Geçen hafta salı günü, Barack Hüseyin Obama, başkanlığa başlayışının birinci yıldönümünü kutlarken partisi, 1972’den bu yana kalesi olan Massachusetts’te, Demokrat Parti’nin simge isimlerinden Edward Kennedy’nin ölümüyle boşalan senato koltuğunu, adı sanı duyulmamış bir Cumhuriyetçi adaya kaptırıyordu.
Demokrat Parti saflarında deprem yaratan bu sonuç, ABD’nin siyasi sisteminin en temel özelliklerine, bundan sonra olabileceklere ilişkin ipuçları da sunuyordu.
Merkezden yönetme tuzağı
ABD’deki iki siyasi partili sistemin en temel özelliği şöyle: Seçimleri kim kazanırsa kazansın, Başkan Eisenhower’in görevi bırakırken yaptığı ünlü uyarısında işaret ettiği “askeri sınai kompleks”in, (buna günümüzde Wall Street bankalarını, Medya kartellerini -kültür endüstrisini- eklemek gerekiyor) oligarşik/plütokratik “iktidar blokunun” “programını” uygulamak durumunda kalıyor.
ABD, başkanlık, temsilciler meclisi, senato, eyalet valileri seçimlerindeki adayların seçim kampanyalarına yapılan mali katkılara bakınca, oligarşinin/plütokrasinin içinde olduğunu kolaylıkla düşünebileceğimiz iş çevrelerinin aynı anda her iki partinin adaylarına da çok büyük paralar verdiklerini görüyoruz. Savunma, enerji sektörü ağırlıklı olarak öncelikle Cumhuriyetçileri desteklerken, tüketici sektörü, kültür endüstrisi, daha çok demokratları destekliyor. Wall Street bankerlerinin her iki partiyi desteklemekle birlikte, bir politika değişikliği gerektiğinde Cumhuriyetçileri (Reagan, George W. Bush), statükoyu korumak, havayı yumuşatmak gerektiğinde de Demokratları (Kennedy, Clinton, Obama) destekledikleri söylenebilir.
Genelde toplumsal muhalefetin yükseldiği dönemlerde, iktidara gelen Demokratların, halkın taleplerine cevap vererek yönetimde “istikrarsızlık” yaratmasını engelleyecek özel bir işleyişten de söz etmek olanaklı.
Statükonun korunması gereken bir konjonktürde, toplumsal muhalefeti, bir “değişim” arzusunu temsil ederek seçimleri kazanan Demokrat Parti adayı, daha Oval Ofis’e girmeden önce, gerçekçi olması, herkesi temsil etmesi, merkeze kayması gerektiğini söyleyen bir koroyla karşılaşıyor. Kültür endüstrisi, yeni başkana, “Partizanlık yapma”, “Bu sözleri verdin ama, şimdi muhafazakârların çizgisine yakınlaşman, onların politikalarını da kapsaman gerekiyor” demeye başlıyor. Yeni başkana, iki parti olmasına karşın, aslında “merkez” olarak tanımlanan tek bir politikanın varlığı anımsatılıyor.
“Askeri-sanayi-medya-finans” kompleksinin mali desteğiyle seçilmiş bir başkanın da fazla seçeneği olmadığından, demokrat partinin halkın oyunu almak için vaat ettiği reformlar rafa kalkmaya başlıyor. Örneğin, “sağlık reformu” vaadi, J.F Kennedy dahil tüm demokrat parti başkan adayları tarafından gündeme getiriliyor, ama hiçbir zaman oligarşinin engellerini aşamıyor. Obama’nın da aşamayacağı, Massachusetts seçimlerinde, senatoda, muhafazakâr muhalefeti etkisiz bırakacak çoğunluğu kaybetmesiyle belli oldu.
Düş kırıklığı, kafa karışıklığı
Geçen yıl boyunca, Wall Street Journal, Washington Post, The Economist gibi yayınlar, sözde liberal radyo, TV programcıları Obama’yı “merkeze” çağırırken, Cumhuriyetçi Parti, benzer bir baskı altında kalmadan hem Demokrat Parti’ye yüklenmeye hem de giderek daha sağa kayarak saldırganlaşmaya devam etti.
Obama’nın bir yılının bilançosuna bakacak olursak bu tuzağa düştüğünü, gerçekçi olursak oyunu kurallarına göre oynadığını söyleyebiliriz.
Bu dönem boyunca Obama, partizanlık yapmamak, birleştirici olmak adına “ben demokratım” demekten bile kaçındı. Devraldığı enkazın sorumlularını teşhir ederek, örneğin “Bush resesyonu”, “Bush fiyaskosu”, “Bush’un savaşı” gibisinden nitelemelerle sorumluluktan kurtulmanın (bu sistemi ve oligarşinin programını, -neoliberalizm, imparatorluk gibi- eleştirmek anlamına geleceğinden) getirebileceği olanaklardan yararlanamadı. Halbuki bu sırada Cumhuriyetçi muhalefet çıkardığı şamatayla, hem bir önceki dönem yarattığı yıkımın üzerini örtüyor, hem krizin, işsizliğin, hem bankacılara verilen ve toplumda büyük nefret uyandıran mali yardımın sorumluluğunu Obama’ya yüklüyordu. Böylece de Cumhuriyetçiler, Demokrat Parti’yi destekledikten sonra şimdi düş kırıklığına uğrayan kesimlerle, özellikle emekçi tabakalarla, onların ruh hallerinin, dini bağnazlık, ırkçılık, milliyetçilik, devlet (sosyalizm) korkusu gibi en geri bileşenlerine seslenerek diyalog kurma, etkileme olanağı elde ediyorlardı.
Obama’nın seçim kampanyası boyunca gündeminin başına aldığı evrensel sağlık reformu projesini de, ilaç ve sigorta şirketlerinin istekleri doğrultusunda sulandırırken iyice anlaşılmaz bir hale getirmesi, krizde zaten büyük bir güvensizlik içine düşen insanların kafasını daha da karıştırdı. Cumhuriyetçiler de, bu reform geçerse, “kim ölecek kim kalacak, devlet karar verecek” gibisinden yalanlarla bu güvensizliği korkuya çevirdiler.
‘Massachusetts’ ve sonrası
Massachusetts seçimlerinde Demokratlar hem belirgin bir program sunamadılar hem de bir taraftan “burası zaten bizim” anlayışıyla, diğer taraftan Obama’nın bir yılının yarattığı düş kırıklığının etkisiyle seçimlere asılmadılar. Bu kesimde seçimlere katılma oranı ortalamanın altında kaldı. Buna karşılık, Cumhuriyetçilerin adayı, daha önce pek kimsenin bilmediği, eski püskü bir ciple, bu benim emektar arabam, her yere bununla giderim havasıyla dolaşan biriydi; “gelin sağlık reformunu gömelim” gibi tek, kolay anlaşılır bir gündemle kampanya yapıyordu. Cumhuriyetçiler, Obama’yı desteklemiş olan işçi kesimlerinden dahi büyük oy alarak seçimi kazandılar.
Massachusetts seçim sonuçlarının, “Obama” ve Demokratlar için bir “kalk borusu” olduğu konusunda hemen tüm siyasi yorumcular anlaşıyor. Ama “kalkınca” ne yapması gerektiği konusunda farklı yorumlar var. Bunları, ilk anda üç alt başlıkta toplayabiliriz. Birincisi, Massachusetts sonuçlarına aldırmadan, kimi uzlaşmalarla sağlık reformunu geçirmeye çalışmak. İkincisi, yanlış yaptım, geri çekiyorum, daha sonra yeniden bakarız diyerek vakit kazanmak, küçük adımlarla ilerlemek. Üçüncüsü, parti içine dönüp, seçmenin kızgınlığını (oligarşinin güvensizliğini) gidermek için reform yanlılarını tasfiye etmek. Bunlar, New York Times’tan David Borroks, Washington Post’tan Michael Gearson’un vurguladıkları gibi tatsız seçenekler. İkisinin de (!) ikinci ve üçüncü seçenekler üzerinde duruyor olmaları anlamlı.
Ancak ABD siyasetinde iki gelenek daha var. Birincisi, seçmenin bir başka konudaki kızgınlığına sahip çıkarak gündemi değiştirmek. İkincisi, iç politika tıkanmaya başlayınca, dış politikaya, oligarşinin uzun dönemli programını, üstelik toplumsal destek de bularak uygulayabilme olasılığının daha yüksek olduğu alana kaçmak. 4 Ocak’ta çıkan yazımda, ikinci sürecin çoktan başladığını düşündüren gelişmelere değinmiştim. Massachusetts seçim sonuçlarından iki gün sonra Obama’nın bankerlere savaş açtığını açıklaması, birinci gelenekten de yararlanmaya karar verdiğini, ancak borsaların iki günde yaklaşık yüzde 4 değer kaybetmesi, mali sermayenin de direnmeye niyetli olduğunu gösteriyor.
Birinci seçenekte, ABD’nin “yumuşak güçle” iş yapma kapasitesi iyice zayıfladığından, gelişmeler diğer büyük güçlerin tutumlarına endekslenmiş durumda. İkincisindeyse, başarı, oligarşi içindeki dengelere, banka sermayesinin gücünün mali krizle ne kadar kırıldığına, halkın sermayeye olan tepkilerini çeken bir “paratoner” görevine atanıp atanmayacağına bağlı kalacak. Gerçekten de, ABD iç siyasetinde çok ilginç bir döneme giriyoruz...