Thursday, May 10, 2012

Yunanistan - Fransa


(Cumhuriyet) 07 Mayıs 2012 -  Description: http://www.sendika.org/images/pixel.gif
Pazar günü Yunanistan’da genel seçimler, Fransa’da da başkanlık seçimleri vardı. Siz bu yazıyı okurken, büyük olasılıkla sonuçları öğrenmiş olacaksınız. Bunlar, AB ve Amerikan basınına bakılırsa, sonuçları Avrupa Birliğinin geleceğini belirlemeye aday önemli seçimler.

Yunanistan’da yayımlanan Ta Nea gazetesinin yazarlarından Pretenteri, “Kusura bakmayın ama, açık konuşmak gerekirse, Fransa’da yapılan seçimler daha önemli. Acı gerçek şu ki, Angela Merkel’in itiraf ettiği gibi ‘bu günlerde Avrupa politikası aynı zamanda iç politika’. Avrupa çapında sorunların çözülmesine ilişkin Fransız seçmenin yeni, farklı bir perspektif sunma şansı var” diyor. (Ta Nea 03/05/12)
Buna karşılık, Brüksel’deki Avrupa Çalışmaları Merkezi’nin (Centre For European Policy Studies) başkan Daniel Gros’a göre Avrupa’nın geleceği açısından, “Yunanistan seçimleri sonunda, Fransa seçimlerinden daha önemli olabilir... Yunanlılar esasa ilişkin bir seçim yapmak durumundalar: Avro içinde kalacaklar mı, Avro’dan çıkacaklar mı? Bu, çok derin bir ekonomik kriz. Gelecek hükümetin yapması gereken çok şey var” (New York Times, 04/05/12). Kathimerini’ni gazetesi de “Yunanistan seçim sonuçlarının Avrupa’yı sarsacağına” inanıyor (04/05/12)

Ben bu iki ülkede bu seçimlerin değil, bundan sonraki seçimlerin çok daha önemli olacağını düşünüyorum

Kriz içinde kriz 
Neden böyle düşündüğümü gösterebilmek için önce, bu seçimlerin yapıldığı ortamın kim özelliklerine, bu ortama ilişkin uzun dönemli beklentilere kısaca değinmek istiyorum.

Yaklaşık dört yıldır süre gelen, son aylarda yeniden derinleşmeye başlayan bir ekonomik kriz bu ortamın zemini oluşturuyor. İşsizlik, yoksullaşma gibi krizlerin olağan sonuçlarının yanı sıra, Avrupa Birliği projesini zorlamaya başlaya bir “devlet maliyesi krizi” üye ülkelerin siyasi dokuları, siyasi rejimleri üzerinde çözücü, sınıf çelişkilerini derinleştirici etkiler yapıyor. Bu “devlet maliyesinin krizi” üye ülkelerin aralarındaki, egemenlik bağımlılık (emperyalizm) ilişkilerini de gözler önüne seriyor.

Ekonomik kriz altında boğulan halk sınıfları, devletlerinden kendilerini korumalarını istiyor, kendi ekonomik coğrafyalarına (ülke, İtalya örneğinde olduğu gibi bölge) öncelik vermeye zorluyorlar. Bu talepler 19 yüzyılın sonunda başlayan küreselleşme sürecinin dağılmasına yol açan etkenlerin arasında önemli bir yer tutuyorlardı. Bu gün de bu talepler (ulusalcılık, korumacılık vbç.,) gerek küresel, çapta gerek AB bağlamında, ekonomik bütünleşme ve yönetişim oluşturma süreçlerini tehdit ediyorlar.

Bu ortamın daha uzun süre devam edeceğini düşündüren bir Raporu (ILO Dünya Çalışma Raporu 2012) geçen hafta aktarmıştım. Avrupa Strateji ve Politika Analiz Sistemi (ESPAS) in geçen hafta yayımladığı “Küresel Eğilimler 2030 – Arabağlantılı ve Çok merkezli Dünyada Vatandaşlar” başlıklı rapor, “uzun döneme”, ILO’ya göre daha uzmanlaşmış bir düzeyden bakıyordu.

ESPAS raporuna göre gelecek 18 yıl boyunca, bir taraftan yeni teknolojiler ve ağa bağlı yaşamlar üzerinde sayıları hızla artan bir “orta sınıf” ( bunların aslında işçi sınıfının yeni kesimleri olduğunu düşünmek yararlı olabilir) siyasi ve ekonomik yönetim süreçlerinde daha fazla söz sahibi olmak istiyor. Diğer taraftan, toplumlararasında bağlantılar yoğunlaşırken, dini, etnik, ulusal, bölgesel kimliklere ilişkin farkındalıklar da armaya devam edecek. Bu iki eğilimin dile getirdiği taleplerle, hükümetlerin bu taleplere cevap verme kapasitesi arasındaki uçurum, ekonomik, ekolojik baskıların altında daha da derinleşecek. Böylece ESPAS araştırmasına göre uluslararası sermayenin çıkarlarını tehdit eden olağan şüphelilerin (ulusalcılığın, halkçılığın ve “aşırı siyasi” uçların) etkileri giderek artabilecek. Rapor bu resmi, kaynaklar üzerinde rekabetin artması, küresel yönetişim yokluğu, yükselen güçler gibi sorunlara da değinerek zenginleştiriyor.

“Bir şeyler dağılıyor, merkez çöküyor” 
Özetle, bu seçimlerin zeminini oluşturan siyasi- ekonomik hatta ideolojik/kültürel eğilimlerin gelecek 20 yıl içinde derinleşmeye devam edeceği anlaşılıyor. Bunların ışığında bu seçimlere dönersek. İki saptama yapabiliriz. Birincisi, Fransa ve Yunanistan seçimleri, yönetime halen var olandan farklı bir kadroları, krizin etkilerini hafifletebilecek ekonomi politikalarını gelmesine yol açamayacak. Fransa’da Hollande, Financial Times’ın yazarlarının vurguladığı gibi “korkulacak” biri değil. Wolfgang Müncahu (FT Almanya), Almanya’nın Avrupa’ya dayattığı kemer sıkma politikalarını düşünerek “Belki de ilerici bir başkaldırının başlangıcı olabilir” diyor. Philip Stephens de The Economist”in “Tehlikeli adam” saptamasına atıfla “Fransız devrimi gevezeliğine son verilmesini” istiyor. Hemen tüm yorumcular, Hollande’ın bono piyasalarına tutsak olacağını, Merkel’in de eninde sonunda Hollande ile bir uzlaşma noktası bulacağına inanıyor. Hollande’ın partisi de tam o günlerde, Hollande vaatlerinden dönmeye başladığı sırada, Haziran’da yerel seçimlere gidiyor olacak.

Yunanistan’da durum çok da açık, seçimlerden, ülkeyi 1975’den bu yana yöneten muhafazakar Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK, iyimser yaklaşımla toplam yüzde 35-40 oy alarak çıkacaklar. Haziran’a kadar, seçmenin neredeyse yüzde 70’inin karşı olduğu kemer sıkma önlemlerini meclisten geçirecek koalisyonu kurabilmek için pazarlığa oturacaklar. Bir çok gözlemci seçimlerden sonra kurulacak hükümetin fazla yaşamayacağına inanıyor.
Bu madalyonun öbür yüzünde, Fransa’da, faşist eğilimli Ulusal Cephe’nin adayı Le Pen’in yüzde 20 ve Sol blok’un adayı Melenchon’un yüzde 12 oyu var. Meclise girme barajı yüzde 3 olan Yunanistan’da Sol Koalisyon’un yüzde 13, Komünist Parti’nın yüzde 11, Ekoloji-Yeşiller’in yüzde 4-5 (Hepsinin toplamı yüzde 30’a yaklaşıyor) oy alması bekleniyor (Kathimerini, 03/05/12). Kendilerine faşist hatta Nazi denmesine, aldırmayan, Hitler’in büyük bir tarihsel şahsiyet olduğuna inanan Altın Şafak Partisi’nin de yüzde 5+ oy alarak meclis girmesi bekleniyor.

Her iki ülkede de merkez partilerin krize, toplumsal sorunlara çözüm üretme, halkın taleplerine cevap verme kapasitesi ile halkın tepkileri arasındaki uçurum hızla derinleşiyor, derinleşmeye de devam edecek.

Bu derinleşme de, Faşist partilerin, ulusalcılığa, otoriter ve güçlü lider arayışına, yabancı düşmanlığını gibi kolay çözümlere, demagojik anti-kapitalizme dayanan politikalarını umut gibi sunmalarını kolaylaştıracak, güçlenmelerini hızlandıracak. Bu derinleşme sınıf çelişkilerini, çözümsüzlük algısını güçlendirerek komünist hareketlerin halka ulaşma, “sınıf karşı sınıf” politikalarıyla taraftar kazanma şanslarını arttıracak.

Bu saptamalarda biraz olsun gerçeklik payı varsa, liberal demokrasi ve neo-liberalizm üzerinde oluşmuş mutabakatın (hegemonik momentin) dağılma sürecinin, siyasi merkezin çökme eğiliminin hızlanmasını, giderek şiddetli sonuçlar yaratmasını beklememiz gerekiyor.

Avrupa'da isyan - Ergin Yıldızoğlu

(Cumhuriyet)  09 Mayıs 2012 -  
Fransa ve Yunanistan seçimlerinin ardından pazartesi günü, Avrupa gazetelerinin, başyazılarının başlıklarında en çok yer alan sözcükler “isyan”, “protesto” idi. Seçmen bir tür politikayı ve politikacıyı reddetmişti, ama hangi politikaları onayladığı, belli değildi. Diğer bir deyişle, belirsizlik, kaos unsurları artmaya devam etti.

Fransa’da Sosyalist Parti’nin adayı Hollande başkanlık seçimlerini ikinci turda kazandı. Yunanistan’da, ülkeyi 1974’ten bu yana yöneten Yeni Demokrasi Partisi ve sosyal demokrat PASOK, beklenenden daha az oy alarak koalisyon hükümeti dahi kuramaz noktaya düşerken, neo-liberal, kemer sıkma politikalarına karşı çıkan partilerin hepsi oylarını arttırdı. Radikal Sol koalisyon (Syriza), YDP’nin arkasından ikinci sıraya oturdu. Komünist Parti oyunu arttırarak mecliste 21 iskemle alacak konuma ulaştı. Açıkça faşist politikaları savunan Altın Şafak partisi, önceki seçimlerde yüzde 0.25’te kalan oylarını yüzde 8.8’e yükselterek beklenenin çok üstünde bir başarı elde etti. Bu sonuçlar, Avrupa’da egemen sermayenin, Almanya hükümeti, Avrupa Merkez Bankası ve IMF eliyle dayattığı ekonomi politikalarını Fransa ve Yunanistan’da seçmenin kabul etmediğini gösteriyordu.

‘Mobious Şeridi’nde siyaset 
Modern komünist hipotezin (baskısız, sömürüsüz bir dünya kurulabilir!) kurucularından K. Marx, kapitalist toplumda hükümetleri, sermayenin “yönetim komitesi” olarak tanımlıyordu. F. Engels’e göre burjuvazinin siyasi partileri, egemen sermayenin, bazen birine, bazen öbürüne binerek yoluna devam ettiği atlara benziyordu. Her seçim, toplumdaki siyasi sıcaklığı ölçen bir barometre işlevi görmekle birlikte genelde bir at değişimi işlemi olmaktan öteye gitmiyordu.

Pazar günü gerçekleşen, Fransız başkanlık seçimlerinin, Yunanistan genel seçimlerinin sonuçları, son iki yılda üye ülkelerin yarısında hükümetlerin yönetememesi nedeniyle çöken Avro bölgesinde, böyle bir “yönetim komitesi” oluşturmanın son derecede zorlaştığını, egemen sermayenin olağan atlarının enerjisinin tükendiğini göstermiyor mu? Meydanda başka atlar var. Ama onlar da henüz sermayeyi sırtlarına almayı kabul edecek kadar uysallaştırılabilmiş değil.

Zaten, sermayenin bu yorgun atları koşmaya zorladığı yol da bir garip, adeta “Mobious Şeridi”ne benziyor. Şeridin bir yüzünde ilerlemeye başlarsınız, ama o yüz giderek öbür yüze dönüşür. Ya da merdiven olarak düşünürseniz, “yukarı doğru çıkarken, aşağı doğru iniyorsunuzdur”. The Times gazetesinin, pazartesi günü seçim sonuçlarını değerlendiren başyazısına göre Avrupa hükümetlerinin tam da böyle bir şey yapması gerekiyor: Kemerleri sıkarken, ekonomik büyüme koşullarını oluşturmaları gerekiyor. Aşağı inerken yukarı çıkıyor olmaları gerekiyor.

Yönetenler ve yönetilenler 
Bu görüntünün ne kadar ciddi, hatta “tarihsel” bir “duruma” karşılık geldiğini görebilmek için, yüz yıl önce, yine kapitalizmin bir yapısal kriz içinde, hegemonyacının (sistemde düzeni sağlayan, liderlik eden ülkenin) hegemonyasını kaybetmesinin sancıları yaşanırken, Avrupa hop oturur hop kalkar, savaşlara devrimlere hazırlanırken, V.I. Lenin’in “devrimci durum” olarak tanımladığı koşulları anımsamak yararlı olabilir.

Lenin, “devrimci durumu”, “Yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlar. Yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar” formülüyle tanımlıyordu. Yunanistan’a, Fransa’ya hatta, geçen iki yılda, üye devletlerin yarısında hükümetlerin yönetemeyerek çöktüğü Avro bölgesine baktığımızda tam da böyle bir “durum” görmüyor muyuz? Tüm Avrupa’ya egemen sermayenin (finans kapitalin) kemer sıkma programını dayatan Almanya’nın muhafazakâr hükümeti de öfkesi giderek artan, seçim sandıklarına, grev oylamalarına da yansıyan bir işçi hareketinin, “ekonomik büyümeden payını alamayan milyonların” (Der Spiegel, 04/05/12) tepkisiyle karşı karşıya değil mi?

Yönetenlerin artık yönetemedikleri, yönetme, ayrıcalıklı olma iddialarını, halkın gözünde haklı kılacak işlevleri yerine getirmedikleri görülüyor. Aksine, “yönetenler” gittikçe artan oranda, beceriksiz, buna karşın iktidar ve servet ihtirasının müstehcen düzeylere ulaştığı bir görüntü sunuyorlar.

Bu ortamda, komünist gelenek yeniden canlanır ve halkın ilgisini çekmeye başlarken, faşist partilerin dinle de yakınlaşmaya, sermaye partilerinin egemen sermayenin ilgisine, iktidar koridorlarına davet edilmeye layık olacakları bir düzeye doğru yükselmeye başladıkları görülüyor.

Kısacası, ekonomik siyasi kutuplaşma artmaya devam ediyor, egemen sermayenin politikalarını “olağan rejimler” içinde kalarak uygulamak giderek olanaksızlaşıyor.

No comments: