylenmiş. Film George adlı romantik ama acımasız bir despotun yaşamını konu edinecekti...
Filme danışmanlık yaptığını iddia eden Steve Klein adlı biri, “Filmin adını başlangıçta ‘Bin Ladin’in Masumiyeti’ koyacaktık, amaç El Kaide taraftarlarının filme gelmesini sağlamaktı, yalnızca Los Angeles’ta gösterecektik” diyormuş, kendini “sıradan bir James Bond” olarak tanımlıyormuş.
Derken İsrailli yetkililer Bacile adlı bir Musevi’ye kayıtlarında rastladıklarını açıkladılar, bir de telefon numarası vardı. Telefon kesikti, ama adreste Nakoula Basseley Nakoula adlı bir adam kayıtlıydı. Nakoula’yı da bulmak olanaklı olamıyordu. Eve bir kez daha giden gazetecilere, bu kez orada o isimde kimsenin olmadığı söyleniyordu. Associated Press muhabiri Los Angeles’ta bir adreste Nakoula’yı buluyordu. Adam, filmi yapan şirketi yönettiğini, Kıpti Hıristiyan olduğunu açıklıyor ama, kendisinin Sam Bacile olmadığını savunuyordu. Cumartesi günü tutuklandığını öğrendik.
Basın, klibin varlığını, Morris Sadık isimli birinin Kuran yakarak ün kazanan papaz Terry Jones’ın 11 Eylül vesilesiyle düzenlediği olayı haber veren mesajına eklenmiş Youtube linkinden öğrenmişti.
Özetle karşımızda, kimliği belirsiz bir yapımcının, olmayan bir filmine ait bir klip var. Bu “orijinal sahte klip”, ABD’nin Libya Konsolosu’nun ölümüyle, Mısır’daki ve genelde Ortadoğu’daki gelişmelerle, hatta Suriye olayıyla ne bağlamda ilişkili? Bu klibi kim ne amaçla üretti, kimler ne amaçla kullanıyorlar? Bu saldırı sırasında konsolosluktaki kimi, Libyalı ABD ajanlarının isimlerini, gizli evlerin adreslerini içeren hassas belgelerin kaybolması ne anlama geliyor? Olaylar, ABD’nin bölgeden çıkışını hızlandıracak mı? Yoksa yeni savaşlara mı yol açacak? Bu soruların cevapları istihbarat örgütlerinin “Prag Mezarlığı” romanında anlatılan karanlık dünyasına ait.
‘Libya’da demokrasi’
Libya’da kurulmakta olduğu iddia edilen bu “demokrasiyi” de hemen “orijinal sahte şeyler” listesine ekleyebiliriz.
Bu demokrasi “orijinal”, çünkü benzeri yok. Eğer NATO güçleri müdahale etmeseydi, Selefi akımların gelmesine olanak sağlanmasaydı, El Kaide kadroları bizzat NATO gemileriyle Libya’ya taşınmasaydı, Bingazi’deki isyancıların Kaddafi rejimi karşısında bir iki haftadan fazla dayanma şansı yoktu. Havadan koruma sunacağız diye başlayan NATO operasyonu kısa sürede Kaddafi güçlerini imha operasyonuna dönüştü. Rejim sonunda dağıldı, Kaddafi yakalandığında tutuklanmak, yargılanmak yerine, hunharca tecavüz edilerek öldürüldü, üstelik bu olayın klibi Youtube da kondu. Bu sırada, Madam Clinton kameraların önünde sevinçle “geldik, gördük, öldü” diyordu. Yine bu sırada silahlı yerel çeteler, Selefi grupları, bugün hâlâ azalmadan sürmekte olan ganimet paylaşma savaşına girişiyorlardı. Libya’da demokrasi, işte böyle, hiçbir demokratik aktör, güç, ideoloji, kültür, bu kültürü yaratacak, sürdürecek kurumlar olmadan, kısacası “hiç yoktan” kuruluyordu. Kaddafi döneminde kurulmuş eğitim, sağlık, sosyal sigortalar, temel mallar üreten devlet işletmelerini yıkarak, ekonomiyi üzerinde yaşayanlara aldırmadan hoyratça piyasaya açarak...
Geçenlerde, bu havaya kapılıp bir Libya bankasına birkaç yüz milyon dolar akreditif açmış bir banka müdürü parasını alamamaktan, almak için başvuracak yasal merci bulamamaktan yakınıyordu. Belli ki piyasa da çalışmıyordu.
Bu “demokrasi” çok orijinaldi ama kaçınılmaz olarak da sahteydi. Libya’nın yeni yasaları sivil haklara, vatandaşlık ilkesine değil dini ilkelere dayanıyor. Kadınlar aniden Kaddafi döneminde zaten sınırlı olan haklarını da kaybetmenin travmasını yaşıyor. Televizyonda, bir mühendis kadın, şimdilerde para kazanmak için evlere temizliğe gittiğini söylüyordu. Kamusal alanlar hızla kadınlara kapanıyordu. Siyasi partiler de “orijinal sahte şeyler”. Birey oyunu aşiretine göre veriyor, ama genel seçimler oldu diye Libya’ya “demokrasi” geldi deniyor.
ABD ve Batı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan devrimci patlamaya, işte bu “orijinal sahte/kopya demokrasiyi” kurmak için elini soktu. Bu müdahalenin, aniden hızlanan “orijinal sahte belge” üretme çabalarının arkasında “ya gerçekten demokratik işler olmaya, halk devlete ulaşmaya başlarsa” korkusu yatıyordu.
Nereye doğru gideceği belli olmayan devrimci demokratik gelişmeler yerine, “ılımlı İslam” olsundu,
Müslüman Kardeşler olsundu, ekonomiyi açık tuttukları sürece ne sorun var ki? Evet, Müslüman Kardeşler, belki IMF zoruyla filan “serbest piyasa” disiplinini kabul etmeye hazır olabilirlerdi, ama arkadan Selefi akımlar geliyordu, piyasa umurlarında değildi bunların. Mursi gibi siyasetçiler hep arkalarını kollamak durumundaydı artık, kafalarını koruyabilmek için.
Bingazi’de ABD Başkonsolosu’nun ve üç konsolosluk görevlisinin ölümüne yol açtıktan sonra hızla Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu etkisi altına alan öfke dalgasını izlerken, aklıma Umberto Eco’nun romanı “Prag Mezarlığı” geldi. Romanda bir uzman, halkları kışkırtmak, siyasi kriz, savaş çıkarmak isteyen istihbarat örgütlerine, provokasyonlarda, “siyah bayrak” operasyonlarında kullanılmak üzere “orijinal sahte/taklit belge” üretiyordu. Bizim karşımızda da “orijinal sahte şeyler” var.
‘Orijinal sahte film’
Olaylar İslamın kutsalına hakaret eden bir filmin Youtube’daki klibine, “11 Eylül”ün yıldönümüne gelecek biçimde dikkat çekilmesiyle başladı. Öfkeli kalabalıklar, bu hakareti protesto etmek için sokaklara döküldüler. Protesto gösterileri ABD konsolosluklarına yöneldi, Libya’da, gelen haberlere göre, silahlı bir Selefi grubun inisiyatifiyle, başkonsolos dahil dört kişinin ölümüne yol açan bir silahlı saldırıya dönüştü.
Mısır’da da eylemlere Selefilerin Nur ve El Asala partilerinin önderlik ettiği görülüyordu. Yemen’de ABD konsolosluğu saldırıya uğradı. Tunus’tan Bangladeş’e konsolosluklar muhasara altındaydı. Öfkeden Alman ve İngiliz konsoloslukları da payını aldı.
Perşembe günü olaylara yol açan film klibine ilişkin ilk bilgiler gelmeye başlayınca, karşımızda bir “orijinal sahte film” manzarası oluştu.
Filmin, Sam Bacile/Basseley adındaki yapımcısına ulaşmak olanaklı olamıyordu. Associated Press’le konuşurken kendini, Kaliforniyalı bir Yahudi müteahhit olarak tanıtmıştı, ama içişleri bakanlığının kayıtlı müteahhitler listesinde adına rastlanmıyordu. “Bazı” İsrail kaynakları, hayır Yahudi değil, Mısırlı Kıpti Ortodoks Hıristiyan olabilir diyordu. Los Angeles Kıpti Başpiskoposu, cemaatinde böyle biri olmadığından emindi.
Bacile, AP’ye filmin 5 milyon dolara mal olduğunu, adı açıklanmayan 100 zengin Musevi (Eco’nun romanında, Prag Mezarlığı’nda toplanarak dünyayı ele geçirme planları yapan gizli örgüt üyeleri gibi) tarafından finanse edildiğini açıklamıştı. Ama film endüstrisinde bu adamın adını bilen yoktu. Filmde oynatılan aktörlerin konuşmalarının çok amatör bir dublajla değiştirildiği anlaşılıyordu. Aktörler, aldatıldıklarını iddia ediyorlardı; “Çöl Savaşçısı” başlıklı bir filmde oynayacakları söylenmiş. Film George adlı romantik ama acımasız bir despotun yaşamını konu edinecekti...
Filme danışmanlık yaptığını iddia eden Steve Klein adlı biri, “Filmin adını başlangıçta ‘Bin Ladin’in Masumiyeti’ koyacaktık, amaç El Kaide taraftarlarının filme gelmesini sağlamaktı, yalnızca Los Angeles’ta gösterecektik” diyormuş, kendini “sıradan bir James Bond” olarak tanımlıyormuş.
Derken İsrailli yetkililer Bacile adlı bir Musevi’ye kayıtlarında rastladıklarını açıkladılar, bir de telefon numarası vardı. Telefon kesikti, ama adreste Nakoula Basseley Nakoula adlı bir adam kayıtlıydı. Nakoula’yı da bulmak olanaklı olamıyordu. Eve bir kez daha giden gazetecilere, bu kez orada o isimde kimsenin olmadığı söyleniyordu. Associated Press muhabiri Los Angeles’ta bir adreste Nakoula’yı buluyordu. Adam, filmi yapan şirketi yönettiğini, Kıpti Hıristiyan olduğunu açıklıyor ama, kendisinin Sam Bacile olmadığını savunuyordu. Cumartesi günü tutuklandığını öğrendik.
Basın, klibin varlığını, Morris Sadık isimli birinin Kuran yakarak ün kazanan papaz Terry Jones’ın 11 Eylül vesilesiyle düzenlediği olayı haber veren mesajına eklenmiş Youtube linkinden öğrenmişti.
Özetle karşımızda, kimliği belirsiz bir yapımcının, olmayan bir filmine ait bir klip var. Bu “orijinal sahte klip”, ABD’nin Libya Konsolosu’nun ölümüyle, Mısır’daki ve genelde Ortadoğu’daki gelişmelerle, hatta Suriye olayıyla ne bağlamda ilişkili? Bu klibi kim ne amaçla üretti, kimler ne amaçla kullanıyorlar? Bu saldırı sırasında konsolosluktaki kimi, Libyalı ABD ajanlarının isimlerini, gizli evlerin adreslerini içeren hassas belgelerin kaybolması ne anlama geliyor? Olaylar, ABD’nin bölgeden çıkışını hızlandıracak mı? Yoksa yeni savaşlara mı yol açacak? Bu soruların cevapları istihbarat örgütlerinin “Prag Mezarlığı” romanında anlatılan karanlık dünyasına ait.
‘Libya’da demokrasi’
Libya’da kurulmakta olduğu iddia edilen bu “demokrasiyi” de hemen “orijinal sahte şeyler” listesine ekleyebiliriz.
Bu demokrasi “orijinal”, çünkü benzeri yok. Eğer NATO güçleri müdahale etmeseydi, Selefi akımların gelmesine olanak sağlanmasaydı, El Kaide kadroları bizzat NATO gemileriyle Libya’ya taşınmasaydı, Bingazi’deki isyancıların Kaddafi rejimi karşısında bir iki haftadan fazla dayanma şansı yoktu. Havadan koruma sunacağız diye başlayan NATO operasyonu kısa sürede Kaddafi güçlerini imha operasyonuna dönüştü. Rejim sonunda dağıldı, Kaddafi yakalandığında tutuklanmak, yargılanmak yerine, hunharca tecavüz edilerek öldürüldü, üstelik bu olayın klibi Youtube da kondu. Bu sırada, Madam Clinton kameraların önünde sevinçle “geldik, gördük, öldü” diyordu. Yine bu sırada silahlı yerel çeteler, Selefi grupları, bugün hâlâ azalmadan sürmekte olan ganimet paylaşma savaşına girişiyorlardı. Libya’da demokrasi, işte böyle, hiçbir demokratik aktör, güç, ideoloji, kültür, bu kültürü yaratacak, sürdürecek kurumlar olmadan, kısacası “hiç yoktan” kuruluyordu. Kaddafi döneminde kurulmuş eğitim, sağlık, sosyal sigortalar, temel mallar üreten devlet işletmelerini yıkarak, ekonomiyi üzerinde yaşayanlara aldırmadan hoyratça piyasaya açarak...
Geçenlerde, bu havaya kapılıp bir Libya bankasına birkaç yüz milyon dolar akreditif açmış bir banka müdürü parasını alamamaktan, almak için başvuracak yasal merci bulamamaktan yakınıyordu. Belli ki piyasa da çalışmıyordu.
Bu “demokrasi” çok orijinaldi ama kaçınılmaz olarak da sahteydi. Libya’nın yeni yasaları sivil haklara, vatandaşlık ilkesine değil dini ilkelere dayanıyor. Kadınlar aniden Kaddafi döneminde zaten sınırlı olan haklarını da kaybetmenin travmasını yaşıyor. Televizyonda, bir mühendis kadın, şimdilerde para kazanmak için evlere temizliğe gittiğini söylüyordu. Kamusal alanlar hızla kadınlara kapanıyordu. Siyasi partiler de “orijinal sahte şeyler”. Birey oyunu aşiretine göre veriyor, ama genel seçimler oldu diye Libya’ya “demokrasi” geldi deniyor.
ABD ve Batı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan devrimci patlamaya, işte bu “orijinal sahte/kopya demokrasiyi” kurmak için elini soktu. Bu müdahalenin, aniden hızlanan “orijinal sahte belge” üretme çabalarının arkasında “ya gerçekten demokratik işler olmaya, halk devlete ulaşmaya başlarsa” korkusu yatıyordu.
Nereye doğru gideceği belli olmayan devrimci demokratik gelişmeler yerine, “ılımlı İslam” olsundu,
Müslüman Kardeşler olsundu, ekonomiyi açık tuttukları sürece ne sorun var ki? Evet, Müslüman Kardeşler, belki IMF zoruyla filan “serbest piyasa” disiplinini kabul etmeye hazır olabilirlerdi, ama arkadan Selefi akımlar geliyordu, piyasa umurlarında değildi bunların. Mursi gibi siyasetçiler hep arkalarını kollamak durumundaydı artık, kafalarını koruyabilmek için.
Subscribe to:
Posts (Atom)