Perşembe günü AB liderlerinin Brüksel zirvesinde alınan Yunanistan’ı kurtarma kararları, piyasaları çok sevindirdi. Borsalarda, indeksler hızla yükselirken Financial Times, Lex köşesinde, “Fazla abarttınız” diyordu, ama genelde “Avrupa Birliği, dünya mali sistemi uçurumun kenarından döndü” havası hâkimdi.
Aynı gün, New York Times Başkan Obama ile Cumhuriyetçi Parti’nin meclis grup başkanı Boehner’in bütçe açığını azaltmaya yönelik bir program üzerinde anlaşmak üzere olduklarını aktarıyordu. Daha sonra, Boehner’in sözcüsü Twitter’de “yok bir şey dediyse” de piyasalar, 14 trilyon dolarlık borçlanma sınırına dayanan ABD’nin 2 Ağustos’ta temerrüde düşerek küresel mali piyasalarda bir fırtına yaratma olasılığının zayıfladığına inanıyorlardı.
Ama, insan beyni garip, birden aklıma, Meşrutiyet dönemi eğitim bakanlarından Emrullah Efendi geldi, hani şu “Mektepler olmasaydı Maarifi ne güzel idare ederdim” sözüyle ünlü zat. “Haydaa, ne alakası var” diyordum ki, jeton düştü: “Şu halk olmasa bu krizden ne güzel çıkardık”... Hep, “bankalar şöyle rahatladı”, “bulaşıcılık böyle önlendi” filan... Ama alınan önlemlerin başarısı, halkların, krizin bugüne kadar yarattığı yıkıntıya ek olarak, yeni yükleri üstlenmeyi kabul etmesine bağlı. Ya etmezlerse? Yunanistan Komünist Partisi yayın organı Rizospastis, cuma günü “Avro zirvesi işçi sınıfını daha da yoksullaştıracak yeni önlemler getiriyor. Halk bu borç plütokrasisini tanımıyor ve onun borçlarını ödemeyecek!” diyordu...
Büyük dönüm noktası...
Yunanistan’ın Yeni Demokrasi Partisi (muhafazakâr) eski milletvekillerinden Petros Doukas’ın Tovima’daki yorumuna bakılırsa (22/07/11), perşembe günü Brüksel’de alınan kararlar “büyük bir dönüm noktası” oluşturuyor. Bu kararlar sayesinde “Yunan hastalığının metastaz yaparak İtalya’yı hatta belki de ABD’yi etkilemesi” önlenmiş.
Brüksel’de sert pazarlıklardan sonra üzerinde anlaşılan paket 14 maddeden oluşuyor. Yunanistan’la ilgili maddeler, Avrupa Finansal Stabilizasyon Kurumu’ndan (EFSF),109 milyon Avro’luk bir yardım paketini, alacaklı özel sektör bankalarından 37 milyar Avro’luk gönüllü bir katkıyı içeriyor. Paket 2010’daki kurtarma paketinde EFSF’nin verdiği kredilerin vadesini 7.5 yıldan 15 yıla uzatıyor, faizlerini yüzde 5.5’ten 3.5’e düşürüyor. Paket Yunanistan’a, rekabet kapasitesini, büyüme olanaklarını güçlendirmesine ve reformları uygulamasına yardımcı olmak amacıyla bir Avrupa Marshall Fonu kurmayı hedefliyor.
Stabilizasyon araçları başlıklı ikinci bölümde, EFSF’nin esnekliği, gerektiğinde ikincil piyasalara müdahale edebilecek biçimde arttırılıyor. EFSF’nin Yunanistan’a yardım koşularının Portekiz ve İrlanda’ya da uygulanacağı açıklanıyor. Ekonomik Yönetişim başlıklı üçüncü bölüm, İstikrar Paktı’nı güçlendiren, makro ekonomik gelişmeleri yakından izlenmesine olanak veren bir yasal paketin en kısa sürede tamamlanmasını, bağlayıcı bir mali kuralların çerçevesini 2012’nin sonuna kadar tamamlamayı amaçlıyor. Paket AB dışındaki kredi değerlendirme kurumlarına bağımlılığın azaltılması gerektiğini vurguluyor.
Bu önlemleri “piyasa” ve uzmanlar tarafından AB’nin ileri derecede merkezileşmesi, bir Avrupa Para Fonu oluşturulması yönünde atılmış adımlar olarak yorumladılar. Daily Telegraph’ın ekonomik editörüne göre de “Almanya arzu ettiği imparatorluğa kavuşmuştu”. Borç ödeme sürelerinin uzatılmasıysa “temerrüde düşürmek” olarak yorumlandı. Ancak,Financial Times Lex’in vurguladığı gibi “Madem ki hükümetler Avro’yu ayakta tutmaya kararlı olduklarını açıklamışlardı, yatırımcıların bu karara karşı oynamaları çok riskli olacaktı”. Anımsarsanız, krizden önce, “piyasalar karar verdi, hükümetler ne yapabilir ki” denirdi. “Şimdi hükümetler karar verdi piyasalar ne yapabilir ki” noktasına geldik.
... ama ‘Depresyon’ hâlâ gündemde
Peki, bundan sonra ne olacak? Geçen hafta Prof. Krugman’ın New York Times’da işaret ettiği gibi bu paket kısa dönemde bir çöküşü engellemiş olabilir ama, “daha genelde, kaçınılmaz olarak ekonomik krizi derinleştirecek”.
Alınan önlemler, neo-liberal reformların uygulanması koşuluna bağlandığından, bir taraftan, ekonominin kaynaklarını halkın daha da yoksullaşması, işsizliğin artması, ekonominin resesyona itilmesi pahasına borç ödemeye yönlendiriyor. Öbür taraftan, bu yeni önlemler paketi, AB yönetiminde seçilmemiş, hükümetler üstü bürokratların gücünü arttırıyor. Böylece AB’nin “demokratik açık” denen meşruiyet sorunu derinleşirken, önlemlerin uygulanmasıyla halk daha da yoksullaştıkça, ulusal düzeyde AB düşmanlığı, önlemlere karşı toplumsal direniş daha da güçleniyor. AB liderliği kısa dönemli sorunu atlatmaya çalışırken halkın tepkilerini göz önüne almadığından kendini, “sürekli bir siyasi ekonomik krizin içine atıyor” (Breakthrough Europe, 21/07/11).
ABD’de, piyasaların umutla beklediği bütçe açığını azaltmaya yönelik anlaşmanın da sorunu aynı: Halkın tepkisini göz önüne almadan, en zengin kesimi korurken, bütün yükü çalışanların, en alt sınıfların sırtına yıkmayı amaçlamak.
The Nation dergisinden George Zornic’in, Obama ile Boehner’in üzerinde anlaşmaları beklenen paketi irdelerken gösterdiği gibi zenginlerin vergilerinde bir artış olmuyor, kurumlar vergisi azaltılıyor, savunma harcamalarına dokunulmuyor. Bunlara karşılık, sosyal güvenlik ödemeleri, sağlık, ilaç fiyatları destekleri azaltılıyor. Federal hükümetin öğrencilere ve özürlülere yönelik mali desteklerinde de kesintiler yapılıyor.
Tüm bunlar, Reagan’ın Ekonomik Danışmanlar Konseyi’nin Başkanı, Harvard’dan Prof. Martin Feldstein, “Amerikan ekonomisi belirgin biçimde yavaşladı, her gelen veri yeni bir gerileme olasılığının arttığını gösteriyor” (The Daily Star,22/07/11) sözleriyle betimlediği bir ortamda planlanıyor.
Prof. Krugman da tüketici talebinin ne kadar gerilemiş olduğuna dikkat çektikten sonra “daralmış bir ekonomimiz var. Peki, politikacılar ne öneriyorlar. Hiçbir şey”... “Aksine Brüksel ve Washington’da kamu harcamalarında kesinti yapmaktan başka bir şey konuşulmuyor” diyor. Diğer bir deyişle adeta, toplumda yalnızca bankacılar ve devlet varmış, halk yokmuş gibi davranıyorlar.
Ama halk var. Geçen hafta Roubini “Ekonomik büyüme olmadan, kemer sıkma ve reform, toplumsal istikrarsızlık ve siyasi tepki yaratır” diyerek uyarıyordu. Financial Times da bir yorumunda, bugün dünyada en büyük siyasi istikrarsızlık kaynağını “orta sınıfların tepkisinin” oluşturduğunu savunuyordu. “Orta Sınıf Ayaklanmaları Küresel Bir Tehdit Oluşturuyor” başlıklı yazı, esas olarak, gelişmekte olan ülkelerde ama giderek her yerde, yoksullaşan, beklentileri karşılanmayan orta sınıfların (ücretle çalışanların- bizim orta sınıf proletarya kavramıyla dikkat çekmeye çalıştığımız kesim) sokak gösterilerinin, protestolarının, öğrencilerin, gençlerin, “daha çok katılım ve en önemlisi daha çok eşitlik talepleriyle” ayaklanmalarının, toplumsal istikrara yönelik büyük bir tehdit oluşturduğunu savunuyordu.
Tüm bunlardan sonra, Brüksel ve Washington’dakilere bakarak “Tanrılar mahvedeceklerini önce çıldırtırlarmış” diyen Yunan atasözünü anımsarsam acaba çok mu iyimser davranmış olurum...
No comments:
Post a Comment