Prof. Dominique Moisi (Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün kurucusu, Harvard, MIT ve Varşova üniversiteleri) gibi kimi yorumcular, “1989’u andıran tarihsel bir dönüm noktasında olduğumuza” (The Guardian 21/03/09) inanıyorlar. Perşembe günü başlayacak“G20” toplantısı öncesinde yaşanan gelişmeler, yoğunlaşan tartışmalar bu inancı destekliyor.
‘Çok özel’ bir konjonktür
Ben bu “dönüm noktasını” , özellikle 2007 yazından bu yana,“küreselleşme sonrasına” geçiş süreci içinde anlamlandırma eğilimindeyim: Kapitalizmin,“Neo-liberalizm”, “Anglosakson / Amerikan modeli”, popüler söylemde de “küreselleşme” gibi ifadelerle betimlenen bir kriz yönetim modeli tükendi. Böylece kapitalizmin, ekonomik, siyasi hatta kültürel kriz eğilimleri tekrar kendilerini, ama bu modelin küresel çapta yoğunlaştırdığı finansal, ekonomik, kültürel ağların, ekolojik yıpranmanın etkisiyle, çok daha güçlenerek dayatıyorlar. Council on Foreign Relations’un jeoeconomic uzmanı Brad Setser buna“küreselleşmenin intikamı” diyor.“Geçiş süreci” içinde, belirsizliklerin giderek arttığı,“çok özel” bir konjonktür oluşuyor.
Bu “çok özel” konjonktürün iki özelliği var: Birincisi bu mali kriz, öngördüğümüz gibi (“Bu kriz ‘o kriz’ mi?”), yalnızca verili ekonomik modeli değil, ABD hegemonyasındaki gerilemeyi de hızlandırarak uluslararası dengeleri değişmeye zorluyor. İkincisi, kapitalizmin merkezlerinde sınıf mücadelesi keskinleşirken, “eşitlikçilik rüzgârının yeniden esmeye”, “kâr dürtüsünün meşruiyetini kaybetmeye” başlamasına, “açgözlülüğün” on yıllardır görülmeyen düzeyde bir toplumsal tepkiye yol açmasına paralel (R. J. Samuelson,Washington Post, 23/03/09; J. Loyd, Financial Times 28/03/09) kapitalist sınıfın zirvelerinde bir korku ve güvensizlik yayılıyor.
ABD hegemonyası ve üç köşeli dünya
Mali krize karşı önlem almak, dünya ekonomisini yeniden şekillendirmeye başlamak iddialarıyla hazırlanan G20 toplantısı öncesinde şöyle bir görüntü oluştu: ABD ve AB arasında kriz yönetimine ilişkin ortaya çıkan farklar aşılamıyor. ABD, AB ülkelerini bir an önce uluslararası talebi güçlendirmeye yönelik mali parasal önlemler almaya ikna etmeye çalışıyor. Obama yönetiminin, ABD hegemonyasının iki önemli bileşeni olan “küreselleşmenin”(dünya piyasalarının, en büyük, en rekabetçi, en güçlü, en merkezileşmiş sermaye gruplarının -egemen sermayenin- kullanımına açık kalmaya devam etmesi) ve doların uluslararası rezerv para olma ayrıcalığının geleceğini korumaya öncelik verdiği söylenebilir.
Buna karşılık, AB, ama özellikle Almanya - Fransa ekseni krizden ABD mali sermayesini sorumlu tutuyor, öncelikle onun denetim altına alınmasına, dolayısıyla ABD’nin hegemonyasının bu bileşeni karşısında kendilerini koruyacak önlemlere öncelik veriyorlar. Bu sırada, AB dönemsel başkanı (Eski Çek Cumhuriyeti Başbakanı)Topolanek’in ABD önerileri için“cehenneme götüren yol” ifadesini kullanması, ABD’nin AB içindeki, Doğu Avrupalı bağlaşıklarının, ABD’den uzaklaşarak Almanya-Fransa eksenine yakınlaştığını gösteriyor.
ABD - AB yaklaşımları arasındaki farklar belirginleşirken, Çin’in ilk kez ABD hegemonyasını, ekonomik ve askeri düzlemlerde test etmeye, açıkça alternatif bir duruş sergilemeye başladığı söylenebilir.
Geçen hafta Çin, “doların uluslararası rezerv para olma statüsünün, çok kutuplu bir dünyada, ABD’ye uygun olmayan ve haksız bir ayrıcalık sağladığına ilişkin gittikçe yaygınlaşan” (The Guardian 27/03) bir algıdan yararlanarak, daha önce Rusya tarafından dillendirilen “yeni bir uluslararası rezerv para” önerisini gündeme getirdi. Bu, ABD hegemonyasının ekonomik dayanağını açıkça hedef alan hareketti. ABD tarafının, önce kararsızlıkla (Maliye BakanıGeithner’in demeci), sonra şiddetle, adeta panik halinde, karşı çıkmasıysa (Obama’nın demeci ve medyadaki tepkileri), ortamın Çin’in bu öneriyi savunmaya devam etmesine olanak verebileceğine işaret ediyordu.
Çin’in ABD’ye karşı tutum almanın yanı sıra, G20 toplantısına giderken, IMF ve diğer uluslararası kuruluşların yönetimlerinde, gelişmekte olan ülkelerin etkilerinin arttırılmasına, politikalarının onların çıkarları yönünde yeniden şekillendirilmesine yönelik önerileri, bu ülkelerin sözcüsü konumuna yükselerek, “Güney - Güney” diyaloğu çerçevesinde kendine bir hegemonya alanı açmayı amaçladığını da düşündürüyordu. (Başbakan Yardımcısı Wang Qishan, The Times, 20/03).
Çin’in 8 Mart’ta, bir ABD destroyerini Güney Çin denizinde,“Çin ekonomik bölgesine girmek için izin almadığı” gerekçesiyle taciz etmesi (China Post 25/03), yorumculara göre, çevresine,“ABD’ye bunu yaparsam size neler yaparım mesajı vererek bölgedeki kaynak rekabetine ağırlığını koyuyordu”(International Herald Tribune,25/03). Geçen hafta medya, Çin’in askeri, teknolojik kapasitesini hızla arttırdığını ortaya koyan bir Pentagon raporu, nano teknoloji alanında kaydettiği hızlı gelişmelere ilişkin haberlerle (The Guardian, 26/03) doluydu.
G20 toplantısı öncesinde tartışmalar, dünyanın geleceğini bu iki ülke arasındaki ilişkilerin belirleyeceğine, “güç transferi sürecinin başladığına” (The Independent, 27/03) ilişkin bir algının yaygınlaşmaya başladığını düşündürüyordu.
Üçüncü etken…
Mali krizle birlikte, gelişmiş ülkelerde sınıf mücadelelerinin yoğunlaşması önümüzdeki süreci şekillendirecek bir üçüncü etkenin devreye girmeye başladığını gösteriyor.
Bu gelişmenin ilk işaretini Yunanistan’da haftalarca süren ayaklanmalar vermişti. Kriz halkın refahını etkilemeye başlayınca, İzlanda’dan Baltık ülkelerine, Doğu Avrupa’ya kadar sarsıcı protesto gösterileri, İspanya’dan İtalya’ya kadar grevler, Fransa’da bir ayda iki genel grev, cumartesi günü Londra’da geniş katılımla gerçekleştirilen “önce halk” konulu protesto gösterileri, hafta içinde gerçekleşmesi beklenen diğer gösteriler, 11 Eylül öncesindeki, küreselleşme karşıtı hareketleri anımsatan yeni anti-kapitalist dalganın yükselmeye başladığını düşündürüyor. Böyle“dalgaların”, toplumun kapitalist sınıfa yönelik genel algısını değiştiren, kapitalist sınıfın organik entelektüelleri arasında kaygı yaratan kültürel etkiler olur.
Bu kültürel etkilerin ilk örneği, serbest piyasa modeline olan güvenin adeta bir anda buhar olmasıydı. Arkasından, devlet kapısına dilenmeye gelen büyük bankalara, sonra da bu bankaların, hiç utanmadan, bazen de devletten alınan kaynaklarla kendilerine büyük ikramiyeler veren müdürlerine yönelen bir öfke patlamasına, İskoçya’da birinin, evine, arabasına taşlı saldırıya yol açmasına şahit olduk. Medya bu öfkeyi yansıtmaya, ABD’den İngiltere’ye, hükümetlere bu ikramiyeleri geri alması (adeta mülksüzleştirmesi) için baskı yapmaya başladı.
Bu gelişmeler, yukarıda aktardığım gibi kapitalist sınıfın entelektüelleri arasında büyük bir kaygı yaratıyor. Cuma günü The Guardian’da, İngiliz, İtalyan ve Alman Genel-İş sendikalarının genel sekreterlerinin imzasıyla yayımlanan “Toplumsal Avrupa için yeni bir mutabakat” başlıklı yazıysa, Avrupa çapında sendikal dayanışma ve işbirliği olasılığını gündeme getirdiğinden, bu entelektüeller için adeta bir kâbus niteliğindeydi.
Kim bilir, belki de, Dickens’in deyişiyle “zamanların en kötüsüne” giriyoruz “hem de en iyisine...”