Monday, January 25, 2010

‘Obamania’ Bir Yılda Bitti

Geçen hafta salı günü, Barack Hüseyin Obama, başkanlığa başlayışının birinci yıldönümünü kutlarken partisi, 1972’den bu yana kalesi olan Massachusetts’te, Demokrat Parti’nin simge isimlerinden Edward Kennedy’nin ölümüyle boşalan senato koltuğunu, adı sanı duyulmamış bir Cumhuriyetçi adaya kaptırıyordu.

Demokrat Parti saflarında deprem yaratan bu sonuç, ABD’nin siyasi sisteminin en temel özelliklerine, bundan sonra olabileceklere ilişkin ipuçları da sunuyordu.

Merkezden yönetme tuzağı

ABD’deki iki siyasi partili sistemin en temel özelliği şöyle: Seçimleri kim kazanırsa kazansın, Başkan Eisenhower’in görevi bırakırken yaptığı ünlü uyarısında işaret ettiği “askeri sınai kompleks”in, (buna günümüzde Wall Street bankalarını, Medya kartellerini -kültür endüstrisini- eklemek gerekiyor) oligarşik/plütokratik “iktidar blokunun” “programını” uygulamak durumunda kalıyor.

ABD, başkanlık, temsilciler meclisi, senato, eyalet valileri seçimlerindeki adayların seçim kampanyalarına yapılan mali katkılara bakınca, oligarşinin/plütokrasinin içinde olduğunu kolaylıkla düşünebileceğimiz iş çevrelerinin aynı anda her iki partinin adaylarına da çok büyük paralar verdiklerini görüyoruz. Savunma, enerji sektörü ağırlıklı olarak öncelikle Cumhuriyetçileri desteklerken, tüketici sektörü, kültür endüstrisi, daha çok demokratları destekliyor. Wall Street bankerlerinin her iki partiyi desteklemekle birlikte, bir politika değişikliği gerektiğinde Cumhuriyetçileri (Reagan, George W. Bush), statükoyu korumak, havayı yumuşatmak gerektiğinde de Demokratları (Kennedy, Clinton, Obama) destekledikleri söylenebilir.

Genelde toplumsal muhalefetin yükseldiği dönemlerde, iktidara gelen Demokratların, halkın taleplerine cevap vererek yönetimde “istikrarsızlık” yaratmasını engelleyecek özel bir işleyişten de söz etmek olanaklı.

Statükonun korunması gereken bir konjonktürde, toplumsal muhalefeti, bir “değişim” arzusunu temsil ederek seçimleri kazanan Demokrat Parti adayı, daha Oval Ofis’e girmeden önce, gerçekçi olması, herkesi temsil etmesi, merkeze kayması gerektiğini söyleyen bir koroyla karşılaşıyor. Kültür endüstrisi, yeni başkana, “Partizanlık yapma”, “Bu sözleri verdin ama, şimdi muhafazakârların çizgisine yakınlaşman, onların politikalarını da kapsaman gerekiyor” demeye başlıyor. Yeni başkana, iki parti olmasına karşın, aslında “merkez” olarak tanımlanan tek bir politikanın varlığı anımsatılıyor.

“Askeri-sanayi-medya-finans” kompleksinin mali desteğiyle seçilmiş bir başkanın da fazla seçeneği olmadığından, demokrat partinin halkın oyunu almak için vaat ettiği reformlar rafa kalkmaya başlıyor. Örneğin, “sağlık reformu” vaadi, J.F Kennedy dahil tüm demokrat parti başkan adayları tarafından gündeme getiriliyor, ama hiçbir zaman oligarşinin engellerini aşamıyor. Obama’nın da aşamayacağı, Massachusetts seçimlerinde, senatoda, muhafazakâr muhalefeti etkisiz bırakacak çoğunluğu kaybetmesiyle belli oldu.

Düş kırıklığı, kafa karışıklığı

Geçen yıl boyunca, Wall Street Journal, Washington Post, The Economist gibi yayınlar, sözde liberal radyo, TV programcıları Obama’yı “merkeze” çağırırken, Cumhuriyetçi Parti, benzer bir baskı altında kalmadan hem Demokrat Parti’ye yüklenmeye hem de giderek daha sağa kayarak saldırganlaşmaya devam etti.

Obama’nın bir yılının bilançosuna bakacak olursak bu tuzağa düştüğünü, gerçekçi olursak oyunu kurallarına göre oynadığını söyleyebiliriz.

Bu dönem boyunca Obama, partizanlık yapmamak, birleştirici olmak adına “ben demokratım” demekten bile kaçındı. Devraldığı enkazın sorumlularını teşhir ederek, örneğin “Bush resesyonu”, “Bush fiyaskosu”, “Bush’un savaşı” gibisinden nitelemelerle sorumluluktan kurtulmanın (bu sistemi ve oligarşinin programını, -neoliberalizm, imparatorluk gibi- eleştirmek anlamına geleceğinden) getirebileceği olanaklardan yararlanamadı. Halbuki bu sırada Cumhuriyetçi muhalefet çıkardığı şamatayla, hem bir önceki dönem yarattığı yıkımın üzerini örtüyor, hem krizin, işsizliğin, hem bankacılara verilen ve toplumda büyük nefret uyandıran mali yardımın sorumluluğunu Obama’ya yüklüyordu. Böylece de Cumhuriyetçiler, Demokrat Parti’yi destekledikten sonra şimdi düş kırıklığına uğrayan kesimlerle, özellikle emekçi tabakalarla, onların ruh hallerinin, dini bağnazlık, ırkçılık, milliyetçilik, devlet (sosyalizm) korkusu gibi en geri bileşenlerine seslenerek diyalog kurma, etkileme olanağı elde ediyorlardı.

Obama’nın seçim kampanyası boyunca gündeminin başına aldığı evrensel sağlık reformu projesini de, ilaç ve sigorta şirketlerinin istekleri doğrultusunda sulandırırken iyice anlaşılmaz bir hale getirmesi, krizde zaten büyük bir güvensizlik içine düşen insanların kafasını daha da karıştırdı. Cumhuriyetçiler de, bu reform geçerse, “kim ölecek kim kalacak, devlet karar verecek” gibisinden yalanlarla bu güvensizliği korkuya çevirdiler.

‘Massachusetts’ ve sonrası

Massachusetts seçimlerinde Demokratlar hem belirgin bir program sunamadılar hem de bir taraftan “burası zaten bizim” anlayışıyla, diğer taraftan Obama’nın bir yılının yarattığı düş kırıklığının etkisiyle seçimlere asılmadılar. Bu kesimde seçimlere katılma oranı ortalamanın altında kaldı. Buna karşılık, Cumhuriyetçilerin adayı, daha önce pek kimsenin bilmediği, eski püskü bir ciple, bu benim emektar arabam, her yere bununla giderim havasıyla dolaşan biriydi; “gelin sağlık reformunu gömelim” gibi tek, kolay anlaşılır bir gündemle kampanya yapıyordu. Cumhuriyetçiler, Obama’yı desteklemiş olan işçi kesimlerinden dahi büyük oy alarak seçimi kazandılar.

Massachusetts seçim sonuçlarının, “Obama” ve Demokratlar için bir “kalk borusu” olduğu konusunda hemen tüm siyasi yorumcular anlaşıyor. Ama “kalkınca” ne yapması gerektiği konusunda farklı yorumlar var. Bunları, ilk anda üç alt başlıkta toplayabiliriz. Birincisi, Massachusetts sonuçlarına aldırmadan, kimi uzlaşmalarla sağlık reformunu geçirmeye çalışmak. İkincisi, yanlış yaptım, geri çekiyorum, daha sonra yeniden bakarız diyerek vakit kazanmak, küçük adımlarla ilerlemek. Üçüncüsü, parti içine dönüp, seçmenin kızgınlığını (oligarşinin güvensizliğini) gidermek için reform yanlılarını tasfiye etmek. Bunlar, New York Times’tan David Borroks, Washington Post’tan Michael Gearson’un vurguladıkları gibi tatsız seçenekler. İkisinin de (!) ikinci ve üçüncü seçenekler üzerinde duruyor olmaları anlamlı.

Ancak ABD siyasetinde iki gelenek daha var. Birincisi, seçmenin bir başka konudaki kızgınlığına sahip çıkarak gündemi değiştirmek. İkincisi, iç politika tıkanmaya başlayınca, dış politikaya, oligarşinin uzun dönemli programını, üstelik toplumsal destek de bularak uygulayabilme olasılığının daha yüksek olduğu alana kaçmak. 4 Ocak’ta çıkan yazımda, ikinci sürecin çoktan başladığını düşündüren gelişmelere değinmiştim. Massachusetts seçim sonuçlarından iki gün sonra Obama’nın bankerlere savaş açtığını açıklaması, birinci gelenekten de yararlanmaya karar verdiğini, ancak borsaların iki günde yaklaşık yüzde 4 değer kaybetmesi, mali sermayenin de direnmeye niyetli olduğunu gösteriyor.

Birinci seçenekte, ABD’nin “yumuşak güçle” iş yapma kapasitesi iyice zayıfladığından, gelişmeler diğer büyük güçlerin tutumlarına endekslenmiş durumda. İkincisindeyse, başarı, oligarşi içindeki dengelere, banka sermayesinin gücünün mali krizle ne kadar kırıldığına, halkın sermayeye olan tepkilerini çeken bir “paratoner” görevine atanıp atanmayacağına bağlı kalacak. Gerçekten de, ABD iç siyasetinde çok ilginç bir döneme giriyoruz...

Tuesday, January 19, 2010

Haiti’de geçen hafta gerçekleşen deprem, salt Haiti’nin değil, “uluslararası topluluğun” “demokrasi” anlayışının da “gerçeğini” gözler önüne serdi.

Felaket ve fırsat
Jeologlar, yıllardır, Güney Haiti’de güçlü bir deprem bekliyorlardı. 2008’de gazeteler çok büyük bir depremin gelmekte olduğunu yazmıştı (CNN 12/01/10). Geçen hafta iki milyon nüfuslu Porte-au-Prince tam anlamıyla yerle bir oldu. Depremde ölenlerin sayısının yüz binlere ulaşacağı söyleniyor. Başta ABD olmak üzere dünya medyası Haiti’ye odaklandı. Felaketin boyutları, “uluslararası topluluğun” yardım elini uzatmasının gerektiği, Haiti’nin yoksulluğu vurgulandı. Ölümlerin büyük çoğunluğunun binaların dayanıksızlığından, denetimsiz inşaatlardan, deprem yıllardır bekleniyor olmasına karşı gereken tedbirlerin alınmamasından kaynaklandığında hemen herkes anlaşıyordu. Ama halkının yüzde 75’i günde 2 dolar gelirle geçinmek zorunda kalan, GSMH’si 7 milyar doları aşamayan, yaklaşık iki milyar dolar dış borçla boğuşan bir ülkede depreme karşı nasıl tedbir alınabilirdi ki?

Bu sırada, ilk aşamada ABD’nin, Haiti’ye yardımdan çok asker (12.000’den fazla deniz komandosu, Carl S. Vilson uçak gemisi, USS Bataan amfibik taarruz gemisi, USS Higgins Destroyer: P. Martin, WSWS, 15/01/10) gönderdiği dikkat çekiyor. Heritage Foundation analistleriyse “bu depremin, ABD’ye Haiti’nin uzun süredir işlemez hale gelmiş ekonomisini ve siyasetini yeniden yapılandırmak için bir fırsat yarattığını” düşünüyor. Daha sonra “fırsat” sözcüğünü, yazısında çıkaran Jim Roberts, “ABD’nin Haiti hükümetine, birlikte çalışmak için baskı yapmaya hazır olması... Bu çabaların ABD’nin bölgede iyi amaçlı büyük bir güç olduğunu kanıtlaması gerektiğini” hatırlatıyordu. (http://blog.heritage.org/2010/01/13/things-to-remember-while-helping-haiti/) . Jim’in bu uyarıları da ister istemez birçok yorumcuya, Naomi Klein’in Felaket Kapitalizmi çalışmasında sergilenen, büyük güçlerin ülkeleri, şokların halklarda yarattığı travmalardan yararlanarak, şekillendirdiğine ilişkin savlarını anımsatıyordu...

‘Şeytanla anlaştılar, böyle oldu’
Başkan Obama da Haiti’yi yalnız bırakmayacaklarını, “iki ülkeyi birbirine bağlayan uzun tarihsel bağları” vurguladı. Haiti’nin yoksulluğunu, devletin hazırlıksızlığını vurgulayan ABD medyası ise, ne bunların nedenlerini ne de bu “uzun tarihi bağların” anlamını tartışmaya niyetli görünüyor.

Amerikalı, Evangelist Pat Robertson ise Haiti halkını kastederek, “çok uzun zaman önce bir şey oldu... Hep bir araya gelip Şeytan’la bir anlaşma yaptılar. Bizi Fransızlardan kurtarırsan biz de sana hizmet ederiz dediler. Ve Şeytan da kabul etti” dediği için medyada alay konusu oluyor.

Ancak, Pat Robertson’un bu “utanç verici demeci” “gerçeğe”, sanılandan çok daha yakın. Çünkü Haiti halkı, ki esas olarak kölelerden oluşuyordu, 1791’de Fransız sömürgeciliğine (beyaz ve Hıristiyan) karşı ayaklanmıştı. Bu, etnik kültürel kaygılarla, sömürgecilik öncesi, otantik köklerine dönmeyi değil, Fransız Devrimi’nden esinlenen, gerçekten evrensel özgürlüğü hedefleyen bir ayaklanmaydı. Fransa’da iktidardaki Jacobein devrimciler (diğer bir deyişle allahsız Şeytan) bunun bir köle ayaklanması olduğunu anladılar, hemen adaya bir delegasyon gönderdiler. 1793 yılında Fransız Ulusal Meclisi önce Haiti’de sonra da tüm sömürgelerde köleciliğe son verdi. Jacobein’ler Haitiden gelen bir delegasyonu özgür insanların kardeşliği adına mecliste misafir edip kucaklaştılar. Thermidor’dan sonra Napoleon, adayı yeniden sömürgeci denetim altına almak istediyse de başarılı olamadı. Haiti 1804’te tam bağımsızlığını kazandı.

Haiti, kölelerin ilk ayaklanması, beyaz, Hıristiyan adamı yenerek kendi kaderini belirlemeyi, bir ülkeyi, üstelik de ilk devlet başkanı Toussaint Ouverture’un döneminde, Aydınlanma ilkelerine göre, komşularıyla ticaret yaparak, plantasyonları özgür işçileri çalıştırmak kaydıyla yabancı sermayeye açarak, hatta eski sahiplerine vererek, barış ve istikrar içinde yönetebileceğini kanıtladı. Haiti, beyaz adamın tüm bağnaz önyargılarını yalanladı. Bu yüzden tüm dünyanın kölelerine, emekçilerine, ezilenlerine ilham kaynağı oldu. Emperyalistler, beyaz Hıristiyan adam için ise o, yok edilmesi, dize getirilmesi gereken bir nefret nesnesiydi. Talleyrand, Haiti “tüm beyaz uluslar açısından iğrenç bir görüntü oluşturuyor” diyordu.

Haiti halkı, “Şeytanla işbirliği yaptığı için”, sürekli ambargolara, saldırı, işgal, destabilizasyon çabalarına hedef oldu. Fransa, 1825’te Haiti’ye uyguladığı ambargoyu kaldırmak için, kaybettiği kölelere karşı 150 milyon Franklık (Fransa bütçesi kadar) bir tazminat istedi. Haiti bu tazminatı 1947’ye kadar ödedi. Haiti halkı 1957-86 arasında ABD’nin adamı, ülkeyi emperyalizmin çiftliğine çeviren, Duvalier’in kanlı rejimine karşın, hep özgürlüğü için savaştı, geleneğini terk etmedi.

Bu günün tarihi…
Bu gün, Aralık 1990 seçimlerinde, Jean-Bertrand Aristide’in oyların yüzde 75’ini alarak devlet başkanı seçilmesiyle başlıyor. Aristide, Duvalier diktatörlüğünü deviren Lavalas (sel) hareketinin, toprak reformunu, yeniden ağaçlandırmayı, halkın gereksinimi olan altyapı hizmetlerini, asgari ücretin yükseltilmesini, sendikalaşma hakkını içeren platformuyla seçildi. Duvalier döneminde, neoliberal politikalar, ABD’den gelen ithalat, kırsal üretimi yıkmış, Porte au-Prince gibi kentlerde, yok pahasına, hiç iş güvencesi olmadan çalışmak zorunda kalan, derme çatma gecekondularda, denetimsiz inşa edilen çürük evlerde yaşamaya mahkûm yoksul bir halk tabakası yaratmıştı.

ABD, 2001’de Haiti işbirlikçi burjuvazisinin Aristide hükümetine karşı düzenlediği darbeyi destekledi, ancak Lavalas hareketini pasifize edemeyince, 1994’te neoliberal bir programı uygulamayı kabul etmesi koşuluyla Aristide’in iktidara dönmesine izin verdi. Aristide bir taraftan neoliberal programa direnmeye, öbür taraftan sınırlı da olsa reformları uygulamaya, bir şeyler yapmaya çalışıyordu, en azından asgari ücreti arttırdı. Ancak bu ülkedeki yabancı yatırımcıların, ihracatçıların işine gelmiyordu. Aristide geçmişte Fransa’nın aldığı tazminatı geri isteyince, 2004’te ikinci bir darbe düzenlendi, ABD bu darbeyi doğrudan destekledi, Aristide’i kaçırarak ülke dışına sürgüne götürdü. 2006 seçimlerini yine yüzde 70 oyla Lavalas’ın adayı kazandı. Ancak, ABD, “uluslararası topluluk” Haiti’yi, kişi başına en çok sivil toplum örgütü olan ülkeye dönüştürmüştü, bunlara akıttıkları fonlarla hükümeti etkisiz bırakıyordu.

Lavalas hareketinin en önemli özelliği, Zizek’in de vurguladığı gibi, hükümete gelmekle birlikte halk tabanıyla, örgütlenmesiyle bağlarını asla kesmemiş, ona hizmet vermek için çabalamış olmasıydı. Bu halkla bağları kopuk, yalnızca sermayeye hizmet veren “normal demokrasi” anlayışıyla uyuşmuyordu. Bu yüzden Irak savaşında ABD’yi yalnız bırakan Fransa, 2004 darbesini destekledi. Dahası, post modern solun, “sivil toplum” örgütlerinin, Brezilya’da Lula hükümetinin de Lavalas hareketine, “uluslararası topluluğun” demokrasi anlayışına, seçilmiş bir hükümeti deviren darbeye destek verdiklerini gördük. Ayrıntılı bilgi için Peter Hallward, Damming the Flood: Haiti, Aristide and the Politics of Containment, Verso, 2008)

Haiti felaketi, hem emperyalizmin işleyişini ve hem de ülkemizde sürmekte olan “darbe” - “demokrasi” tartışmalarını anlamak açısından çok yararlı bir örnek oluşturuyor.

Monday, January 11, 2010

Toparlanma Belirtileri, Dağılma Riskleri

Geçen hafta açıklanan veriler Avro bölgesinde, umulandan daha yavaş da olsa bir ekonomik toparlanmaya işaret ediyordu.EuroStat verilerine göre Avro bölgesi III. üç aylık dönemde yüzde 0.4 büyümüş. Ancak hem bu toparlanmayı destekleyen etkenler, özellikle kamu borçlarındaki hızlı artışlar, hem de Avro ülkelerinin ekonomileri arasında giderek büyüyen farklılaşmalar, orta ve uzun dönemde birlik sürecini tehdit ediyor.

Resim oldukça bulanık
Geçen hafta yayımlanan verilerSatın Alma Müdürleri (PMI) indeksinin beş ay önce başladığı yükselme trendini aralık ayında da koruduğunu gösterdi. Üretim, siparişler, istihdam, stoklar, tedarikçi performansı gibi verilerin bileşiminden oluşan indeks aralık ayında 2007’den bu yana en hızlı artışı göstermiş(Market Watch 06/01/10). Sanayi üretiminde III. ve IV. üç aylık dönemlerde güçlü bir artış söz konusu (Wall Street Journal, 07/01/10). Financial Times da Avrupa Komisyonu’nun hazırladığı Avro bölgesi Güven İndeksi’nin 18 ayın en yüksek düzeyine çıktığını aktarıyor (07/01/10). Ancak, aralık ayında 91.3 düzeyine ulaşan indeks hâlâ uzun dönemli ortalamanın (100) altında seyrediyor.

Diğer taraftan, hem perakende satışlarında, kasımda bir önceki aya göre yaşanan sert düşüş (gerçi Noel nedeniyle aralıkta yeniden artması bekleniyor), hem de aralık ayında yüzde 10’a ulaşan işsizlik oranı, ekonomik toparlanmaya gölge düşürüyor.

Perakende satışlarda, özellikle Almanya’da yaşanan yüzde 1.1’lik düşüş, bu ülke bölgenin ekonomik lokomotifi olduğundan oldukça kaygı verici. Kaygı verici bir diğer gelişme de indekste gıda maddelerinin dışında kalan sektörlerde görülen sert düşüşler. Gözlemciler, otomobil satışlarına verilen finansal desteğin diğer sektörlerdeki satışları olumsuz etkilediğini söylüyorlar. (Wall Street Journal 08/01/10).

Diğer taraftan, PMI, işsizlik oranları, kamu borçları gibi veriler Avro bölgesinde zayıf ve güçlü ekonomiler arasındaki farkların açılmaya devam ettiğini gösteriyor. PMI’leri, İspanya, İtalya ve Yunanistan’ın, Fransa ve Almanya’nın gerisinde kaldığını gösteriyor (WSJ, 07/01/10). Kamu borçları ve işsizlik verilerindeyse İspanya (19.1), Yunanistan (9.7), İtalya (8), Almanya’nın (7.6) önünde gidiyorlar.

Birliği tehdit eden etkenler...
Avrupa Birliği’nde tek bir ekonomik modelin (para, faiz politikası, İstikrar Paktı), ekonomik güçleri (üretkenlik, sanayileşme, uluslararası rekabet) birbirinden çok farklı ülkelere uygulanıyor olması, uzun dönemde birlik sürecini tehdit eden en güçlü etken. Avrupa Birliği içinde, güçlü ve zayıf, diğer bir deyişle “merkez” ve “çevre”ekonomileri arasında oluşan eklemlenmenin yarattığı yapılanma da bu farklılıkların uzun dönemde, aşılmasına hatta sürdürülmesine olanak verecek özellikte değil. Kimi yorumcular, finansal risklerin, devlet iflaslarının, işsizlikle ilgili siyasi dinamiklerin ülkeleri kendi içlerine dönmeye, finansal piyasaları yerelleşmeye iterek bir“Balkanlaşmaya” yol açmasından endişe ediyorlar (James Saft,Reuters, 07/01/10). Yunanistan (üye), İzlanda (üye adayı) gibi ülkelerin mali krizleri derinleşirken, Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB), aralık ayı içinde, hukuki danışmanlarına üye ülkelerin hangi koşullarda üyelikten çıkabileceklerine, ya da çıkarılabileceklerine ilişkin bir rapor hazırlatmış olması da (Wall Street Journal 30/12/09) düşündürücü.

Ya Avro olmasaydı?
Ortak para birliğine geçildiğinden bu yana her fırsatta vurguladığımız gibi, birhegemonya projesi olarak Avrupa Birliği’nin geleceği üzerine sağlıklı bir karar verebilmek için öncelikle birlik sürecinin ilk büyük resesyonda vereceği sınava bakmak gerekiyordu.

Şimdi, tam da bu noktadayız.Financial Times’ın baş ekonomik yorumcusu Martin Wolf’un geçen haftaki yazısı da bu konuya değiniyordu. Wolf, eğer Avro olmasaydı Yunanistan, İrlanda, İtalya, Portekiz, İspanya paraları D-Mark karşısında sert devalüasyonlar yaşamak zorunda kalacaklardı, Avro bunu engelledi diyor. Ama finansal kriz öncesi dönemde, Avrupa Merkez Bankası’nın izlediği düşük faiz politikası çevre ülkelerinin ekonomilerini de belli bir yönde şekillendirmiş. 2006 yılının başında, Avro bölgesine bakınca genelde bir denge görmekle birlikte, bir tarafta Almanya ve Hollanda gibi ülkelerin cari hesap fazlalarına karşılık öbür tarafta, İspanya gibi ülkelerde enflasyonist bir ortam (canlı bir talep) ve büyük açıklar görüyoruz.

Bu görüntü de bize Avro bölgesinde, “merkez” ve “çevre”arasındaki ilişkinin temel niteliğini açıklıyor. İspanya, Yunanistan gibi çevre ülkelerinin hem işletmeler hem de hane halkı kazandıklarından fazla harcıyorlar ve borçlanıyorlar. Merkez ülkeleri biriktiriyor ve borç veriyor. Bu denkleme bir başka açıdan bakarsak (ki Wolf da bu durumun farkında) rekabet gücü düşük ülkeler bunu devalüasyonla bir ölçüde gideremedikleri için, rekabet gücü yüksek ülkelerin, üretim (kapasite) fazlasını emen bölgelere, merkezin kriz eğilimlerini “mekâna kaçarak çözme” (“spatial fix”-Harvey) eğiliminin hedef alanlarına dönüşüyorlar. Böylece Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkeler hem kapasite fazlasının yarattığı sorunları hafifletiyor, hem de çevre ülkelerin ithalatlarını (büyümelerini) finanse edecek kredilerle, finansal fazlayı değerlendirebiliyorlar. Ama bu arada da, Avro’nun üretkenliği düşük, uluslararası piyasalarda rekabet gücü zayıf ekonomilerin büyüme dinamiklerinin de Avro’nun üretkenliği, uluslararası rekabet gücü yüksek ekonomilerin sermaye hareketlerine bağımlı hale geldiğini, sürdürülemez bir dengenin şekillendiğini görüyoruz.

Kredi krizi patlak verip de, kredi piyasaları kilitlenince, bu finansal olarak dışa bağımlı ülkelerde büyüme oranlarını tepetaklak edecek mali krizler şekillenmeye başladı. Böylece Avro sayesinde döviz krizini atlatanlar şiddetli bir borç krizine ve resesyona düştüler.

Bu çevre ülkelerinin, ulusal ekonomilerini tamir edebilmek, hızla artmaya başlayan işsizliğin sosyal etkilerini giderebilmek için, genişlemeci para, maliye politikaları uygulamaları, borç ödemelerini ertelemeleri, kaynakları ülke içinde toplumsal dengeleri korumakta kullanmaları gerekiyor. Ancak, bir taraftan Avrupa Merkez Bankası, diğer taraftan İstikrar Paktı bu ülkelerin ellerini kollarını bağlıyor. Dahası, AMB ve IMF, bu ülkelere, İrlanda ve Yunanistan örneklerinde olduğu gibi, mali disipline, borç ödemeye öncelik verecek neo-liberal politikaları dayatıyor, ağır ekonomik ve toplumsal maliyetleri üstlenmeye zorluyorlar. Hegemonyacı (hiyerarşik) bağımlılık ilişkisi burada çok açık bir biçimde kendini gösteriyor: Almanya ve Fransa hükümetleri genişlemeci para ve maliye politikalarını uygulamaya devam ediyorlar.

Dün mali genişleme yoluyla krizin etkilerini azaltarak ekonomik toparlanmayı besleyen merkez ülkeleri, yarın, bu genişlemenin enflasyonist etkilerini sterilize etmek için AMB’yi faizleri yükseltmeye zorlayınca çevre ülkelerin ekonomilerinin üzerindeki yük bir kez daha ağırlaşacak. Bugün ekonomik toparlanmayı destekleyen etkenler, yarın, Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerde İstikrar Paktı’nın (Avro’nun) toplumsal maliyetini dayanılmaz kılabilecek. İzlanda’da olduğu gibi, bu ülkelerin halkları da birlik için,“istemem kalsın” diyebilecek.

Tuesday, January 05, 2010

Kaygılanan tek ben değilmişim

TIME Magazine
Monday, Jan. 04, 2010
Why Obama Has Defaulted to Bush Foreign Policy Positions
By Tony Karon
After a year with President Barack Obama at the helm of U.S. foreign policy, an observer could be forgiven for concluding that the presidency is more like taking over the controls of a train than getting behind the wheel of a car. That's because you can't steer a train; you can only determine its speed. So far, the menu of foreign policy challenges, and the Administration's response to each, is remarkably similar at the close of 2009 to what it was at the close of 2008.

(....)

Monday, January 04, 2010

2010: ‘Geleceğe Dönüş’

Obama’nın “yeni” dış politikasının bir sonuç üretmediğine ilişkin tartışmalar yoğunlaşırken ilginç bir rastlantıyla, El Kaide eylemleri, uzun bir aradan sonra yeniden başladı. ABD medyası da ABD halkına, Yemen’i El Kaide’ye yataklık yapan, yeni bir “başarısız devlet” olarak sunuyor.

İnsan ister istemez, “Bush döneminin, ‘karanlık operasyonlarına’, ‘terorizmle savaş’ bahanesiyle ‘başarısız devletlere’ yönelik operasyonlarla, stratejik bölgelere yerleşme taktiklerine geri dönüş mü başladı?” diye düşünmeden edemiyor.

Obama ve ‘sahte gerçekçilik’
Obama başkan seçildiğinde, ABD’nin Bush politikalarının etkisiyle yıpranan saygınlığını, uluslararası liderliğini restore edeceğine ilişkin, hem ABD’de hem de dünyada (bizim liberal eğilimli dış politika “uzmanı” yazarlarımız arasında da) güçlü ve yaygın bir inanç şekillenmişti. Diğer bir deyişle Obama, artık iflas etmiş imparatorluk stratejisini terk ederek, adeta tarihin tekerleğini geriye çevirerek, ABD hegemonyasını restore edecekti. Ancak birinci yılın sonuna geldiğimizde, dün Obama’ya umut bağlayanlarda, Obamania’ya kapılanlarda bir düş kırıklığı görülüyor.

Yıl sonuna doğru yoğunlaşan tartışmaları bir araya toplayan The American Interest’in Ocak - Şubat 2010 sayısından şöyle özetleyebilirim sanıyorum. Obama’nın dış politikasının yönü doğru, ama henüz bir sonuç almadı (Nye, Ikenberry); yeni politikalar sonuç vermiyor (Clemons). Büyük güçlerin uzlaşmaz çelişkileri olmadığı, işbirliğine dayalı bir uluslararası düzenin kurulabileceğine ilişkin yanlış bir varsayıma dayanıyor (Kagan, Barone). Hâlâ şekillenemedi (Joffe). İnşallah bilerek yapmıyordur, yoksa halimiz fena (Perle). Analiz becerisi, politika anlamına gelmiyor (Gelb). Sorunlar birikmeye devam ederken çözümler hâlâ ortada yok. Eleştiriler haklı (Russell Mead). Başından beri Obama’yı destekleyen Fareed Zakharia bile “sahte bir gerçekçilik” kavramını kullanıyor.

Diğer bir deyişle, hegemonya restorasyonu projesinin işe yaramadığı algısı giderek yoğunlaşıyor. Ben de bu algıya katılıyor, Kasım 2001’den bu yana birçok kez vurguladığım gibi, imparatorluk seçeneğinin zorunlu, hegemonya restorasyonunun olanaksız olduğuna inanıyorum. ABD’nin, kendisinden sonra gelen 12 büyük ülkenin toplam askeri harcamalarından iki kat büyük savunma bütçesine dayanarak, küresel çapta stratejik coğrafyalar üzerinde denetimi ele geçirmeye; kaynaklara, pazarlara ulaşım üstünlüğünü korumaya çalışmaktan başka çaresi yok. “Parite” oluşana ve bir güçler dengesi kurulana kadar…

Dolayısıyla ABD’nin Bush döneminde gündeme gelen imparatorluk politikalarına geri dönmesi, bunun için de kamuoyunun yeniden şekillendirilmesi gerekiyor. Yukarıda değindiğim tartışmalar yoğunlaşırken bu yeniden şekillendirme sürecinin de başlamış olduğunu görüyoruz. 2009’da, eylülden bu yana terörist saldırılarda bir artış var. Bu saldırıların öykülerinin hepsi, Yemen-Somali, diğer bir deyişle, dünyanın en stratejik noktalarından biri olan Aden Körfezi hinterlandını işaret ediyor.

El Kaide yine sahnede
Bush’un ilk dönemini anımsatan gelişmelerin ilk belirtisi, 16 Eylül 2008 günü ortaya çıktı denebilir. O gün ABD Yemen Konsolosluğu’na yönelik bir silahlı, bombalı saldırıda saldırganlarla birlikte hepsi yerli 16 kişi öldü. Bu “son yıllardaki en büyük saldırı” olarak nitelenen olayı, El Kaide bağlantılı İslami Cihad örgütü üstlendi. Guantanamo’da yattıktan sonra Suudilere teslim edilen Said Ali el Şiriri’nin, orada aldığı “rehabilitasyon eğitimine” karşın saldırıyı düzenleyenler arasında yer almasıysa ayrıca ilginçti (New York Times 23/01/09). Bu yıl ortasında eylemler bu kez, ABD’ye sıçrayarak yoğunlaşmaya başladı. Haziran ayında Arkansas Litlle Rock’ta askere alma bürosuna yönelik bir silahlı saldırıda bir askeri öldüren, bir başkasını yaralayan Abdulhakim Mujahid Muhammad, CNN’e göre Yemen’de eğitim görmüştü.

5 Kasım günü dünya, Teksas’taki Fort Hood Askeri Üssü’nde gerçekleşen katliamla sarsıldı. Katliama ilişkin haberlerin kısa sürede, 11 Eylül saldırısının ardından yaşanan karışıklığı anımsatmasıysa özellikle dikkat çekiyordu. İlk gelen haberlere göre, askerlerin sağlık bakımı için sıra bekledikleri bölümde gerçekleşen saldırıda 13 kişi ölmüş, 30 kişi yaralanmıştı. Garnizon komutanlığı sözcüsü, Albay Nathan Banks üç saldırgandan birinin, Nisal Malik Hasan adlı Müslüman bir psikiyatr olduğunu, diğer ikisinin de yakalandığını bildiriyordu (Dow Jones, AP). Ancak ertesi gün haberler hızla değişti. Dikkatler Malik Hasan üzerinde yoğunlaştı. Yakalan diğer iki kişiye ilişkin duyumlar ekranlardan kayboldu. Medya da Malik Hasan’ın bir Müslüman fanatik olduğu, zaten görüşlerini de birçok kez açıkça ifade ettiği, Yemen’deki El Kaide ile bağlantıları vurgulanıyordu. Ancak, çok önemli sorular cevapsız kalıyordu: “Saldırganlar kaç kişiydi?” “Bir doktor asker, savaş deneyimli onlarca askerin bulunduğu bir odada, nasıl olup da kimse tarafından engellenmeden iki tabancayla 100 kurşun yakabilmişti?” “Malik Hasan ve diğer askerler yaşananları başlangıçta bir eğitim senaryosu mu sanmışlardı?” “Fanatik, görüşler açıklayan bir personel nasıl görevde kalabilmişti?”

Noel günü Detroit üzerinde bir uçakta bomba patlatmaya çalışan Nijerya doğumlu, ama rivayete göre Yemen’de eğitilmiş, Ömer Faruk’la da ilgili birçok cevapsız soru var. Babası Ömer’i, “potansiyel terörist” olarak ABD konsolosluğuna ihbar etmişti. Ömer İngiltere’ye ve ABD’ye girmek için vize alamamıştı. Nasıl olmuş da uçağa binebilmişti? Uçağın yolcuları arasında bulunan Kurt Haskell ve eşi, Amsterdam Havaalanı’nda çok iyi giyimli bir Hintlinin, uçağa giden kapıdaki memuru, Ömer’in Sudanlı bir sığınmacı olduğunu iddia ederek uçağa pasaportsuz binmesine izin verilmesi için ikna etmeye çalıştığına şahit olduklarını söylüyorlardı (Metro Detroit, 31/12/09).

Yemen sorunu
Medya ise bu sorularla ilgilenmeyip dikkatleri Yemen üzerine çekmeye çalışıyordu. Fort Hood ve Noel’deki bombalı saldırı girişimi, “Yemen’de yeni bir cephe açılmakta olduğunu gösteren bir kalk borusu olmuştu”. CNN’e göre “Yemen sorunu, Yemen’de kalmayacaktı”… “Yemen’de devlet ve toplum çözülürken El Kaide militanları burada toplanmaya başlamıştı”. New York Times başyazısında “Şimdi Yemen” diyor, Obama yönetiminin Yemen hükümetiyle askeri ve istihbarat işbirliğini derinleştirmeyi amaçladığını bildiriyordu. Afganistan-Pakistan örneğini ima ederek, ABD ve ittifaklarının Yemen’de daha geniş çaplı strateji geliştirmeleri gerektiğini vurguluyordu. Christian Sceince Monitor, 22 milyon nüfuslu Yemen’de işsizliğin yüzde 40’ı geçtiğine, ülkenin en önemli kaynağı petrolün tükenmekte olduğuna dikkat çekiyordu: “Obama yönetimi çoktan Yemen hükümetine asker, para, silah yardımı yapmaya başlamıştı”. Muhafazakâr senatör Liberman’a göre, “Irak’ dünkü, Afganistan bugünkü, Yemen ise yarınki savaştı”.

ABD ile “terorizme karşı” işbirliği yapan Yemen hükümetiyse aldığı silahları, kuzeyde iç savaşta Şiilere, güneyde Somali ile yakın bağları olan ayrılıkçılara karşı kullanmak istiyordu. Böylece gelişmeler, ABD’nin Afganistan-Pakistan örneğine benzer bir Yemen-Somali geniş cephesi açmak üzere olduğunu düşündürüyordu.