(28 Kasım 2011)
Uzun yıllardır, neo-liberal restorasyon altında adeta tartışılması tabu haline gelen, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğilimleri, bunların ekonomik zenginliğin ve siyasi gücün dağılımıyla bağlantısı, mali krizle birlikte yeniden gündeme gelmeye başladı, özellikle bu yıl toplumsal muhalefette görülen kabarmayla birlikte... “Biz yüzde 99’u oluşturuyoruz” sloganı tam da bu durumun çok güzel bir ifadesi değil mi?
Sermayenin yeni sınıf yapılanmaları
Kapitalizmin halen devam etmekte olan yapısal krizinin, sermayenin merkezden çevreye doğru kriz eğilimlerini dışlaştırmaya başladığı 1970’ler, aynı zamanda çokuluslu (ulus ötesi) şirketler konusunun da büyük ilgi çekmeye başladığı yıllardı. Ancak, bu alanda emperyalizm kavramıyla da bağlantılı olarak başlayan canlı tartışmalar, 1980’li yıllarda ve özellikle 1989’dan sonra, “Tek yol kapitalizm” dogmasını yerleştiren neo-liberal restorasyon döneminde (1980-1999) giderek arka plana itildi ve çalışmalar çok az sayıda “inatçı” araştırmacının çabalarıyla sınırlı kaldı.
Halbuki sermaye uluslararasılaşması hızlanır, yeni biçimler üretmeye başlarken, kimi araştırmacıların da işaret ettiği gibi eski biçimler, örneğin “finans-kapital” (sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesinin ifadesi), bu kez uluslararasılaşmış bankalar ve sanayi tekellerinin birleşmesiyle uluslararası finans-kapital olarak geri geliyordu. (örneğin, V. Andreff, Capital and Class No. 22, 1984).
Sermayenin uluslararasılaşmasının, Avrupa Birliği sürecinin, sermaye üzerinde yaşayan sınıf yapılarında gündeme getirdiği olası dönüşümler, yeni sınıf şekillenmeleri, az sayıda araştırmacı arasında da olsa ilgi çekmeye başlıyordu. Kees van Der Pjil, 1984’te, Atlantik Egemen Sınıfının Oluşması çalışmasını yayımladı (bu çalışma 2002’de genişletildi). William I. Robinson ve Jerry Harris’in “Küreselleşme ve ulus ötesi kapitalist sınıf” (Science & Society, Bahar, 2000) makalesi, Leslie Sklair’in Ulus Ötesi Kapitalist Sınıf (2000) ve daha yeni bir çalışma olarak William Carrol’un, Ulus Ötesi Kapitalist Sınıfın Oluşumu (2010) kitapları da tartışmalara önemli katkılar yaptı.
Ancak bu araştırmaların hemen hepsi, şu veya bu biçimde kapitalizme eleştirel yaklaşan, Marksist eğilimli yazarlar tarafından gerçekleştirilmişti. Bu yüzden geçen ayın sonunda sonuçları yayımlanan ve New Scientist dergisinde de aktarılan araştırma ayrı bir öneme sahip. İsviçre’nin Zürih kentindeki Federal Teknoloji Enstitüsü’nden, “sistem analizi” alanında uzmanlaşmış üç bilim insanının (S. Vitali, J. B. Glattfelder ve S. Battiston) The network of global corporate control (Şirketlerin küresel denetim ağı) çalışması, Londra Üniversitesi’nden makro ekonomi uzmanı, John Driffil’in vurguladığı gibi, az sayıda insanın küresel ekonomiyi denetleyebildiğini göstermeyi değil, küresel sistemin daha istikrarlı bir hale getirilmesi için gereken bilgileri oluşturmayı amaçlıyor. Ama araştırma, aslında tam da bu güç yoğunlaşmasını ortaya koyuyor. Araştırmanın yazarlarından Glattfelder’in News Scientist yazarlarına söylediği gibi, ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’ını denetleyebiliyor. (The New Scientist, 24 Ekim 2011)
Sermayenin küresel ağları ve ‘süper sınıf’
Vitali, Glattfelder ve Battiston bulgularını şöyle özetliyorlar: “Ulus ötesi şirketlerin dev bir boyunbağı yapılanması (dar ilişkiler geliyor, bir düğüm oluşturuyor ve genişleyerek, açılarak devam ediyor - E.Y) oluşturduklarını gördük. Denetim ilişkilerinin büyük bir kısmı aralarındaki ilişkiler çok sıkı örülmüş mali kurumların oluşturduğu çekirdeğe akıyor. Bu çekirdeği bir ‘süper varlık’ olarak görebiliriz.” Yazarlara göre bu “süper varlık” gerek araştırmacılar gerekse de politika yapıcılar açısından yeni ve önemli sorunları gündeme getiriyor.
Araştırma, ekonomik veri toplayan Orbis’in, 2007 veri bankasında bulunan 194 ülkeden 37 milyon ekonomik varlık arasında OECD’nin ulus ötesi varlık (TNC) tanımına (birden fazla ülkede yerleşik olmakla birlikte bir eşgüdüm içinde, içlerinden birinin egemenliği altında ekonomik faaliyetlerini gerçekleştiren yapılar) uyan 43 bin 60 şirket saptayarak, bunların dünya üzerindeki etkilerini ve mülkiyet yapılarındaki yoğunlaşmayı soruşturuyor. (Rapor: http://arxiv.org/PS_cache/arxiv/pdf/1107/1107.5728v2.pdf)
Bu TNC yapıları, 116 ülkede yerleşik bulunuyor; 1318 bağlantı noktası (stratejik düğüm oluşturan yapılanma) oluşturuyorlar, iştirakler yoluyla 1 milyon 6 bin 987 firmayı kontrol ediyorlar.
Bu TNC’ler içinde en büyüklerinden oluşan yüzde 36’sının 47 bin 819 hissedarı (karar almaya etki yapacak büyüklükte hisseye sahip olanlar), 399 bin 696 iştiraki var. TNC’lerin yüzde 36’sını oluşturan en büyük 15 bin 491 şirket TNC’lerin oluşturduğu ağın küresel “işletme gelirlerinin” yüzde 94’ünü denetliyor. Stratejik bağlantı noktası oluşturan 1318 şirket, TNC’lerin küresel işletme gelirlerinin yüzde 20’sini, sahip oldukları dev sanayi şirketleri aracılığıyla da toplam küresel gelirlerin yüzde 60’ını ediniyorlar.
Bu 15 bin 491 büyük şirket içinde 737 şirket tüm TNC’lerin toplam varlıklarının yüzde 80’ini elinde tutuyor. Bunların içinden 147 “süper varlık”ın payıysa yüzde 40. Bu “süper varlıkların” dörtte üçünü de Barclays Bank, Goldman Sachs gibi mali kuruluşlar oluşturuyor.
Mülkiyet dağılımındaki yoğunlaşmaya bakınca, 190 ülkeden 47 bin 819 hisse sahibinin 83 ülkede yerleşik, mülkiyetlerini de 38 ülkede yoğunlaştırmış TNC’lerde pay sahibi olduğu görülüyor.
Bitirirken, bu verilere toplumsal bir boyut eklemek için “süper varlık” kavramından, David Rothkopf’un 2008’de yayımlanan kitabının başlığını oluşturan “süper sınıf” kavramına geçebiliriz.
Rothkopf karşımıza, ilk elde, tüm mali piyasalardaki işlemlerin yüzde 95’ini denetleyen 14 büyük firma (aile) koyuyor. Bu 14 aileyi de içeren 50 büyük yapılanmanın toplam varlıkları 50 trilyon doları geçiyor. Açıyı biraz genişletirsek bu süper sınıfın “yerleşkesi” en büyük 2 bin şirket, 500 milyon insan çalıştırıyor, 100 trilyon varlığı kontrol ediyor. Rothkopf, bu “süper sınıfın” üyelerinden Blackstone grubunun CEO’su Stephen Scwarzman’ın, “dünyada hemen her sanayi dalında veya sektörde, 20-30 insan gelişmeleri belirliyor” dediğini de aktarıyor. Rothkopf, 1970-2008 arasında ABD’de CEO gelirlerinin en az 10 kat arttığına dikkat çekiyor. Bu nedenle, “yüzde 99 yüzde 1’e karşı” sloganıyla ayaklananlar haksız mı? Böyle adaletsiz ve üstelik dünyayı bir uygarlık krizine taşıyan bu ekonomik modeli terk etmek gerekmez mi?
Tuesday, November 29, 2011
Tuesday, November 22, 2011
Tarih kendini tekrarlıyor mu?
21 Kasım 2011 -
Geçen hafta mali kriz, Avrupa Birliği’nin geleceğine ilişkin kaygılar derinleşir; Avusturya, Hollanda, Finlandiya ve Fransa, İtalya’da faizler yükselir; ABD, İtalya, Yunanistan’da muhalefet yine sokaklara dökülürken, 2011 yılını bu olayların merceğinden değerlendirmeye başlayan tartışmalarda öne çıkan temalar, beni “Tarih kendini tekrarlıyor mu” gibi tatsız bir soruya getirdi.
Bir küreselleşmeden diğerine
Anımsarsanız Avrupa Birliği, aslında küreselleşme sürecinin bir prototipini, hatta en gelişmiş örneğini, belki de gelecekte alacağı biçimi ifade ediyordu. Şimdi AB’nin iki farklı bölgeye bölünmesi (ayrışması) hatta belki de toptan dağılması olasılıkları konuşuluyor. Bu konuşmalar bana, Prof. Jeffery Williamson’un (daha önce de birkaç kez aktardığım) 1996’da yazılmış, 2002’de geliştirilerek revize edilmiş bir tebliğini anımsattı: “Küreselleşmenin 200 yılı boyunca kazananlar ve kaybedenler” (2002).
Williamson, biri 19. yüzyılın son çeyreğinde, diğeri de 20. yüzyılın ikinci yarısında olmak üzere iki hızlı büyüme ve ekonomik benzeşme (küreselleşme), bir de 1914-1950 arasında yavaş büyüme ve dağılma dönemi saptıyor. Sonra da 1914-1950 döneminden, bu kez küreselleşmenin bir dağılmaya yol açmaması için yapılması gerekenlere ilişkin dersler çıkarmaya çalışıyor. Bu derslerden iki tanesi çok önemli; bugünlerde yoğunlaşmakta olan tartışmalarla da yakından ilgili. Ülkelerin içinde ve ülkeler arasında eşitsizliklerin derinleşmesi, yabancılara ve göçmenlere karşı tepkileri, dış ticarette korumacı talepleri gündeme getiriyor. Siyasetçiler bu taleplere dayanarak geliştirdikleri politikalarla 1915-1950 döneminin dağılma koşullarını hazırlamışlar.
Geçen hafta aktardığım denemesinde de Dani Rodrik, Harvard’dan Prof. Jeff Frieden’e atıfla 1915-50 döneminde “küreselleşmeye karşı tepkilerin iki özgün siyasi radikalizmi, komünizmi ve faşizmi beslediğini” vurguluyordu.
“Eşitlik ve ekonomik bütünleşme (küreselleşme) arasında bir seçim yapmak durumunda kalanlar komünizme, radikal toplumsal reformlara, kendi kendine yeterli ekonomik yapılar kurmaya yönelmişler. Ulusal irade ve küreselleşme arasında tercih yapmak durumunda kalanlar Nazizme faşizme, ulusu yeniden inşa etme projelerine yönelmişler.”
Diğer bir deyişle kapitalizm, “demokratik” bir rejim için gerekli iki koşulu, orta sınıflar için sakin, istikrarlı bir burjuva yaşamı, işçi sınıfı için de çalışma, istikrarlı bir aile yaşamı sürdürme olanağını sunamaz duruma gelince, her iki tabaka da kendi özelliklerine uygun siyasi hareketlere yönelmişler.
İkinci kez komedi olmayacak...
Bugünlerde yoğunlaşan tartışmalarda öne çıkan konular, 19. yüzyılın, yukarıda değindiğim koşullarını korkutucu bir biçimde anımsatıyor. Ama, tarih sanırım bu kez Marx’ınsözündeki gibi bir komedi olarak tekrarlanmayacak. Yine bir trajedi olasılığı söz konusu.
Bir küreselleşme prototipi olarak AB’ye dönersek. Faşist özellikler taşıyan sağ partilerin, halkın ekonomik siyasi seçkinlere, küreselleşmeye (Avrupa Birliği’ne), yabancılara (göçmenlere) yönelik tepkilerini göz önüne alarak “çokkültürlülüğe”, uluslararası kapitalizme (finansa), ulusal sınırların aşınmasına, ulusal paraların ortadan kalkmasına karşı çıkan programlar oluşturarak başarılı olmaya, bulundukları ülkelerin siyasi iklimlerini güçlü bir biçimde etkilemeye başladıkları görülüyor (Gideon Rachman, Financial Times, 14/11).
Hollanda’da, katılım olmadan hükümet kurulamayan anahtar parti konumuna yükselen aşırı sağcı Özgürlük Partisi propagandasının ağırlığını, Müslüman karşıtlığından, AB karşıtlığına, Brüksel seçkinlerine yönelik eleştirilere, Avro öncesi nostaljisine kaydırıyor. Başkan seçilirse Fransa’yı AB’den çıkaracağını söyleyen Marine Le Pen’in, kazanma şansı olmasa bile 2012 seçimlerinde büyük etki yapması bekleniyor. Avusturya’da Özgürlük Partisi, göçmenlere ve AB’ye karşı propagandayla, iktidar partisinin oy oranına yakın bir düzeye yükselmiş durumda. Finlandiya’da Hakiki Finler Partisi’de AB ve göçmen karşıtı propagandayla oylarını yüzde 20’ye yükseltti. İsveç’te bile Neonazi - İsveç Demokrasi partisi geçen yıl yüzde 6 oy alıp parlamentoya girdi.
‘Ütopyacılar’ ve ‘Gerçekçiler’
Liberal demokrasinin merkez partilerinin, finans kapitalin programına saplanıp kalarak bu yükselişe bir çare üretmek bir yana adeta yangına körükle gittiği görülüyor: Bir taraftan “kemer sıkma politikaları” krizin ortasında işsizliği, yoksulluğu daha da arttırıyor; orta sınıf yaşamını yıkıyor; genç kuşakları umutsuzluğa sürüklüyor. Diğer taraftan, bir “uluslararası irade”(?) adeta halkla alay eder gibi, bu kemer sıkma politikalarını uygulatmak için, seçilmiş hükümetleri devirerek yönetimi Trilateral-Komisyon’danBilderberg’den (aşırı sağın, “Siyonist dünya hükümeti kuruluyor” paranoyalarının nesneleri) Goldman Sachs gibi uluslararası sermayeden topladığı, Papademos, Monti, Draghi gibi tiplerin eline veriyor.
“Küresel finans” kesimi, dar fraksiyon çıkarını savunarak tüm kapitalizmi tehlikeye atarken bir zamanlar Margaret Thatcher’e danışmanlık yapmış, Prof. John Gray’in işaret ettiği gibi, düşünsel düzeyde tam anlamıyla ütopyacı bir anlayış, “Piyasalar kendi kendilerine dengeye gelir, dolayısıyla piyasaların taleplerine öncelik vermek gerekir”derken piyasaların dağılmakta olduğunu göremiyor.
Krize, küreselleşmeye karşı sol tepki, insanlığın “komünist refleksini” temsil eden “meydan işgalleri” hareketi de, genelde hayalcilikle, belirgin bir programa sahip olmamakla ne yaptığını bilememekle suçlanıyor. Ancak, John Gray’e göre aslında gerçekçi olan, bu hareket. Çünkü var olan durumun sorunlarına ışık tutuyor, bu durumun böyle devam edemeyeceğini vurguluyor, toplum yararına çözümler arıyor.
Ancak, faşist gelenek bu küreselleşme tepkilerine uyum sağlayarak kendi klasik tabanı bağlamında yararlanmaya başlarken, komünist gelenek yeni durumdan aynı oranda yararlanamıyor.
Komünist gelenek açısından sorun belki de yeni duruma uyum sağlama sorunu olarak ortaya çıkıyor. Meydan işgallerine bakarken, sağda Fukuyama’nın, solda Tarık Ali’nin neredeyse aynı saptamalarda buluşması bu durumun bir göstergesi: “Şirin çocuklar, gençlerin yeniden siyasete katılması harika... Ama ortada bütünsel bir program, geniş kitle desteği ve örgüt yok... Olanlar büyük ölçüde simgesel” (The Guardian, 15/11). Bu gözlemler, andaki gerçeği yansıtıyor olabilir. Ama Tarık Ali gibi eski tüfeklerin, komünist partilerin de bu hareketi örgütleyecek, kitleselleştirecek önerilerden, “bütünsel programdan” yoksun olması da bir başka gerçeği yansıtıyor: Bu yeni dalga yaratıcı olmayı, “geleneği” yenilemeyi gerektiriyor!
Geçen hafta mali kriz, Avrupa Birliği’nin geleceğine ilişkin kaygılar derinleşir; Avusturya, Hollanda, Finlandiya ve Fransa, İtalya’da faizler yükselir; ABD, İtalya, Yunanistan’da muhalefet yine sokaklara dökülürken, 2011 yılını bu olayların merceğinden değerlendirmeye başlayan tartışmalarda öne çıkan temalar, beni “Tarih kendini tekrarlıyor mu” gibi tatsız bir soruya getirdi.
Bir küreselleşmeden diğerine
Anımsarsanız Avrupa Birliği, aslında küreselleşme sürecinin bir prototipini, hatta en gelişmiş örneğini, belki de gelecekte alacağı biçimi ifade ediyordu. Şimdi AB’nin iki farklı bölgeye bölünmesi (ayrışması) hatta belki de toptan dağılması olasılıkları konuşuluyor. Bu konuşmalar bana, Prof. Jeffery Williamson’un (daha önce de birkaç kez aktardığım) 1996’da yazılmış, 2002’de geliştirilerek revize edilmiş bir tebliğini anımsattı: “Küreselleşmenin 200 yılı boyunca kazananlar ve kaybedenler” (2002).
Williamson, biri 19. yüzyılın son çeyreğinde, diğeri de 20. yüzyılın ikinci yarısında olmak üzere iki hızlı büyüme ve ekonomik benzeşme (küreselleşme), bir de 1914-1950 arasında yavaş büyüme ve dağılma dönemi saptıyor. Sonra da 1914-1950 döneminden, bu kez küreselleşmenin bir dağılmaya yol açmaması için yapılması gerekenlere ilişkin dersler çıkarmaya çalışıyor. Bu derslerden iki tanesi çok önemli; bugünlerde yoğunlaşmakta olan tartışmalarla da yakından ilgili. Ülkelerin içinde ve ülkeler arasında eşitsizliklerin derinleşmesi, yabancılara ve göçmenlere karşı tepkileri, dış ticarette korumacı talepleri gündeme getiriyor. Siyasetçiler bu taleplere dayanarak geliştirdikleri politikalarla 1915-1950 döneminin dağılma koşullarını hazırlamışlar.
Geçen hafta aktardığım denemesinde de Dani Rodrik, Harvard’dan Prof. Jeff Frieden’e atıfla 1915-50 döneminde “küreselleşmeye karşı tepkilerin iki özgün siyasi radikalizmi, komünizmi ve faşizmi beslediğini” vurguluyordu.
“Eşitlik ve ekonomik bütünleşme (küreselleşme) arasında bir seçim yapmak durumunda kalanlar komünizme, radikal toplumsal reformlara, kendi kendine yeterli ekonomik yapılar kurmaya yönelmişler. Ulusal irade ve küreselleşme arasında tercih yapmak durumunda kalanlar Nazizme faşizme, ulusu yeniden inşa etme projelerine yönelmişler.”
Diğer bir deyişle kapitalizm, “demokratik” bir rejim için gerekli iki koşulu, orta sınıflar için sakin, istikrarlı bir burjuva yaşamı, işçi sınıfı için de çalışma, istikrarlı bir aile yaşamı sürdürme olanağını sunamaz duruma gelince, her iki tabaka da kendi özelliklerine uygun siyasi hareketlere yönelmişler.
İkinci kez komedi olmayacak...
Bugünlerde yoğunlaşan tartışmalarda öne çıkan konular, 19. yüzyılın, yukarıda değindiğim koşullarını korkutucu bir biçimde anımsatıyor. Ama, tarih sanırım bu kez Marx’ınsözündeki gibi bir komedi olarak tekrarlanmayacak. Yine bir trajedi olasılığı söz konusu.
Bir küreselleşme prototipi olarak AB’ye dönersek. Faşist özellikler taşıyan sağ partilerin, halkın ekonomik siyasi seçkinlere, küreselleşmeye (Avrupa Birliği’ne), yabancılara (göçmenlere) yönelik tepkilerini göz önüne alarak “çokkültürlülüğe”, uluslararası kapitalizme (finansa), ulusal sınırların aşınmasına, ulusal paraların ortadan kalkmasına karşı çıkan programlar oluşturarak başarılı olmaya, bulundukları ülkelerin siyasi iklimlerini güçlü bir biçimde etkilemeye başladıkları görülüyor (Gideon Rachman, Financial Times, 14/11).
Hollanda’da, katılım olmadan hükümet kurulamayan anahtar parti konumuna yükselen aşırı sağcı Özgürlük Partisi propagandasının ağırlığını, Müslüman karşıtlığından, AB karşıtlığına, Brüksel seçkinlerine yönelik eleştirilere, Avro öncesi nostaljisine kaydırıyor. Başkan seçilirse Fransa’yı AB’den çıkaracağını söyleyen Marine Le Pen’in, kazanma şansı olmasa bile 2012 seçimlerinde büyük etki yapması bekleniyor. Avusturya’da Özgürlük Partisi, göçmenlere ve AB’ye karşı propagandayla, iktidar partisinin oy oranına yakın bir düzeye yükselmiş durumda. Finlandiya’da Hakiki Finler Partisi’de AB ve göçmen karşıtı propagandayla oylarını yüzde 20’ye yükseltti. İsveç’te bile Neonazi - İsveç Demokrasi partisi geçen yıl yüzde 6 oy alıp parlamentoya girdi.
‘Ütopyacılar’ ve ‘Gerçekçiler’
Liberal demokrasinin merkez partilerinin, finans kapitalin programına saplanıp kalarak bu yükselişe bir çare üretmek bir yana adeta yangına körükle gittiği görülüyor: Bir taraftan “kemer sıkma politikaları” krizin ortasında işsizliği, yoksulluğu daha da arttırıyor; orta sınıf yaşamını yıkıyor; genç kuşakları umutsuzluğa sürüklüyor. Diğer taraftan, bir “uluslararası irade”(?) adeta halkla alay eder gibi, bu kemer sıkma politikalarını uygulatmak için, seçilmiş hükümetleri devirerek yönetimi Trilateral-Komisyon’danBilderberg’den (aşırı sağın, “Siyonist dünya hükümeti kuruluyor” paranoyalarının nesneleri) Goldman Sachs gibi uluslararası sermayeden topladığı, Papademos, Monti, Draghi gibi tiplerin eline veriyor.
“Küresel finans” kesimi, dar fraksiyon çıkarını savunarak tüm kapitalizmi tehlikeye atarken bir zamanlar Margaret Thatcher’e danışmanlık yapmış, Prof. John Gray’in işaret ettiği gibi, düşünsel düzeyde tam anlamıyla ütopyacı bir anlayış, “Piyasalar kendi kendilerine dengeye gelir, dolayısıyla piyasaların taleplerine öncelik vermek gerekir”derken piyasaların dağılmakta olduğunu göremiyor.
Krize, küreselleşmeye karşı sol tepki, insanlığın “komünist refleksini” temsil eden “meydan işgalleri” hareketi de, genelde hayalcilikle, belirgin bir programa sahip olmamakla ne yaptığını bilememekle suçlanıyor. Ancak, John Gray’e göre aslında gerçekçi olan, bu hareket. Çünkü var olan durumun sorunlarına ışık tutuyor, bu durumun böyle devam edemeyeceğini vurguluyor, toplum yararına çözümler arıyor.
Ancak, faşist gelenek bu küreselleşme tepkilerine uyum sağlayarak kendi klasik tabanı bağlamında yararlanmaya başlarken, komünist gelenek yeni durumdan aynı oranda yararlanamıyor.
Komünist gelenek açısından sorun belki de yeni duruma uyum sağlama sorunu olarak ortaya çıkıyor. Meydan işgallerine bakarken, sağda Fukuyama’nın, solda Tarık Ali’nin neredeyse aynı saptamalarda buluşması bu durumun bir göstergesi: “Şirin çocuklar, gençlerin yeniden siyasete katılması harika... Ama ortada bütünsel bir program, geniş kitle desteği ve örgüt yok... Olanlar büyük ölçüde simgesel” (The Guardian, 15/11). Bu gözlemler, andaki gerçeği yansıtıyor olabilir. Ama Tarık Ali gibi eski tüfeklerin, komünist partilerin de bu hareketi örgütleyecek, kitleselleştirecek önerilerden, “bütünsel programdan” yoksun olması da bir başka gerçeği yansıtıyor: Bu yeni dalga yaratıcı olmayı, “geleneği” yenilemeyi gerektiriyor!
Wednesday, November 16, 2011
Bir şeyin sonu, ama tarihin deği
14 Kasım 2011 -
“Tarihin sonu”na gelmediğimizi biliyorduk, ama sanırım şimdi Yunanistan’da, İtalya’da yaşananları gördükten sonra, “demokrasi”nin sonuna geldiğimizi düşünmeye başlayabiliriz. Halbuki, Avrupa Birliği bir “uygarlık projesi”, demokrasinin beşiği, Kopenhag Kriterleri, ülkeleri sivil asker bürokrasilerin elinden kurtaran bir demokratikleştirme aracı değil miydi?
Demokrasi yalnızca bir an mıydı?
Françis Fukuyama, “Doğu Bloku” çöktüğünde, “tarihin sonu”na gelindiğini açıklamıştı. Burada önümüzde “serbest piyasa”, dolayısıyla liberal demokrasi, dolayısıyla refah, istikrar, toplumsal olarak güvenlikli bir çağ açılıyordu. Bunun bize faturası en fazla, olaysız ve can sıkı bir yaşam olacaktı.
Ancak tarih savaşlarla, mali krizlerle, dinci akımların yükselişiyle, devrim, komünizm kavramlarını yeniden ortaya çıkaran toplumsal hareketlerle yoluna devam etti; “tarihin sonu” savının aslında, ABD hegemonyasını destekleyen fantezi olduğunu gösterdi.
Bir başka muhafazakâr Amerikan yazarı Robert Kaplan ise 1997’de küreselleşmenin ilk mali krizi yaşanırken ve ilk karşı tepkiler ortaya çıkmaya başlarken The Atlantic Monthly’de “Demokrasi yalnızca bir an mıydı” diye soruyordu. Kaplan’a göre Batı’nın büyük siyasi başarısı olan “demokrasi” giderek bürokratik oligarşiye dönüşüyordu.
Kaplan, o zaman, bu dönüşümün kökeninde esas olarak dört önemli eğilim görüyordu. Birincisi, ekonomik alandaki muazzam güç yoğunlaşmasıydı; dünyanın en büyük 100 ekonomisinden 50’sini dev şirketler oluşturuyordu. En büyük 200 şirket dünyanın toplam istihdamının binde 25’ini, ama ekonomik etkinliğin yüzde 28’ini gerçekleştiriyordu. En büyük 500 şirketse dünya çıktısının yüzde 70’ini üretiyordu. İkincisi, bu kutuplaşmaya bağlı olarak seçkinler topluma hesap vermekten giderek daha çok uzaklaşıyor, kendilerini daha az sorumlu hissediyorlardı. Buna karşılık kitleler de adeta tüketen, üreten “koyunlara” dönüşüyor, siyasete ilgilerini kaybediyorlardı. Üçüncüsü, egemen sınıfların ideolojisi de bizzat seçkinler içinde tutarlılığını kaybederken kitleler üzerindeki etkisi zayıflıyordu. Dördüncüsü, diktatörlüklerin egemen olduğu Tunus gibi ülkelerde genel seçimlerin, demokrasiye düşman akımları iktidara getirme olasılığı giderek artıyordu.
Sonuç olarak Kaplan’a göre demokrasi olanaksızlaşırken yerini bürokratik oligarşik, otoriter rejimlere bırakmaya başlıyordu. Kaplan bunları yazarken tarihin gündeminde 11 Eylül, Irak savaşı, mali kriz “büyük durgunluk”, Tahrir’den Wall Street’e yeni bir devrimci dalga vardı. Diğer bir deyişle liberal demokrasiyi bürokratik oligarşiye doğru dönüştüren eğilimleri güçlendirecek, halk “pasif koyunluktan” çıkmaya başladıkça da kapitalist toplumun demokrasiyle, ‘halk rızasıyla’ yönetilmesini daha da zorlaştıracak gelişmeler gündeme gelmek üzereydi.
Şimdi tüm bu gelişmelerin ürünlerini vermeye başladığı bir noktadayız. Bunun için halen Arap devrimci dalgasının, ABD ve Batı’nın yardımıyla Müslüman Kardeşler’i iktidara taşıması bir yana, gelin “demokrasinin beşiği”, bir “uygarlık projesi” AB’nin iki üyesi Yunanistan ve İtalya’da seçilmiş başbakanlardan alınıp görevin “hesaplayan makinelere”, AB kurumlarının ekonomik uzmanlarına, teknokratlara (Financial Times, 09/11) verilmesine kısaca bakalım.
Oligarşinin zamanı - demokrasinin zamanı
Yunanistan’da Başbakanı Papandreu, Almanya-Fransa ekseninin (“Merkozy”) mali yardım karşılığında dayattığı ekonomik kemer sıkma paketini, referanduma sunmaya, diğer bir deyişle kendisini seçen halka sormaya kalkınca istifaya zorlandı. Papandreu ve Sosyalist Parti hükümetinin yerini Avrupa Merkez Bankası’nda başkan yardımcılığı yapmış Papademos ve bir ulusal birlik hükümeti alıyor. Bu “darbe”de Merkozy-IMF basıncının yanı sıra Yunanistan’ın egemen sınıfları da etkin rol oynadı. Financial Times’ta Misha Glenny’nin aktardığı gibi asla vergi vermeyen, Balkanlar üzerinden yapılan yakıt kaçakçılığından yılda üç milyar Avro kaldıran, Yunanistan’da yaptıkları paraları dışarıya, İngiltere gayrimenkul piyasasına kaçıran, yapılacak özelleştirmelerde kamu varlıklarını yok pahasına kapatmak için pusuda bekleyen oligarşinin, denetimindeki medya aracılığıyla yürüttüğü karalama kampanyası Papandreu’nun devrilmesinde belirleyici oldu. (Financial Times, 07/11) Papademos hükümetinin ilk görevi “kemer sıkma paketini” halka sormadan meclisten geçirmek.
Benzer bir sürecin, İtalya’da seçilmiş hükümetin devrilerek bir teknokratlar hükümetiyle, Berlusconi’nin İtalyan ve AB oligarşisinin muteber bürokratı, Cizvit okullarının yetiştirmesi Mario Monti ile değiştirilmesi sırasında izleyebiliyoruz...
Monti’nin adı öne çıkar, Berlusconi’nin gideceği belli olurken İtalyan büyük sermayesinin organı Confindustria’nın gazetesi “Acele Edin” başlığıyla çıkıyor, yorumunda “politikanın (demokrasinin) zamanının çok yavaş işlediğini, mali krizlerin zamanıyla çok uyumlu olmadığını” anlatıyordu. Monti’yi destekleyen medyanın önde gelen gazetelerinden Corsair’de, De Bortoli’nin genel müdürü, “tarafsız olmak, halk tarafından sevilmemeye yol açtığından, sevimsiz seçenekler, halk tarafından seçilen görevlerle uyuşmadığından, partiler dışı bir teknokratın gerekli olduğunu” anlatıyordu. (Il Manifesto, 11/11)
Confindustria’nın gazetesinin aksine, Yunanistan’da yayımlanan Eleftherotypia gazetesinin yazarlarından Aristeas Bougatsa’ya göre, yaşananlar “politikanın zamanıyla” son derecede uyumluydu, uluslararası sermayenin ve seçkinlerin politikasının zamanıyla...
Papandreou’nun yerine geçen Papademos’un ve Berlusconi’nin yerine geçecek olan Monti’nin ortak özellikleri, yaşamları boyunca sermayenin kurumlarında görev almış olmanın yanı sıra yıllarca, ‘Trilateral Komisyon’ üyeliği yapmış olmalarıydı. İki dönem Avrupa Komisyonu Başkanlığı yapan Monti halen, Trilateral Komisyon’da Avrupa’yı temsil eden iskemlede oturuyormuş. “Bildiğiniz gibi” diyor, Bougatsa, “Trilateral Komisyon ABD, Avrupa ve Asya sermayesinin, küreselleşmeyi ve uluslararası kapitalizmin çıkarlarını savunacak liderler yetiştiren bir kurumudur; bir komplo örgütü değil, uluslararası sermayenin yönetim aygıtlarından biridir. Papademos hükümetinde Papademos gibi Bilderberg üyesi de olan başka isimlerin olduğunu da aktarıyor Bougatsa (11/11).
Cumartesi günü La Stampa’nın bir yorumcusu, “sağda ve solda demokrasi elden gidiyor zilleri çalındığını”, “yorumcuların, krize çözüm bulma konusunda demokratik bir mutabakat oluşturulamadığından yakındıklarını” aktardıktan sonra, “aslında bu kaygıların yersiz olduğunu” iddia ediyordu; “Her hükümet meclisten onay almak durumundaydı... Monti de zaten kendini tüm uluslararası topluluk önünde kanıtlamış biriydi.” “Buna karşılık politikacılar, üstelik salt İtalya’da da değil, genelde, ekonominin ve uluslararası mali sermayenin araçlarını yönetmekte yeteneksiz olduklarını göstermişlerdi.”
Tüm bunlar, sermaye partileri sermayenin programına demokratik koşullarda halkın rızasını alamadığı için oluyor ve “İşçi sınıfının sermayenin iktidarına başkaldırması, devletin biçiminde bir krize yol aşıyor” (Aktaran: Galip Yalman, Transition to Neoliberalizm: The Case of Turkey in the 1980’s, İstanbul 2009, sf. 299) “Yeni rejim demokratik görüntüsünü koruyor, ama devletin biçiminde ciddi değişiklikler yaşanıyor.”
Tüm bunlar, yakın zamana kadar, medyada Alman Marshall Fonu gibi kurumlar için yazdıkları denemelerde “Türkiye’de demokratikleşme için AB çapasının ne kadar gerekli olduğunu” anlatan yerli malı tiplere ders olur mu desem, bana yazık...
“Tarihin sonu”na gelmediğimizi biliyorduk, ama sanırım şimdi Yunanistan’da, İtalya’da yaşananları gördükten sonra, “demokrasi”nin sonuna geldiğimizi düşünmeye başlayabiliriz. Halbuki, Avrupa Birliği bir “uygarlık projesi”, demokrasinin beşiği, Kopenhag Kriterleri, ülkeleri sivil asker bürokrasilerin elinden kurtaran bir demokratikleştirme aracı değil miydi?
Demokrasi yalnızca bir an mıydı?
Françis Fukuyama, “Doğu Bloku” çöktüğünde, “tarihin sonu”na gelindiğini açıklamıştı. Burada önümüzde “serbest piyasa”, dolayısıyla liberal demokrasi, dolayısıyla refah, istikrar, toplumsal olarak güvenlikli bir çağ açılıyordu. Bunun bize faturası en fazla, olaysız ve can sıkı bir yaşam olacaktı.
Ancak tarih savaşlarla, mali krizlerle, dinci akımların yükselişiyle, devrim, komünizm kavramlarını yeniden ortaya çıkaran toplumsal hareketlerle yoluna devam etti; “tarihin sonu” savının aslında, ABD hegemonyasını destekleyen fantezi olduğunu gösterdi.
Bir başka muhafazakâr Amerikan yazarı Robert Kaplan ise 1997’de küreselleşmenin ilk mali krizi yaşanırken ve ilk karşı tepkiler ortaya çıkmaya başlarken The Atlantic Monthly’de “Demokrasi yalnızca bir an mıydı” diye soruyordu. Kaplan’a göre Batı’nın büyük siyasi başarısı olan “demokrasi” giderek bürokratik oligarşiye dönüşüyordu.
Kaplan, o zaman, bu dönüşümün kökeninde esas olarak dört önemli eğilim görüyordu. Birincisi, ekonomik alandaki muazzam güç yoğunlaşmasıydı; dünyanın en büyük 100 ekonomisinden 50’sini dev şirketler oluşturuyordu. En büyük 200 şirket dünyanın toplam istihdamının binde 25’ini, ama ekonomik etkinliğin yüzde 28’ini gerçekleştiriyordu. En büyük 500 şirketse dünya çıktısının yüzde 70’ini üretiyordu. İkincisi, bu kutuplaşmaya bağlı olarak seçkinler topluma hesap vermekten giderek daha çok uzaklaşıyor, kendilerini daha az sorumlu hissediyorlardı. Buna karşılık kitleler de adeta tüketen, üreten “koyunlara” dönüşüyor, siyasete ilgilerini kaybediyorlardı. Üçüncüsü, egemen sınıfların ideolojisi de bizzat seçkinler içinde tutarlılığını kaybederken kitleler üzerindeki etkisi zayıflıyordu. Dördüncüsü, diktatörlüklerin egemen olduğu Tunus gibi ülkelerde genel seçimlerin, demokrasiye düşman akımları iktidara getirme olasılığı giderek artıyordu.
Sonuç olarak Kaplan’a göre demokrasi olanaksızlaşırken yerini bürokratik oligarşik, otoriter rejimlere bırakmaya başlıyordu. Kaplan bunları yazarken tarihin gündeminde 11 Eylül, Irak savaşı, mali kriz “büyük durgunluk”, Tahrir’den Wall Street’e yeni bir devrimci dalga vardı. Diğer bir deyişle liberal demokrasiyi bürokratik oligarşiye doğru dönüştüren eğilimleri güçlendirecek, halk “pasif koyunluktan” çıkmaya başladıkça da kapitalist toplumun demokrasiyle, ‘halk rızasıyla’ yönetilmesini daha da zorlaştıracak gelişmeler gündeme gelmek üzereydi.
Şimdi tüm bu gelişmelerin ürünlerini vermeye başladığı bir noktadayız. Bunun için halen Arap devrimci dalgasının, ABD ve Batı’nın yardımıyla Müslüman Kardeşler’i iktidara taşıması bir yana, gelin “demokrasinin beşiği”, bir “uygarlık projesi” AB’nin iki üyesi Yunanistan ve İtalya’da seçilmiş başbakanlardan alınıp görevin “hesaplayan makinelere”, AB kurumlarının ekonomik uzmanlarına, teknokratlara (Financial Times, 09/11) verilmesine kısaca bakalım.
Oligarşinin zamanı - demokrasinin zamanı
Yunanistan’da Başbakanı Papandreu, Almanya-Fransa ekseninin (“Merkozy”) mali yardım karşılığında dayattığı ekonomik kemer sıkma paketini, referanduma sunmaya, diğer bir deyişle kendisini seçen halka sormaya kalkınca istifaya zorlandı. Papandreu ve Sosyalist Parti hükümetinin yerini Avrupa Merkez Bankası’nda başkan yardımcılığı yapmış Papademos ve bir ulusal birlik hükümeti alıyor. Bu “darbe”de Merkozy-IMF basıncının yanı sıra Yunanistan’ın egemen sınıfları da etkin rol oynadı. Financial Times’ta Misha Glenny’nin aktardığı gibi asla vergi vermeyen, Balkanlar üzerinden yapılan yakıt kaçakçılığından yılda üç milyar Avro kaldıran, Yunanistan’da yaptıkları paraları dışarıya, İngiltere gayrimenkul piyasasına kaçıran, yapılacak özelleştirmelerde kamu varlıklarını yok pahasına kapatmak için pusuda bekleyen oligarşinin, denetimindeki medya aracılığıyla yürüttüğü karalama kampanyası Papandreu’nun devrilmesinde belirleyici oldu. (Financial Times, 07/11) Papademos hükümetinin ilk görevi “kemer sıkma paketini” halka sormadan meclisten geçirmek.
Benzer bir sürecin, İtalya’da seçilmiş hükümetin devrilerek bir teknokratlar hükümetiyle, Berlusconi’nin İtalyan ve AB oligarşisinin muteber bürokratı, Cizvit okullarının yetiştirmesi Mario Monti ile değiştirilmesi sırasında izleyebiliyoruz...
Monti’nin adı öne çıkar, Berlusconi’nin gideceği belli olurken İtalyan büyük sermayesinin organı Confindustria’nın gazetesi “Acele Edin” başlığıyla çıkıyor, yorumunda “politikanın (demokrasinin) zamanının çok yavaş işlediğini, mali krizlerin zamanıyla çok uyumlu olmadığını” anlatıyordu. Monti’yi destekleyen medyanın önde gelen gazetelerinden Corsair’de, De Bortoli’nin genel müdürü, “tarafsız olmak, halk tarafından sevilmemeye yol açtığından, sevimsiz seçenekler, halk tarafından seçilen görevlerle uyuşmadığından, partiler dışı bir teknokratın gerekli olduğunu” anlatıyordu. (Il Manifesto, 11/11)
Confindustria’nın gazetesinin aksine, Yunanistan’da yayımlanan Eleftherotypia gazetesinin yazarlarından Aristeas Bougatsa’ya göre, yaşananlar “politikanın zamanıyla” son derecede uyumluydu, uluslararası sermayenin ve seçkinlerin politikasının zamanıyla...
Papandreou’nun yerine geçen Papademos’un ve Berlusconi’nin yerine geçecek olan Monti’nin ortak özellikleri, yaşamları boyunca sermayenin kurumlarında görev almış olmanın yanı sıra yıllarca, ‘Trilateral Komisyon’ üyeliği yapmış olmalarıydı. İki dönem Avrupa Komisyonu Başkanlığı yapan Monti halen, Trilateral Komisyon’da Avrupa’yı temsil eden iskemlede oturuyormuş. “Bildiğiniz gibi” diyor, Bougatsa, “Trilateral Komisyon ABD, Avrupa ve Asya sermayesinin, küreselleşmeyi ve uluslararası kapitalizmin çıkarlarını savunacak liderler yetiştiren bir kurumudur; bir komplo örgütü değil, uluslararası sermayenin yönetim aygıtlarından biridir. Papademos hükümetinde Papademos gibi Bilderberg üyesi de olan başka isimlerin olduğunu da aktarıyor Bougatsa (11/11).
Cumartesi günü La Stampa’nın bir yorumcusu, “sağda ve solda demokrasi elden gidiyor zilleri çalındığını”, “yorumcuların, krize çözüm bulma konusunda demokratik bir mutabakat oluşturulamadığından yakındıklarını” aktardıktan sonra, “aslında bu kaygıların yersiz olduğunu” iddia ediyordu; “Her hükümet meclisten onay almak durumundaydı... Monti de zaten kendini tüm uluslararası topluluk önünde kanıtlamış biriydi.” “Buna karşılık politikacılar, üstelik salt İtalya’da da değil, genelde, ekonominin ve uluslararası mali sermayenin araçlarını yönetmekte yeteneksiz olduklarını göstermişlerdi.”
Tüm bunlar, sermaye partileri sermayenin programına demokratik koşullarda halkın rızasını alamadığı için oluyor ve “İşçi sınıfının sermayenin iktidarına başkaldırması, devletin biçiminde bir krize yol aşıyor” (Aktaran: Galip Yalman, Transition to Neoliberalizm: The Case of Turkey in the 1980’s, İstanbul 2009, sf. 299) “Yeni rejim demokratik görüntüsünü koruyor, ama devletin biçiminde ciddi değişiklikler yaşanıyor.”
Tüm bunlar, yakın zamana kadar, medyada Alman Marshall Fonu gibi kurumlar için yazdıkları denemelerde “Türkiye’de demokratikleşme için AB çapasının ne kadar gerekli olduğunu” anlatan yerli malı tiplere ders olur mu desem, bana yazık...
Wednesday, November 09, 2011
Yunanistan’da ‘darbe’
(7 Kasım 201)
Yunanistan Başbakanı Papandreu, ordu üst kademesini görevinden aldı, ama kendini bir “darbe”nin kurbanı olmaktan kurtaramadı. Belli ki o da darbeleri askerlerin yaptığına inananlardandı; gerektiğinde orduları da kullanan iktidarın aslında başka yerlerde olduğunun ayırdında değildi...
‘Demos Cratos’ mu dediniz?
Yunanistan’da siyasetten konuşunca, Platon’un, Aristotales’in demokrasiye ilişkin kaygılarını anımsamamak olanaksız: Demokrasi yoksulların iktidarıdır; başı boş bırakılırsa zenginleri servetlerinden edebilir. Otokrasiyle demokrasi arasındaki alanda pratikte ideal olana en yaklaşanlar, zenginlerin servetini koruyan, yoksullara da kararlara bir yere kadar katılım olanağı vererek düzeni kabul etmelerini kolaylaştıran, değişik oranlarda oligarşi ve demokrasi karışımı rejimlerdir (1293a32). Ama Aristotales’in VI Kitap’ta demokrasinin türlerini tartışırken, “En İyi (istikrarlı) Demokrasi” başlığı altında, devlet hazinesinden yoksullara mali yardım yapılmasını; ama bu yardımın sadaka olarak değil, onların toprak alarak, iş kurarak yoksulluktan kurtulmalarına olanak sağlayacak biçimde verilmesine ilişkin öğütlerini de (1320b8) unutmamak gerekiyor.
Yunanistan’da (ABD ve AB’de de) üç yıldır yaşananlara bu gözlükle bakınca, “yoksulların” neden sokaklarda olduğunu ve “gerçek demokrasi” istemeye başladığını anlamak hiç de zor değil. Bırakın devlet hazinesinden yoksullara kaynak aktarmayı, devlet hazinesinden zenginlere aktarılan kaynağın yarattığı açığı kapamak için yoksulların elindekini de almaya çalışan; iş kurma, geçinme olanaklarını yok eden “demokrasilerle” karşı karşıyayız. Bu koşullarda, Avrupa’da, özellikle de Yunanistan’da rejimlerin, hızla “demokrasi”den uzaklaştığını, oligarşik özelliklerinin güçlendiğini söyleyebiliriz.
Platon ve Aristotales zamanında, yoksulların iradesinin devlete yansımasına olanak sağlayan, genel oy hakkının, kapitalist toplumlarda bir düzeni onaylama mekanizmasına dönüşmüş olduğunu, çoktandır biliyoruz. Öyle ki, daha ortada “kültür endüstrisi”, “medya makinesi” yokken ünlü anarşist düşünürlerden Emma Goldman (1869-1940), “Eğer gerçek bir değişiklik yaratacak olsaydı, genel oy hakkını da yasaklarlardı” diyordu (aktaran Mike Hume, Spike, 03/10). Bugün bu onaylama mekanizmasının çok daha güçlü ve etkin bir hale gelmiş olduğunu söylemek olanaklı. Bu yüzden, geçen hafta Yunanistan’da patlak veren referandum tartışmasının ortaya koyduğu gibi, bu hakkın bile askıya alınması, “zenginlerin” (uluslararası mali sermaye) yoksulların onayına başvuramayacak bir noktada olduklarını, demokrasiden vazgeçmeye hazır bir duruma geldiklerini gösteriyor.
Papandreu, iki yıldır neoliberal kemer sıkma paketlerini uygulayarak Yunanistan kapitalizmini ayakta tutmaya çalışıyor, bu sırada kriz derinleşiyor; toplumsal muhalefet, “yoksulların sesi” giderek yükseliyordu. AB yönetimi, geçen ay yeni bir kurtarma paketi, yeni kemer sıkma programıyla gelince, Papandreu, ayaklanmalarla, genel grevlerle sarsılan ülkede, yeni bir kemer sıkma paketinin riskini tek başına üstlenemeyeceğini, bu paketi referandum yoluyla halka onaylatırsa uygulama şansının artacağını düşündü.
Böylece Papandreu, genel seçimlere gitmeyerek hem muhalefetin yeni düzeyini yansıtacak bir meclisin oluşmasını engelliyor, hem de “kemer sıkma paketiyle AB üyeliğini özdeşleştirerek” orta sınıflara şantaj yapmayı, muhalefeti bölmeyi, medyanın, devletin etkisini de kullanarak kemer sıkma paketini onaylatmayı planlıyordu.
İlk anda çok kurnaz bir taktik gibi görünen bu adım, ortalığı karıştırdı. Belli ki ne Almanya-Fransa bloku neoliberal politikaları ne de gelinen noktada Yunan kapitalizmi AB ilişkisini bir referandumla halka onaylatabileceğine güveniyordu. Genelde AB’de, özelde Yunanistan’da kapitalizmin istikrarı, toplum üzerindeki etkisi o kadar zayıflamıştı ki, bir halkoylaması beklenmedik sonuçlar yaratabilirdi. Uçurumun kenarında dururken “demos cratos” oyunu oynamanın âlemi yoktu...
‘Darbe’ ve ‘U’ dönüşleri
Yunan muhafazakâr basını, Yeni Demokrasi Partisi “hain”, “deli” çığlıkları atmaya başlarken Papandreu, Alman Şansölyesi Merkel ve Fransa Devlet Başkanı Sarkozy tarafından apar topar G20 toplantısına çağrıldı. Orada, Merkel ve Sarkozy, Yunanistan’ın AB’den çıkma olasılığını gündeme getirerek Papandreu’ya, referandumdan vazgeçirmek için baskı yaptılar. Papandreu direnince de baskılar referandumun içeriği üzerinde yoğunlaştı; kemer sıkma paketi değil, AB üyeliği oylanmalıydı. Bunun üzerine Yunanistan Maliye Bakanı Venizelos, “Üyelik Yunanistan’ın tarihsel hakkıdır, oylanamaz” açıklamasını yaptı. Muhalefetteki Yeni Demokrasi Partisi lideri Antonis Samaras da aynı düşüncedeydi. IMF, istikrar paketi meclisten geçmezse para yok, dedi. Bu basınçlara dayanamayan Papandreu da referandumdan vazgeçti.
Papandreu cuma gecesi, partisi PASOK’tan iki milletvekili, Kaili ve Panariti’nin olumsuz açıklamalarından sonra, mecliste kaybetme olasılığı çok yüksek bir güvenoylamasıyla yüzleşmeye hazırlanırken artık teknokratlardan (Eleftherotypia gazetesine göre çoğu bankacılardan) oluşan bir “ulusal birlik” hükümetinin kurulmasının gerekliliğinden, başına da Avrupa Merkez Bankası eski başkan yardımcısı Lucas Papademos’un geçmesinden söz ediliyordu (Athens News, 04/11). Samaras’ın “teknokratlar hükümeti” önerisiyse, Khatimerini yorumcularından, Versendaal’ın deyişiyle, “Yunanistan’da politikacıların artık çözümün değil, sorunun parçası haline geldiğinin itirafıydı.”
Cuma gecesi yapılan güvenoylamasını Papandreu, PASOK temsilcilerini yeni bir koalisyon hükümeti oluşturma vaadiye ikna ederek 145’e 153 oyla kazandı.
Cumartesi günü, “U” dönüşü yapma sırası Yeni Demokrasi Partisi’ne gelmişti. Parti, önce koalisyon hükümetine karşı olduğunu açıkladı, hemen genel seçimlere gidilmesini istedi. Papandreu, önce gerekirse bir başkasının başbakanlığında bir koalisyon kurulmasını, bunun da paketi onaylamasını, bunlar gerçekleşmeden seçimlerin söz konusu olamayacağını açıkladı (Athens News, 05/10).
YD Partisi lideri Samas, yine pozisyon değiştirerek Yunanistan’ın AB üyeliğini korumak için, ülkeyi en kısa sürede genel seçimlere taşıyacak bir koalisyonu tartışmaya, Papandreu’nun istifa etmesi koşuluyla açık olduklarını, daha önce onaylamayı reddettikleri kemer sıkma paketini de onaylayacaklarını açıkladı (Khatimerini, 05/11).
Evet, belki Yunanistan’da askeri bir “darbe” gerçekleşmedi, ama Almanya ve Fransa’nın verdiği “muhtıra” ülkenin siyasi yapısını kökünden sarstı. PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi müthiş bir “U” dönüşle kemer sıkma paketini halkoylamasına sunmadan meclisten geçirmeyi, bunun için bir “ulusal birlik” hükümeti kurmayı, başbakan da istifa etmeyi kabul etti.
Böylece, bir AB üyesi olarak Yunanistan’ın seçilmiş siyasi liderlerinin özgürce karar alamayacağı; halkın yaşamını etkileyen kararların halkın onayına sunulmasına izin verilmeyeceği; iktidarın, üye ülkelerin hükümetlerinde değil, bir hegemonya inşa etmekte olan Almanya-Fransa ekseninde yoğunlaşmakta olduğu gözler önüne serildi. Franz Fanon’un “ulusal mekânda ötekinin iktidarı” tanımından hareket edersek, Yunanistan’ın da neredeyse bir sömürge statüsüne indirgendiğini de...
Yunanistan Başbakanı Papandreu, ordu üst kademesini görevinden aldı, ama kendini bir “darbe”nin kurbanı olmaktan kurtaramadı. Belli ki o da darbeleri askerlerin yaptığına inananlardandı; gerektiğinde orduları da kullanan iktidarın aslında başka yerlerde olduğunun ayırdında değildi...
‘Demos Cratos’ mu dediniz?
Yunanistan’da siyasetten konuşunca, Platon’un, Aristotales’in demokrasiye ilişkin kaygılarını anımsamamak olanaksız: Demokrasi yoksulların iktidarıdır; başı boş bırakılırsa zenginleri servetlerinden edebilir. Otokrasiyle demokrasi arasındaki alanda pratikte ideal olana en yaklaşanlar, zenginlerin servetini koruyan, yoksullara da kararlara bir yere kadar katılım olanağı vererek düzeni kabul etmelerini kolaylaştıran, değişik oranlarda oligarşi ve demokrasi karışımı rejimlerdir (1293a32). Ama Aristotales’in VI Kitap’ta demokrasinin türlerini tartışırken, “En İyi (istikrarlı) Demokrasi” başlığı altında, devlet hazinesinden yoksullara mali yardım yapılmasını; ama bu yardımın sadaka olarak değil, onların toprak alarak, iş kurarak yoksulluktan kurtulmalarına olanak sağlayacak biçimde verilmesine ilişkin öğütlerini de (1320b8) unutmamak gerekiyor.
Yunanistan’da (ABD ve AB’de de) üç yıldır yaşananlara bu gözlükle bakınca, “yoksulların” neden sokaklarda olduğunu ve “gerçek demokrasi” istemeye başladığını anlamak hiç de zor değil. Bırakın devlet hazinesinden yoksullara kaynak aktarmayı, devlet hazinesinden zenginlere aktarılan kaynağın yarattığı açığı kapamak için yoksulların elindekini de almaya çalışan; iş kurma, geçinme olanaklarını yok eden “demokrasilerle” karşı karşıyayız. Bu koşullarda, Avrupa’da, özellikle de Yunanistan’da rejimlerin, hızla “demokrasi”den uzaklaştığını, oligarşik özelliklerinin güçlendiğini söyleyebiliriz.
Platon ve Aristotales zamanında, yoksulların iradesinin devlete yansımasına olanak sağlayan, genel oy hakkının, kapitalist toplumlarda bir düzeni onaylama mekanizmasına dönüşmüş olduğunu, çoktandır biliyoruz. Öyle ki, daha ortada “kültür endüstrisi”, “medya makinesi” yokken ünlü anarşist düşünürlerden Emma Goldman (1869-1940), “Eğer gerçek bir değişiklik yaratacak olsaydı, genel oy hakkını da yasaklarlardı” diyordu (aktaran Mike Hume, Spike, 03/10). Bugün bu onaylama mekanizmasının çok daha güçlü ve etkin bir hale gelmiş olduğunu söylemek olanaklı. Bu yüzden, geçen hafta Yunanistan’da patlak veren referandum tartışmasının ortaya koyduğu gibi, bu hakkın bile askıya alınması, “zenginlerin” (uluslararası mali sermaye) yoksulların onayına başvuramayacak bir noktada olduklarını, demokrasiden vazgeçmeye hazır bir duruma geldiklerini gösteriyor.
Papandreu, iki yıldır neoliberal kemer sıkma paketlerini uygulayarak Yunanistan kapitalizmini ayakta tutmaya çalışıyor, bu sırada kriz derinleşiyor; toplumsal muhalefet, “yoksulların sesi” giderek yükseliyordu. AB yönetimi, geçen ay yeni bir kurtarma paketi, yeni kemer sıkma programıyla gelince, Papandreu, ayaklanmalarla, genel grevlerle sarsılan ülkede, yeni bir kemer sıkma paketinin riskini tek başına üstlenemeyeceğini, bu paketi referandum yoluyla halka onaylatırsa uygulama şansının artacağını düşündü.
Böylece Papandreu, genel seçimlere gitmeyerek hem muhalefetin yeni düzeyini yansıtacak bir meclisin oluşmasını engelliyor, hem de “kemer sıkma paketiyle AB üyeliğini özdeşleştirerek” orta sınıflara şantaj yapmayı, muhalefeti bölmeyi, medyanın, devletin etkisini de kullanarak kemer sıkma paketini onaylatmayı planlıyordu.
İlk anda çok kurnaz bir taktik gibi görünen bu adım, ortalığı karıştırdı. Belli ki ne Almanya-Fransa bloku neoliberal politikaları ne de gelinen noktada Yunan kapitalizmi AB ilişkisini bir referandumla halka onaylatabileceğine güveniyordu. Genelde AB’de, özelde Yunanistan’da kapitalizmin istikrarı, toplum üzerindeki etkisi o kadar zayıflamıştı ki, bir halkoylaması beklenmedik sonuçlar yaratabilirdi. Uçurumun kenarında dururken “demos cratos” oyunu oynamanın âlemi yoktu...
‘Darbe’ ve ‘U’ dönüşleri
Yunan muhafazakâr basını, Yeni Demokrasi Partisi “hain”, “deli” çığlıkları atmaya başlarken Papandreu, Alman Şansölyesi Merkel ve Fransa Devlet Başkanı Sarkozy tarafından apar topar G20 toplantısına çağrıldı. Orada, Merkel ve Sarkozy, Yunanistan’ın AB’den çıkma olasılığını gündeme getirerek Papandreu’ya, referandumdan vazgeçirmek için baskı yaptılar. Papandreu direnince de baskılar referandumun içeriği üzerinde yoğunlaştı; kemer sıkma paketi değil, AB üyeliği oylanmalıydı. Bunun üzerine Yunanistan Maliye Bakanı Venizelos, “Üyelik Yunanistan’ın tarihsel hakkıdır, oylanamaz” açıklamasını yaptı. Muhalefetteki Yeni Demokrasi Partisi lideri Antonis Samaras da aynı düşüncedeydi. IMF, istikrar paketi meclisten geçmezse para yok, dedi. Bu basınçlara dayanamayan Papandreu da referandumdan vazgeçti.
Papandreu cuma gecesi, partisi PASOK’tan iki milletvekili, Kaili ve Panariti’nin olumsuz açıklamalarından sonra, mecliste kaybetme olasılığı çok yüksek bir güvenoylamasıyla yüzleşmeye hazırlanırken artık teknokratlardan (Eleftherotypia gazetesine göre çoğu bankacılardan) oluşan bir “ulusal birlik” hükümetinin kurulmasının gerekliliğinden, başına da Avrupa Merkez Bankası eski başkan yardımcısı Lucas Papademos’un geçmesinden söz ediliyordu (Athens News, 04/11). Samaras’ın “teknokratlar hükümeti” önerisiyse, Khatimerini yorumcularından, Versendaal’ın deyişiyle, “Yunanistan’da politikacıların artık çözümün değil, sorunun parçası haline geldiğinin itirafıydı.”
Cuma gecesi yapılan güvenoylamasını Papandreu, PASOK temsilcilerini yeni bir koalisyon hükümeti oluşturma vaadiye ikna ederek 145’e 153 oyla kazandı.
Cumartesi günü, “U” dönüşü yapma sırası Yeni Demokrasi Partisi’ne gelmişti. Parti, önce koalisyon hükümetine karşı olduğunu açıkladı, hemen genel seçimlere gidilmesini istedi. Papandreu, önce gerekirse bir başkasının başbakanlığında bir koalisyon kurulmasını, bunun da paketi onaylamasını, bunlar gerçekleşmeden seçimlerin söz konusu olamayacağını açıkladı (Athens News, 05/10).
YD Partisi lideri Samas, yine pozisyon değiştirerek Yunanistan’ın AB üyeliğini korumak için, ülkeyi en kısa sürede genel seçimlere taşıyacak bir koalisyonu tartışmaya, Papandreu’nun istifa etmesi koşuluyla açık olduklarını, daha önce onaylamayı reddettikleri kemer sıkma paketini de onaylayacaklarını açıkladı (Khatimerini, 05/11).
Evet, belki Yunanistan’da askeri bir “darbe” gerçekleşmedi, ama Almanya ve Fransa’nın verdiği “muhtıra” ülkenin siyasi yapısını kökünden sarstı. PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi müthiş bir “U” dönüşle kemer sıkma paketini halkoylamasına sunmadan meclisten geçirmeyi, bunun için bir “ulusal birlik” hükümeti kurmayı, başbakan da istifa etmeyi kabul etti.
Böylece, bir AB üyesi olarak Yunanistan’ın seçilmiş siyasi liderlerinin özgürce karar alamayacağı; halkın yaşamını etkileyen kararların halkın onayına sunulmasına izin verilmeyeceği; iktidarın, üye ülkelerin hükümetlerinde değil, bir hegemonya inşa etmekte olan Almanya-Fransa ekseninde yoğunlaşmakta olduğu gözler önüne serildi. Franz Fanon’un “ulusal mekânda ötekinin iktidarı” tanımından hareket edersek, Yunanistan’ın da neredeyse bir sömürge statüsüne indirgendiğini de...
Tuesday, November 01, 2011
Kurtarma paketi - Alman tankları
(31 Ekim 2001)
Avrupa Birliği liderleri, perşembe günü sabah 04.00’te, Yunanistan’ın iflasını, Avro’nun çöküşünü, küresel bir mali krizi önleyecek yeni bir kurtarma paketi üzerinde anlaştıklarını açıkladılar. O gün mali piyasalar uzun zamandır görülmeyen bir hevesle ileri atıldılar. Ancak, ihtiyatlı bir Wall Street Journal başyazısının işaret ettiği gibi, piyasalar, Brüksel’den sabaha karşı gelen haberlere daha önce de böyle heyecanlı tepkiler vermemişler miydi?
Gerçekten de cuma günü, Wolfgan Müncahu Financial Times’da, “Belki bir gün AB liderleri krizi aşacak bir paketle gelecekler, ama bugün o gün değil” yorumunu yaparken, piyasalar, kurtarma paketinin ilk anda sandıkları kadar parlak olmayabileceğinin ayırdına vararak hız kesiyorlardı.
Pakete ilişkin kaygıları kabaca iki başlık altında toplamak olanaklıydı. Birincisi, paketin sonuç alabilmesi için, halk deyişiyle bir “olsayla bulsa bir araya gelse” durumu söz konusuydu. İkincisi, tüm bu “olsalar ve bulsalar” sonunda “bir araya gelseler” bile paket mali krizin aşılması için gerekli temel koşulu, ekonomik büyümeyi teşvik edecek gibi görünmüyordu.
Bu ekonomik kaygıların yanı sıra bir de süreci iyice zorlaştıracak gibi görünen bir kaygı daha giderek öne çıkıyordu. La Stampa’da Enrico Rusconi’nin perşembe günü vurguladığı gibi, bu kaygı “ulusal egemenlik” konusuyla ilgiliydi: Mali krize müdahale süreci ilerledikçe Almanya’nın egemenliği ve AB üzerindeki hegemonyası güçlenirken, yalnızca Yunanistan, Portekiz gibi görece küçük ülkelerin değil, AB’nin üçüncü büyük ekonomisi İtalya’nın bile ulusal egemenliği giderek zayıflıyordu...
‘Olsayla bulsa...’
Perşembe günü açıklanan kurtarma paketinin içeriğini üç başlık altında özetleyebiliriz. (1) Yunanistan’dan alacağı olan bankalar, bu alacaklarının yüzde 50’sini gönüllü olarak silecekler. Böylece Yunanistan’ın borçlarının GSMH’ye oranı 2020 yılına kadar yüzde 160’tan yüzde 120’ye (Mali İstikrar Paktı’nın koyduğu yüzde 60 sınırının iki katı) inecek. (2) Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF) 440 milyar Avro’dan, 1 triyon Avro’ya yükselecek. Bu, miktar konuyu yakından izleyen yorumcuların gerekli gördüğü büyüklüğün ancak yarısına ulaşıyor (The Times, Le Monde, 28/10/011). (3) Bankalar Haziran 2012’ye kadar sermaye tabanlarını güçlendirmek için toplam 106 milyar Avro yeni kaynak bulacak, rezerv oranlarını yüzde 9’a yükseltecekler.
Paketle ilgili ilk sorun bu “gönüllü” kavramından kaynaklanıyor. Bu kavram Yunanistan’ın iflas ettiğini gizleyerek CDS denen kredi sigorta sorumlulukları zincirinin devreye girmesini önlemeyi amaçlıyor. Ancak CDS’leri kullanmak bazı bankalar için daha avantajlı olabiliyor. Bankaları gönüllü olarak borç silmeye Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) ikna edecek. Ne kadar başarılı olacağı henüz belli değil. Diğer taraftan, bankaların bu borç silme operasyonunu gerçekleştirmeden önce, sermaye tabanlarını güçlendirmek için gereken 106 milyar doları nereden bulacakları da henüz belli değil.
EFSF’nin 440 milyar Avro’dan 1 triyon Avro’ya yükseltilmesine gelirsek... Birincisi, halen Fon’da yalnızca 220 milyar Avro var. Bunu trilyona yükseltmek için gerekli kaynak, AB üye ülkeleri “vergi mükelleflerine” yeni yük getirilmeyeceği ısrarla vurgulandığına göre, esas olarak başta Çin olmak üzere kimi rezervleri kuvvetli ülkelerin devlet fonlarından sağlanacak. Bunun ışık tuttuğu jeopolitik görüntü bir yana, bu ülkelerin bu yatırım karşılığında dayatacakları ekonomik, özellikle de siyasi koşulların AB için kabul edilir olmasına bağlı (Spiegel, 28/10/011).
Paketin bu aşaması da başarıyla tamamlansa, Yunanistan’ın borcunun yarısı silinse bile geride kalan miktar, sürdürülebilirliği sağlamak, daha uygun koşullarla da olsa yeni borçlanmaları gerektirecek. Borçların büyümeye devam etmemesi için Yunanistan ekonomisinin kaynak yaratması; diğer bir deyişle büyümeye başlaması gerekiyor. Yunanistan hükümeti, harcamaları keser, işten çıkarmalara devam eder, varlıklarını satarken toplumsal muhalefet meydanlarla genel grevler arasında gidip gelirken, bu büyüme nasıl sağlanacak? Cumartesi günü Berlusconi “Avro’ya kimse güvenmiyor” derken, Financial Times’a göre “piyasalar artık İtalya’ya güvenmiyordu.” La Reppublica da “krizin İtalya ve İspanya’ya bulaşma olasılığının IMF’yi alarma geçirdiğini” bildiriyordu.
‘Avrupa’da egemenlik kimde?’
Açıklanan kurtarma paketinin ayrıntılarını, özellikle de bu paketin içeriğinin hazırlanma koşullarını düşünürken, tartışmalar aniden adeta başa, Avro’nun ilk yaratıldığı sırada gündemde olan, “Arkasında siyasi bir egemenlik olmayan bir para yaşayabilir mi” sorusuna geri döndü. Bu soruya geri dönen tartışmaların en ilgincine İtalyan gazetesi La Stampa’da rastladım.
Enrico Rusconi, yorumunda, sorunu çok berrak bir biçimde koyuyordu: “Bugün Avrupa’da egemenlik nerede bulunuyor?” Rusconi, olası cevapların sonuçları üzerinde düşünmeye devam ederken muhafazakâr Alman hukuk ve siyaset teorisyeni Carl Schmitt’in “egemen olan, olağanüstü koşulun (sıkıyönetim anlamına da geliyor-E.Y) uygulanması konusunda karar alabilendir” tanımına başvuruyor. Bugün Avrupa’da bir “olağanüstü koşullar” uygulaması var. Bu ortamda Berlin ve Roma’nın durumlarını karşılaştırırsak diye devam ediyor... Alman parlamentosu Bundestag, Merkel’in raporunu dikkatle dinliyor; Merkel’i, Avro’yu koruma, işin gerekenleri yapmak konusunda yetkilendiren kararı alıyor.
Merkel bu kararı uygulamaya başladığında “diğer üye ülkelerin hükümetlerine bu karar doğrultusunda yeniden şekillenmek düşüyor”. Rusconi’ye göre bu olgu, “egemenliğin Bundestag’da olduğunu”, diğer, “parlamentosu felç olmuş, siyasetinde iktidarsızlık yaşayan İtalya gibi AB ülkelerinin bir egemenlik kaybı yaşadığını gösteriyor”.
Bu yoruma Fransa’nın muhafazakâr gazetesi Le Figaro da katılıyordu. Le Figaro, “Merkel ile Berlusconi arasında seçim yaparken tereddüt edecek değiliz” dedikten sonra ekiyordu: “Almanya’nın egemenliği doğmakta olan mimarinin bir unsurudur. Bu Avrupa projesini yeniden Almanya ile el ele inşa etme konusunda bizi motive etmelidir”(Le Figaro, 26/10/011).
Yunan gazetelerine kısaca bir göz atınca, bu “yeniden inşaya” katılma bağlamında motive olmayan tek ülkenin İtalya olmadığını görüyoruz. Örneğin, Eleftherotypia paketin açıklandığı gün “İçi Alman tanklarıyla dolu” başlığıyla çıkarken, yazarlarından Moses Lychees cumartesi günü, “Bankaların saçı biraz kesilse ne olur? Biz Yunanlılar, Portekizliler, İspanyollar, İtalyanlar... çalışma ve toplumsal haklarımız söz konusu olduğunda koyun gibi kırkıldık” diye yazıyordu. Prof. Nikou Kotza, “Avrupa’da borçlandırma yoluyla bir imparatorluk kurulduğundan”... “otoriter demokrasiye doğru ilerlendiğinden” söz ediyordu.
Kathimerini gazetesine bir yorumuyla katılan Handelsblatt (Almanya’nın finans gazetesi) editörü Steingart, dayatılan ekonomi politikasını, Rusya’da uygulanan “şok terapiye” benzetiyor. “Dr. Şok demokrasinin düşmanıdır”... “Ben Yunanistan’da yaşıyor olsam bir gözüm ordunun üzerinde olurdu” diyor.
Gerçekten de cuma günü, Wolfgan Müncahu Financial Times’da, “Belki bir gün AB liderleri krizi aşacak bir paketle gelecekler, ama bugün o gün değil” yorumunu yaparken, piyasalar, kurtarma paketinin ilk anda sandıkları kadar parlak olmayabileceğinin ayırdına vararak hız kesiyorlardı.
Pakete ilişkin kaygıları kabaca iki başlık altında toplamak olanaklıydı. Birincisi, paketin sonuç alabilmesi için, halk deyişiyle bir “olsayla bulsa bir araya gelse” durumu söz konusuydu. İkincisi, tüm bu “olsalar ve bulsalar” sonunda “bir araya gelseler” bile paket mali krizin aşılması için gerekli temel koşulu, ekonomik büyümeyi teşvik edecek gibi görünmüyordu.
Bu ekonomik kaygıların yanı sıra bir de süreci iyice zorlaştıracak gibi görünen bir kaygı daha giderek öne çıkıyordu. La Stampa’da Enrico Rusconi’nin perşembe günü vurguladığı gibi, bu kaygı “ulusal egemenlik” konusuyla ilgiliydi: Mali krize müdahale süreci ilerledikçe Almanya’nın egemenliği ve AB üzerindeki hegemonyası güçlenirken, yalnızca Yunanistan, Portekiz gibi görece küçük ülkelerin değil, AB’nin üçüncü büyük ekonomisi İtalya’nın bile ulusal egemenliği giderek zayıflıyordu...
‘Olsayla bulsa...’
Perşembe günü açıklanan kurtarma paketinin içeriğini üç başlık altında özetleyebiliriz. (1) Yunanistan’dan alacağı olan bankalar, bu alacaklarının yüzde 50’sini gönüllü olarak silecekler. Böylece Yunanistan’ın borçlarının GSMH’ye oranı 2020 yılına kadar yüzde 160’tan yüzde 120’ye (Mali İstikrar Paktı’nın koyduğu yüzde 60 sınırının iki katı) inecek. (2) Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF) 440 milyar Avro’dan, 1 triyon Avro’ya yükselecek. Bu, miktar konuyu yakından izleyen yorumcuların gerekli gördüğü büyüklüğün ancak yarısına ulaşıyor (The Times, Le Monde, 28/10/011). (3) Bankalar Haziran 2012’ye kadar sermaye tabanlarını güçlendirmek için toplam 106 milyar Avro yeni kaynak bulacak, rezerv oranlarını yüzde 9’a yükseltecekler.
Paketle ilgili ilk sorun bu “gönüllü” kavramından kaynaklanıyor. Bu kavram Yunanistan’ın iflas ettiğini gizleyerek CDS denen kredi sigorta sorumlulukları zincirinin devreye girmesini önlemeyi amaçlıyor. Ancak CDS’leri kullanmak bazı bankalar için daha avantajlı olabiliyor. Bankaları gönüllü olarak borç silmeye Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) ikna edecek. Ne kadar başarılı olacağı henüz belli değil. Diğer taraftan, bankaların bu borç silme operasyonunu gerçekleştirmeden önce, sermaye tabanlarını güçlendirmek için gereken 106 milyar doları nereden bulacakları da henüz belli değil.
EFSF’nin 440 milyar Avro’dan 1 triyon Avro’ya yükseltilmesine gelirsek... Birincisi, halen Fon’da yalnızca 220 milyar Avro var. Bunu trilyona yükseltmek için gerekli kaynak, AB üye ülkeleri “vergi mükelleflerine” yeni yük getirilmeyeceği ısrarla vurgulandığına göre, esas olarak başta Çin olmak üzere kimi rezervleri kuvvetli ülkelerin devlet fonlarından sağlanacak. Bunun ışık tuttuğu jeopolitik görüntü bir yana, bu ülkelerin bu yatırım karşılığında dayatacakları ekonomik, özellikle de siyasi koşulların AB için kabul edilir olmasına bağlı (Spiegel, 28/10/011).
Paketin bu aşaması da başarıyla tamamlansa, Yunanistan’ın borcunun yarısı silinse bile geride kalan miktar, sürdürülebilirliği sağlamak, daha uygun koşullarla da olsa yeni borçlanmaları gerektirecek. Borçların büyümeye devam etmemesi için Yunanistan ekonomisinin kaynak yaratması; diğer bir deyişle büyümeye başlaması gerekiyor. Yunanistan hükümeti, harcamaları keser, işten çıkarmalara devam eder, varlıklarını satarken toplumsal muhalefet meydanlarla genel grevler arasında gidip gelirken, bu büyüme nasıl sağlanacak? Cumartesi günü Berlusconi “Avro’ya kimse güvenmiyor” derken, Financial Times’a göre “piyasalar artık İtalya’ya güvenmiyordu.” La Reppublica da “krizin İtalya ve İspanya’ya bulaşma olasılığının IMF’yi alarma geçirdiğini” bildiriyordu.
‘Avrupa’da egemenlik kimde?’
Açıklanan kurtarma paketinin ayrıntılarını, özellikle de bu paketin içeriğinin hazırlanma koşullarını düşünürken, tartışmalar aniden adeta başa, Avro’nun ilk yaratıldığı sırada gündemde olan, “Arkasında siyasi bir egemenlik olmayan bir para yaşayabilir mi” sorusuna geri döndü. Bu soruya geri dönen tartışmaların en ilgincine İtalyan gazetesi La Stampa’da rastladım.
Enrico Rusconi, yorumunda, sorunu çok berrak bir biçimde koyuyordu: “Bugün Avrupa’da egemenlik nerede bulunuyor?” Rusconi, olası cevapların sonuçları üzerinde düşünmeye devam ederken muhafazakâr Alman hukuk ve siyaset teorisyeni Carl Schmitt’in “egemen olan, olağanüstü koşulun (sıkıyönetim anlamına da geliyor-E.Y) uygulanması konusunda karar alabilendir” tanımına başvuruyor. Bugün Avrupa’da bir “olağanüstü koşullar” uygulaması var. Bu ortamda Berlin ve Roma’nın durumlarını karşılaştırırsak diye devam ediyor... Alman parlamentosu Bundestag, Merkel’in raporunu dikkatle dinliyor; Merkel’i, Avro’yu koruma, işin gerekenleri yapmak konusunda yetkilendiren kararı alıyor.
Merkel bu kararı uygulamaya başladığında “diğer üye ülkelerin hükümetlerine bu karar doğrultusunda yeniden şekillenmek düşüyor”. Rusconi’ye göre bu olgu, “egemenliğin Bundestag’da olduğunu”, diğer, “parlamentosu felç olmuş, siyasetinde iktidarsızlık yaşayan İtalya gibi AB ülkelerinin bir egemenlik kaybı yaşadığını gösteriyor”.
Bu yoruma Fransa’nın muhafazakâr gazetesi Le Figaro da katılıyordu. Le Figaro, “Merkel ile Berlusconi arasında seçim yaparken tereddüt edecek değiliz” dedikten sonra ekiyordu: “Almanya’nın egemenliği doğmakta olan mimarinin bir unsurudur. Bu Avrupa projesini yeniden Almanya ile el ele inşa etme konusunda bizi motive etmelidir”(Le Figaro, 26/10/011).
Yunan gazetelerine kısaca bir göz atınca, bu “yeniden inşaya” katılma bağlamında motive olmayan tek ülkenin İtalya olmadığını görüyoruz. Örneğin, Eleftherotypia paketin açıklandığı gün “İçi Alman tanklarıyla dolu” başlığıyla çıkarken, yazarlarından Moses Lychees cumartesi günü, “Bankaların saçı biraz kesilse ne olur? Biz Yunanlılar, Portekizliler, İspanyollar, İtalyanlar... çalışma ve toplumsal haklarımız söz konusu olduğunda koyun gibi kırkıldık” diye yazıyordu. Prof. Nikou Kotza, “Avrupa’da borçlandırma yoluyla bir imparatorluk kurulduğundan”... “otoriter demokrasiye doğru ilerlendiğinden” söz ediyordu.
Kathimerini gazetesine bir yorumuyla katılan Handelsblatt (Almanya’nın finans gazetesi) editörü Steingart, dayatılan ekonomi politikasını, Rusya’da uygulanan “şok terapiye” benzetiyor. “Dr. Şok demokrasinin düşmanıdır”... “Ben Yunanistan’da yaşıyor olsam bir gözüm ordunun üzerinde olurdu” diyor.
Subscribe to:
Posts (Atom)