“Mustafa Balbay, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanmasının ardından tam bir yıldır adaleti bekliyor. Benzer dava ve soruşturmalarda bazı şüphelilerin ‘delilleri karartma’ ya da ‘kaçma’ şüpheleri olmadığı için serbest bırakılmalarına karşın Balbay’ın hâlâ tutuklu olması” çok garip, anlaşılması zor bir durum.
Bu garipliğin arkasında yatan mantık üzerinde düşünürken, gözüme, Hannah Arendt’in The Origin of Totalitarianism (1951) (Totaliterliğin Kaynakları) başlıklı çalışmasının ilk kez İbraniceye çevrilmesi münasebetiyle, Prof. Sholomo Avineri’nin kaleme aldığı yorumu takıldı (Haaretz 03/03/2010). Arendt’in kitabı, totaliter rejimlerin özgünlüklerini düşünürken çok yararlandığım bir yapıttır.
Solda pek ilgi görmedi
Arendt’in kitabı solda pek ilgi görmedi. Bu ilgisizliğin arkasında iki önemli neden var. Birincisi, sol gelenek başta Troçki, Gramsci olmak üzere faşizmi çözümleyen çok güçlü yapıtları içeren geniş bir yazına sahip. Bunlardan fırsat bulup da Arendt’i okumak kolay değil.
İkincisi, Arendt’in faşizmi ve komünizmi (ama esas olarak Stalin dönemi Rusya’daki rejimi) birlikte ele alarak irdelemesi kitabının kötü bir üne sahip olmasına yol açtı. Solun tepkisi tabii ki haklı. Zizek’ın işaret ettiği gibi, faşizm (nazizm) daha baştan, insanlık düşmanı, soykırım yapmaya niyetli ve militarist olarak doğan, kapitalizmi, en temel çelişkisini zorla bastırarak korumayı amaçlayan, yıkılana kadar da bu amaçlarını büyük bir başarıyla gerçekleştirmiş bir proje. “Her şeyin olduğu gibi kalması için her şeyi değiştirmeyi amaçlayan”, “kötü” bir proje faşizm.
Komünizm ise insanlığı baskı ve sömürüden, militarizmden kurtarmak amacıyla yola çıkan bir proje. Zaman içinde tarihsel koşulların da etkisiyle, Stalinizmin “kötülüklerini” üretmiş olması, baştan planlanmış doğal bir sonuç değil, bir sapma. “İyi” başlamış, saparak “kötü” bir yerde çökmüş bir proje. Faşizm amacına ulaştığı için çöktü. “Komünizm” ise ulaşamadığı için…
Ancak Arendt’in çalışmasında bu hataların yanı sıra, kapitalist dönemde şekillenen, bizzat kapitalizm tarafından üretilen yeni tür totaliter rejimlerin kaynaklarını önceden tanımaya ve doğasını kavramaya yardımcı olacak önemli çözümlemeler de var. Arendt’in, liberal demokrat bir felsefi ve siyasi çizgiye sahip olması, yapıtının öncelikle bu kesimde, özellikle “Soğuk Savaş” döneminde büyük kabul görmesine yol açmıştı. Bu nokta önemli, çünkü tüm zaaflarına karşın bu çalışmada totaliter rejimlere ilişkin yapılan çözümlemelerden hareketle bugün kendine liberal diyenleri ya da demokrasi projesi adına totaliter eğilimleri destekleyenleri, onların konuştukları dilin içinde kalarak uyarmaya çalışmak olanaklı.
‘Yeni tür bir tiranlık’
Prof. Avineri’nin yorumuna koyduğu “Yeni tür bir tiranlık” başlığı, yukarıda değindiğim nedenlerden dolayı, bence çok uygun. Avineri, Arendt’in kitabının liberal düşünce açısından önemini saptadıktan sonra, belki de kendi konumu itibarıyla haklı olarak, öncelikle yapıtta Yahudi sorununu tartışan bölümlerde tüm Yahudileri zengin bankacılara, finans sektörüne indirgeyen saptamaların yanlışlığıyla, bu yanlışlığın kaynaklarıyla hesaplaşmaya ağırlık veriyor.
Ama Arendt’in yeni bir tür tiranlık (tek adam diktatörlüğü) modeline ilişkin kimi aydınlatıcı çözümlemelerine de değinmeyi ihmal etmiyor.
Hannah Arendt’e göre totaliter hareketler, kitlelerin, geleneksel toplumsal koşullar çözülmeye başladığında, içine düşmeye başladıkları psikolojik duruma bir cevap olarak ortaya çıkıyorlar. Ama bu hareketler, halkı yüceltmek, demokratikleştirmek yerine, onu atomize olmuş kalabalık psikolojisine dayanarak yönetiyor. Bu yaklaşıma göre, modern yaşamda yaygınlaşan yabancılaşmadan beslenen yeni tür bir tiranlık rejimi var karşımızda. Bu yeni tiranlık rejimi, simgesel düzeyde sınıf farklılıklarını bastırıyor, sınıflar yokmuş gibi davranıyor. Bu rejimin liderleri, kendi projelerini yaşama geçirebilmek için “halkın iradesini” (milli iradeyi) temsil ettiklerini ileri sürüyor, bu iddialara dayanarak verili hukuk düzeni devlet yapılarını yok sayarak çözebiliyorlar. Bu bağlamda tüm aykırı düşünceleri (basını, sanatı) susturmak, ortak bir giysi modeli yerleştirmek, yaşamın çeşitli alanlarında (zaman ve mekân düzenlemesi açısından) denetim kurmayı, (artık Avineri’nin makalesinden uzaklaşmaya başlıyorum) böylece kendi “hakikat rejimlerine” uygun, yeni bir “bio politiği” yerleştirmeyi amaçlıyorlar.
Denetim esas…
Hannah Arendt’in çalışmasında işaret ettiği gibi, bu rejimlerin en önemli özelliği (baskıyı açıkça uygulamanın ötesinde), etkin bir korku ortamı yaratarak herkesin kendi kendini ve çevresini denetlemesini sağlamayı başarmak oluyor. Bunu başarmanın bir yolu da toplumu, devlet kadrolarını kendi ideolojilerini her düzeyde yeniden üreten, hiyerarşik bir yapı içinde örgütlemeyi amaçlamak oluyor: Herkes eninde sonunda bizim üyemiz olmalıdır!
Kendi düşüncesini (hakikat rejimini) tümüyle egemen kılmayı amaçlayan bu “yeni tiranlık rejimi” medyayı ve eleştirel entelektüelleri tümüyle susturmayı, aynı anda da kendisine biat etmiş, sadık, yalnızca rejimin açıkladığı “gerçekleri” yayacak bir medya, savunacak entelijansiya oluşturmayı amaçlıyor. Dahası bu yeni tiranlık rejimi, modern devletin yasama yürütme, yargı, ordu gibi kurumlarını tümüyle kendi denetimi altına almayı, şiddet uygulama, adalet dağıtma araçlarını kendi tekelinde toplamayı hedefliyor. Bu tür rejimlerin, yargı ve cezalandırma süreçlerini, heyecanlı ve korkutucu bir gösteriye çevirdiği; suçladıklarını, yargı tarafından cezalandırmadan önce kamuoyunda mahkûm etmeye çabaladığı özellikle dikkat çekiyor
Bu rejimler, kendi vatandaşları hakkında, tarihte görülmemiş ölçülerde bilgi topluyor, hatta üretiyor, dosyalar oluşturuyor, en son teknolojileri toplumu izlemekte kullanıyorlar. İnsanların özel yaşamları tümüyle yok sayılıyor, tüm konuşmaları, telefonları dinleniyor, iletişim araçları mektup (şimdilerde e-mail vb.), günlük yaşamları, banka hesapları, mali kaynakları, işlemleri yakından izleniyor. Özel mülkiyet, mahremiyet, bedensel dokunulmazlık hakları sürekli ihlal ediliyor. Arendt’in aktardığına göre Nazi döneminde yönetim “yalnızca uyumakta olan insanların özel yaşamları olduğuna inanıyor”. Bu tür rejimlerin, bir “emperyal sadaka rejimi” benimsediğini, emekçi sınıfların haklarına tümüyle duyarsız olduğunu, onları sıradan makineler, eski Roma’dan bir kavramı ödünç alırsak, adeta “ses çıkaran gereçler” olarak görme eğiliminde olduklarını da ayrıca vurgulamaya gerek yoktur sanırım.
“Balbay neden hâlâ ‘içerde’ diye düşünürken”, Wall Street Journal’ın “soykırım” tanımını benimseyen komisyon kararını eleştiren, “Kongre Türkiye ile ilişkileri zehirledi” yorumuna da rastladım. Yorumun sonundaki paragraf ise çok şaşırtıcıydı. Wall Street Journal, “Eğer Kongre üyeleri Türkiye’nin insan hakları karnesiyle bu kadar çok ilgileniyorlarsa, önce Türkiye hükümetinin halen yaptıklarına, bunun için de Soner Çağaptay’ın, yan sütunlardaki yorumuna bakmayı deneyebilirler” diyordu. “Ne ilgisi var?” diye düşünürken gözüm Çağaptay’ın yazısının başlığına takıldı: “Türkiye’nin korku Cumhuriyeti”… Çok ilginç.
No comments:
Post a Comment