George Soros krizin ikinci aşamasına girildiğini, 1929 tarzı bir depresyon riskinin hâlâ gündemde olduğunu söylüyor (Bloomberg, 10/06). Dünyanın en büyük bono fonu Pimco’nun CEO’su Mohammed A. El Erian (Nobel ödüllü iktisatçı Michael Spence’le birlikte), “Yükselen piyasalar dünyayı kurtarabilir” başlıklı yorumunda (The Moscow Times, 09/06), umudunu gelişmekte olan piyasaların tüketicilerine bağlıyor. Kısacası piyasaların iki büyük ismi, krizin üçüncü yılında çok kritik bir konjonktürün şekillenmekte olduğuna işaret ediyor.
Yas tutmanın aşamaları gibi bir şey...
Finansal kriz 2007’nin ilk yarısında ABD ev piyasalarında başladı. Temmuz 2007’de Bear Sterns’in çöküşü krizin gerçek boyutlarını sergiledi. Ancak, piyasa ekonomistleri, medya bu gerçeği, Lehman Brothers’ın Eylül 2008’de iflasına kadar yadsıdılar, sonra da büyük bir kızgınlıkla, bankacıları suçlamaya başladılar. Arkasından,uzlaşma arayışı aşaması başladı. Krizin derinleşmemesi için bankerlerin kurtarılması, devletlerin zararı üstlenmesi, piyasalara yeni denetimlerin getirilmesi gerekiyordu. Piyasalar denetim istemiyorlardı; yarın yokmuş gibi borçlananların hiç mi suçu yoktu? Çalışanlar da, devletlerin açıklarını kapatmak için yöneldikleri kemer sıkma politikalarına direnmeye başlıyordu.
Adeta hep birlikte değerli bir şeyi (bir insanı ya da serveti) kaybetmenin acısına uyum sağlama sürecinin aşamalarından geçiyorduk: Yadsıma, kızgınlık, müzakere, şimdi de sıra depresyona geliyordu. Durumukabullenme aşamasınaysa daha çok vardı.
Avrupa’da Portekiz, İrlanda, İspanya, Yunanistan hükümetlerinin yanı sıra, İngiltere ve Almanya gibi merkez ülkeler de değil, G20 grubu da önceki haftaki toplantılarında, bütçe disiplinine öncelik vereceklerini söylüyorlar. Adeta, ABD hariç herkes uluslararası mali sermayenin iradesine boyun eğerek, büyük fedakârlıklara katlanmaya hazırlanıyor. ABD mali sermayesinin, finansal piyasaların egemen fraksiyonu olduğunu düşünürsek, ABD’nin mali krizin yükünü dünyanın geri kalanına yüklemeye çalıştığını söylemek bile olanaklı. Tabii gelecekte bir karşı tepkinin oluşacağını da...
‘Depresyon ve kabullenme’ye doğru
Geçen hafta Financial Times’ın ekonomik editorü Martin Wolf, “Politikacılar arasında, büyük bütçe açıkları olan ülkelerin sıkı mali politikalar izlemesi gerektiğine dair bir mutabakat oluşmuş görünüyor. Peki, politikacılar, iş çevrelerinin, tüketicinin, bu kemer sıkma çabalarına rağmen harcamalarını sürdürmeye devam edeceğine nasıl bu kadar emin olabiliyorlar? Ya sonunda bu tedbirler, ekonomileri resesyona, deflasyona iterse” (08/06) diye soruyordu. Diğer bir deyişle, Wolf, depresyon riskine işaret ediyordu.
New York Times da, başyazısında, “Atlantik’in iki yakasını ‘açığı şimdi kapa’ humması etkisi altına almış durumda” diyor ve ekliyordu: “Özellikle güçlü ekonomilerdeki bu bütçe açığını acilen kapama hevesi, Avrupa’yı yıllarca sürecek durgunluğa hatta daha kötüsüne mahkûm edecek.” (09/06)
George Soros da “Bugünkü durum, ürkütücü bir biçimde 1930’larda, hükümetlerin, bütçe açıklarını kapatmaları yönündeki basınçların altında, ekonomik toparlanma henüz zayıfken, aldıkları tedbirleri anımsatıyor” diyerek depresyon tehlikesine işaret ediyordu.
Piyasalar, ekonomistler, finansal (kredi) krizin, devletlerin mali krizine dönüşeceğini uzun süre kabul etmek istemediler. Halbuki Reinhart ve Rogoff’un 2008’de yayımladıkları, sonra 2009’da This Time is different-Eight Centuries of Financial Folly (Bu kez farklı-sekiz asırlık mali çılgınlık) başlığıyla kitap olarak yayımlanan araştırmalarında çok açık biçimde gösterdikleri gibi bu sefer de farklı değildi. Her mali kriz, kaçınılmaz olarak devletlerin mali krizine, ardından da devlet iflaslarına yol açıyor. Ve her seferinde de piyasalar “bu kez farklı” diyerek, o umutla kaçınılmaz sona doğru ilerliyorlardı, Rochefoucauld’un ünlü sözünü anımsatırcasına...“Umut ne kadar aldatıcı olursa olsun, en azından yaşamımızın sonuna, katlanılabilir bir yoldan ulaşmamıza hizmet eder” (anımsatan Satyajit Das- Euroeconomics). Reinhart ve Rogoff’a göre bu kez piyasaların küresel çapı riskleri daha da arttırıyor.
Aslında depresyon aşamasına çoktan girdi, ama umut birilerini biraz daha idare edecek. Sonra bunu da kabullenecekler. Çünkü, devletlerin kaçınılmaz mali krizinin arkasında iki etken var. Birincisi mali piyasaları kurtarırken üstlenilen yükümlülükler. İkincisi, üretim ve ticaretteki gerilemenin neden olduğu vergi geliri kayıpları. Bütçe disiplini, yüksek faiz vb. talebi üretimi etkileyip resesyonu derinleştirecek, hem devletin borç ödeme, hem sanayicinin borcunu servis etme kapasitesini zayıflatacak. Bu süreç bankaları yeniden vuracak, bu kez kurtarma olanağı olmayan bir banka krizine yol açacak. Kısacası, bir kısırdöngü oluşmuş durumda.
Diğer bir deyişle 1930’lardayız aslında, ama dünya piyasalarının çapı, sürecin daha yavaş ilerlemesine neden oluyor. Bu kısırdöngü, aşırı kapasiteyi, verimsiz işletmeleri tasfiye edene kadar da depresyondan çıkış yok. Egemen sınıfların bu durumu kabullenip ona göre politikalar üretmeleri zaman alacak.
Ama öncelikle küreselleşme adıyla meşrulaştırılan, neo liberal kriz yönetim modelinin tükendiğinin kabullenilmesini gerektiriyor. Bu da hiç kolay değil. Son 25 yılın yetiştirdiği “kafalar” hâlâ yönetimdeler. Dahası bu kabullenme hayırlara vesile olmayacak! Çünkü, tarih bize, mali sermayenin hem bütçe açığını kapatacak disiplini, hem de borçların ödenmesine olanak verecek ekonomik canlılığı sağlama arzusunu gerçekleştirebilecek politikaların emperyalizm ve yeniden paylaşım kavramlarıyla çok yakından ilişkili olduğunu söylüyor.
Bu yönde bir ipucu, A. El-Erian’ın giriş bölümünde aktardığım saptamasında yatıyor. El Erian merkez ülkelerin krizi (aşırı üretim-talep ve yatırım alanı yetersizliği sorunu) aşmalarını, merkez sermayesinin çevre ülkelerin piyasalarına, kaynaklarına ulaşmasına indeksliyor. Ancak, bu kaynaklara sahip yükselen ekonomilerin basıncını,bugünkü ekonomik düzenin (güçler dengesi, rekabet ilişkileri) kabullenmesinin (Batı’nın yeni gelenlere yer açmasının) zor olacağını da kabul ediyor. Öyleyse, zamanın egemen güçleri, bu kaynaklara, düzeni koruyarak ulaşmak isteyecekler. İkinci ipucu, kemer sıkma politikalarına karşı şekillenen toplumsal tepkilerde yatıyor. Böyle durumlarda hükümetler iç pazarı, kendi stratejik işletmelerini koruma, tasfiyenin yükünü başka ülkelerin ekonomilerine kaydırma çabalarını yoğunlaştırıyorlar.
Bu koşullarda en yüksek artı değeri (borçlar neticede bu kaynaklarla ödenecek), en hızlı üreten sanayilerin önemi de artıyor. Bu da bizi, bir başka ipucuna götürüyor: Haver analytics’in derlediği verilere göre ABD’de 2007’nin başından itibaren silah sanayiinin ihracatı artarken diğer sanayilerin ihracatları gerilemiş. 2008’in ilk yarısından 2009’un ilk yarısına kadar, küresel daralmanın tam ortasında silah sanayiinin ihracatı yüzde 23, siparişler yüzde 18 artarken, diğer mallarda toplam ihracat yüzde 20, siparişler yüzde 27 gerilemiş. Ama korkacak bir şey yok, “bu sefer farklı olacak” değil mi? Küreselleşme, “başkası” söylemi, insan hakları filan...
No comments:
Post a Comment