Friday, February 27, 2009
Tuesday, February 24, 2009
Depresyondan Manzaralar…
Artık depresyondayız… Sanayi üretimi her yerde daha önce görülmemiş hızlarda düşüyor, işsizlik artıyor. Geçen hafta merkez ülkelerde borsalar haftayı 2003’te vurdukları dip noktalarına ulaşarak, hatta geçerek kapattılar. Televizyonlar yine bir mali skandalın haberleriyle dolu… Anglo-Saxon ekseninin “bırakınız yapsınlar” modelinin “fos çıktığına” ilişki konsensüs giderek pekişiyor.
Ancak, serbest piyasa müritlerinin, terk edilenlerin, ruh sağlıklarını geri kazanmadan önce geçirdikleri beş aşamadan (inkâr, kızgınlık, pazarlık, depresyon ve kabullenme) inkârla pazarlık arasında takılıp kaldıklarını görüyoruz. Bir türlü durumu kabullenemiyor, her yerde krizin sonunu muştulayacak belirtiler arıyor, bulamıyor, gerçekliğe işaret edenleri ideolojik olmakla suçluyor, aynı anda, “devlet kurtarsa, şunu yapsa, bunu yapsa…” gibi pazarlıklara umut bağlıyorlar. Yıllardır ekonomistlik yapmak yerine “portföylerinin ağzıyla konuşmanın” vebali olsa gerek…
Bu sırada kimi önde gelen başpapazların, müritlerin aksine,“kabullenme aşamasına”,çabucak ve büyük bir pişkinlikle ulaşmalarına şahit oluyoruz.
Greenspan ve Volcker…
Serbest piyasa itikadının en büyük günahlar listesinde, ikinci sırada devletin ekonomiye müdahale etmesini savunmak, uzmanların, bilim insanlarının ekonomiyi işadamlarından daha iyi anlayabileceklerini düşünmeye cüret etmek var. Birinci sıraysa devletleştirme önerisine ayrılmıştır. Eğer CNN ve BBC gibi haber kanallarını izliyorsanız, geçen iki hafta boyunca şöyle garip durumlarla siz de karşılaşmış olabilirsiniz: Kimi uluslararası bankaların CEO’ları, The Economist’in deyimiyle “evrenin efendileri”,serbest piyasa dininin merkezleri, ABD’de ve İngiltere’de, parlamento komisyonlarında, milletvekillerinin, senatörlerin küçümseyen, alaycı bir tonla yönelttikleri sorulara cevap vermeye, bankaları nasıl batırdıklarını, batırırken aldıkları astronomik ikramiyeleri, kızara bozara açıklamaya çalışıyor, ter döküyorlardı. Dün “evrenin efendileri” olarak görülenler bugün ödevini yapmadan okula gelmiş, ama uygun bir mazeret dahi bulamayan aptal öğrenciler gibiydiler… Milyon sterlin ikramiyelik CEO’lardan birinin, “Benim aslında bankacılık eğitimim yok ki” diyerek sıyırtmaya çalıştığını görünce bir kez daha anladım ki, “serbest piyasa”, aslında çok özel bir hırsızlık modeliydi, o kadar…
Bu model çökünce, başpapazlar, (bankacıların “maestro” dedikleri adamlar) ağız değiştirmeye başladılar. Eski ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan’ın, benzer bir komisyonda, “Çok şaşırdım, gerçek dünya ideolojime uymadı” dediğini anımsayacaksınız. Greenspan, geçen hafta da bankaların devletleştirilmesinin gerekli olabileceğini söyleyiverdi…Greenspan… Devletleştirme…Çok değil iki yıl önce rüyanızda görseniz hayra yormazdınız…
Ama Greenspan’dan daha kıdemli papazlar da var. Şimdilerde Obama’nın baş ekonomik danışmanlığını yapan 80’lik Volcker bunlardan biri. Volcker 1979’da ABD Merkez Bankası’nın başına gelince ilk yaptığı iş, işsizlikle mücadeleyi bir kenara atarak enflasyonla mücadeleyi dogma haline getirip faizleri hızla yükseltmek oldu… Başkan Reagan bu platformda “küresel serbest piyasa inşa projesini”açıkladı… Ertesi yıl gelişmekte olan ülkeler borçlarını ödeyemeyerek “5O sent’e muhtaç” hale geldiler ve bildiğiniz gibi arkasında da IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum, serbest piyasa reformlarına yem oldular.
Volcker geçen cuma günü Columbia Üniversitesi’nde konuşuyordu (Bloomberg TV). Konuya, “Bana bu krizden ne zaman çıkacak, olanları arkada bırakarak unutacağız diye soruyorlar” diyerek girdi. Volcker’e göre “kriz uzun sürecek”… “yüz yılda bir oluşan bir durumla karşı karşıyayız”…Volcker, sanayi üretiminin bu hızla, bu kadar çok ülkede aynı anda düşmesine daha önce hiç şahit olmamış; “Bu büyük depresyondan daha kötü bir durum” diyordu. Neo-liberalizmi başlatan adam Volcker, finans mimarlarıyla dalga geçti,“Kapitalizm bu krizden de çıkar… ama kimi özellikleri değişir… Denetimsiz mali piyasa modeline dönülebileceğini sanmıyorum ”dedikten sonra krizden çıkmaya ilişkin bir önerisi olmadığını da itiraf etti… Belli ki Volcker,“depresyonu” da geçerek “kabul aşamasına” gelmiş…
Gerçekten hükümetlerin, sermaye ilişkisini taşıyanların (kapitalistler) yapabilecekleri fazla bir şey yok. En iyisi, IBM CEO’sunun Financial Times’da önerdiği gibi, altyapı, teknoloji, eğitim gibi alanlara yatırım yapıp kriz sonrasına hazırlanmak, iş olanakları yaratıp sosyal gerginliği en azda tutmaya (devrimci çalkantıları önlemeye-E.Y) çalışarak borç köpüğünün, kapasite fazlasının yok olmasını beklemek, bu sürecin savaşlara yol açmadan tamamlanması için dua etmek…
Bankanızı satarsanız…
Türkiye’de bankacılık sektörü uluslararası bankaların eline geçerken uyarmaya çalıştığımızda (alarm zillerini ilk önce Yiğit Bulut çalmaya başlamıştı), emperyalizmden filan söz ettiğimizde, kapitalizmin işleyişinden habersiz kimi solcu taklitçisi liberaller, bu“yaygaramızın” şoven milliyetçiliğimizden kaynaklandığını düşünerek kendilerini rahatlatıyorlardı.
Geçen hafta Financial Times, AB’nin, Doğu Avrupalı, yeni üye ülkelerinin, ulusal bankalarını, mali kurumlarını yabancılara sattıklarına çok pişman olduklarını anlatıyordu. Bu ülkelerin yöneticileri, şimdi Batı Avrupa bankalarının etkinliklerinin ekonomik koşullarının kötüleşmesini hızlandırmasından yakınıyorlarmış. Bu yöneticiler, dün IMF’nin Brüksel’in aklına uyup ülkelerinin bankalarını, finans kurumlarını uluslararası sermayeye satmışlardı. Şimdi, bunları satın alan AB bankalarının, başka yerlerdeki delikleri kapatmak için sermaye götürmesinden, işletmeleri batmaya terk etmesinden çok korkuyorlarmış. Financial Times yazarına göre, “Doğu Avrupa’da birçok insan, bankalarını satmanın, uluslararası finansa açılmanın erdemlerinden kuşku duymaya başlamışlar. Bazıları, geçmiş ekonomik başarılarının dayandığı ‘liberalizasyon ve bütünleşme’ paradigmasının tümünü sorguluyorlarmış. Toplumsal huzursuzluk hızla artıyormuş.” (Financial Times19/02) Gerçekten de Batı Avrupa ülkelerinde, finans ve sanayi şirketleri işçi çıkarıyorlar. Bu arada bu şirketler, hükümetlerinin mali yardımından yararlanabilmek için, ülke dışına kredi akışını durduruyor, hatta Doğu Avrupa’daki etkinliklerini küçülterek ülkelerine geri dönüyorlar. Yeni AB üyesi ülkelerde de işsizlik büyük bir hızla artıyor; şimdi “AB’nin başarısının temelini oluşturan mali ve ticari serbestleşme tüm bölgeyi son derece kırılgan bir hale getirdiği anlaşılıyor.” (age)
Kriz, kapitalizmin bastırılan gerçeğinin geri gelerek tüm fantezileri, illüzyonları darmadağın etmesidir. Yine öyle oldu: “Serbest piyasa”nın aslında, toplum düşmanı bir hırsızlık modeli olduğu bilinçlere çıkıyor. Küreselleşmeciliğın, çevre ülkeleri bu modele uydurmak için üretilmiş bir söylem olduğu da…
Karşımızdaki, küreselleşme fantezisinin dünyası değil, emek sermaye çelişkisi, hiyerarşik egemenlik-bağımlılık ilişkileri üzerine kurulu uluslararası kapitalist-emperyalist bir sistem… Gelişmekte olan ülkelerde kapitalizme karşı mücadele edebilmek için, somut bir yerden, onun ülkedeki var oluş(“existence”) halinden, ekonomiyle siyaseti birleştiren“emperyalizmden” başlamak gerekiyor…
Borsalar
| FT (ay/yıl) | Dow Jones | Heng Seng | Nikkei | Dax |
Zirve | 6930 (12/99) | 11497 (12/99) | 17406 (03/00) | 20337 (03/00) | 7644 (02/00) |
Dip | 3567 (01/03) | 7460 (09/02) | 8634 (03/03) | 7831 (04/03) | 2423 (03/03) |
Zirve | 6721 (10/07) | 13930 (10/07) | 31352 (10/07) | 18138 (06/07) | 8067 (12/07) |
En son (24/02/09) | 3851 | 7115 | 13175 | 7183 | 3936 |
Thursday, February 19, 2009
Bu sırada Avrupa Birliği’nde… (II)
Ekonomik kriz Avrupa Birliği ekonomilerini şiddetle sarsıyor. AB üyesi devletler krize karşı ortak bir önlemler paketi oluşturamıyor, aksine korumacılık eğilimleri güçleniyor. Bu gelişmeler AB’nin üzerinde durduğu sacayağını (birleşik pazar, Avro ve ulus devletleri aşan bir “müşterek hükümranlık” -pooled sovereignity) çürüterek “bu krizde ayakta kalabilecek mi?” sorusunu gündeme getiriyor.
Bir model bir çok ülke
Krizden önce, ekonomik iklimin göreli olarak yumuşak olduğu dönemde (1993-2007) Avro’nun ve bütünleşme sürecinin istikrarı, üye ülkelerin bütçe açıklarına (GDP’nin %3’ü), kamu borçlarına (GDP’nin %60) sınır getiren İstikrar Paktı, faiz ve para politikasından sorumlu Avrupa Merkez Bankası yoluyla sağlanıyordu. Krizle birlikte, ekonomik yapıları, sınıf mücadelesi ritimleri birbirinden farklı ekonomilere tek bir model dayatmanın sorunları hemen ortaya döküldü. Kimi üye ülkelerin kamu borç oranları % 90’ın, bütçe açığı oranları %10’un, birliğin ortalama bütçe açığı oranı %4’ün üstüne çıkınca istikrar paktı anlamını yitirdi.
Ülkelerin borçlanma gereksinimleri arttıkça, İspanya, Portekiz, Yunanistan, İtalya gibi mali yapıları zayıf ülkelerin borçlanma faizleriyle, örneğin Almanya gibi güçlü ülkelerin borçlanma faizleri arasındaki farklar artıyor, AB ekonomilerinin hepsine birden tek bir faiz oranı dayatmanın zararları ortaya çıkıyor.
Ama en önemlisi, neo-liberal model ve AB’nin idari yapısı, üye ülkelerin, ulusal koşullarına uygun döviz, faiz politikaları, kriz döneminde maliye politikası uygulama özgürlüğünü ortadan kaldırıyor, parasal genişlemeye izin vermiyor. Burada “ulusal koşullara uygun” sözcüğü son derecede önemli: Hükümetler işsizlik arttıkça (Halen: İspanya’da %14; İrlanda’da/Fransa’da, %8+; Yunanistan’da, %7.5; Almanya’da, %7.2; İtalya’da %6.2; Hollanda’da %2.7) korumacılık, sosyal yardım vb… talepleri etrafında giderek sertleşen bir toplumsal muhalefetle yüz yüze kalıyorlar.
Üye ülkelerin kendi içlerindeki sınıflar matrisi, hegemonya ilişkileri, bu muhalefetin isteklerine öncelikle cevap verme zorunluluğunu dayatırken, ulus devletin önemini arttırıyor, AB sürecini yürüten hegemonya bloğunu eritiyor.
Yine hegemonya sorunu…
Hegemonya olgusunu, uluslararası ilişkiler bağlamında, basitçe, bir ülkenin bir grup ülkeyi belli politikalar etrafında ortak bir söylemde birleştirerek yönlendirme kapasitesi olarak yorumlayabiliriz.
Hegemonya olgusunun, ülke düzeyinde, bir sermaye fraksiyonunun, diğer sınıf fraksiyonlarını, kendi programına geniş halk kitlelerinin desteğini de alarak, yönlendirmesi olarak karşımıza çıktığını anımsarsak (Gramsci), şöyle bir sonuca varabiliriz: Uluslararası hegemonya olgusu da ister istemez ülkelerin hegemonik konumda olan fraksiyonları arasında, kurumsal, ideolojik olarak desteklenen, zaman içinde yeniden üretilebilen bir mutabakatın oluşmasını gerektirir. AB sürecinde 1980’lerin başından bu yana, bu tanımlamalara uyan bir hegemonya mutabakatı kurma çabası var. Avrupa birleşik piyasası çapında, çoğu zaman bunu da aşarak küresel düzeyde var olan sermaye gruplarının temsilcileri arasında, neo-liberal ve küreselci bir söylem üzerinde oluşan bu mutabakat, Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası adlı örgütte kurumsal ifadesini buluyor; çeşitli iz düşümlerine, Brüksel bürokrasisinde AB komisyonlarında rastlanıyor. Ancak bu mutabakatın AB halklarının desteğini alarak AB çapında sağlam bir hegemonya oluşturabildiğini söylemek, özellikle referandumda Anayasanın ve Lizbon Anlaşması’nın başına gelenleri de düşününce olanaklı değil.
Kriz bu başarısızlığın üstüne geldi. Çeşitli sermaye grupları, kendi ülkelerinin devletlerinin himmetine sığınmaya başladılar, hatta AB çapında oluşan yapıları, yardımlardan yararlanabilmek için ulusal zeminde parçalama eğilimi belirdi. Böylece hem bu mutabakat “destek söylemini” (Bkz Davos tartışmaları) kaybetmeye hem de fiilen parçalanmaya başladı. İşçi hareketlerindeki giderek artan canlılık, korumacılık eğilimlerini güçlendirdikçe bu parçalanmanın hızlanması kaçınılmaz görünüyor.
Böylece AB sürecinin iki seçenekle karşı karşıya kalacağı söylenebilir. Ya üyelerden biri krizin basıncına dayanamayarak AB’den çıkmak zorunda kalacak ve tüm süreç çözülmeye başlayacak. Ya da AB ülkeleri, “müşterek hükümranlık” olgusunda korumacılık eğilimleriyle başlayan “erimeyi” geri çevirmek, için ulusal düzeyde yükselmeye başlayan toplumsal muhalefetlerle de çatışmayı göze alarak siyasi bütünleşmeyi daha da güçlendirmeye çalışacaklar. Her iki olasılık da bizlere yeni siyasi ekonomik çalkantılar vaat ediyor…
Tuesday, February 17, 2009
Bu sırada Avrupa Birliği’nde… (I)
Kapitalizmin tarihinin belki de en büyük küresel ekonomik krizi tüm şiddetiyle devam ederken tüm dikkatler öncelikle ABD, sonra da Çin üzerinde yoğunlaşmıştı. Halbuki, 16.8 trilyon dolarlık gayri safi hasılasıyla dünyanın en büyük ekonomisini oluşturan Avrupa Birliği de çok ciddi sorunlarla karşı karşıyaydı. AB’nin sorunlarının şimdi,“bugüne kadar hep” yumuşak havalarda yoluna devam eden“Birlik süreci bu basınçlara dayanabilecek mi” sorusuyla nihayet ilgi çekmeye başladığını görüyoruz.
‘Ekonomi kontrolden çıkmazsa…’
Avrupa Birliği sürecinin devam edebilmesi için birleşik pazarın varlığını koruması, ekonomik bütünleşmenin ilerlemesi gerekiyor. Buna karşılık, AB bölgesi ülkelerinin, en azından sürecin çekirdeğini oluşturan Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya’nın krize karşı ortak bir tepki, eşgüdümlü politikalar geliştirmediklerini görüyoruz.
Üstelik, Financial Times, Le Monde, Der Spiegel gibi yayınların geçen hafta yorumlarında dikkat çektikleri gibi, “herkesin kendi başının çaresine bakmaya”yönelmesi nedeniyle hem birleşik pazarın hem de ekonomik bütünleşme sürecinin geleceği üzerinde devasa bir soru işareti oluştu. Başta Almanya, Fransa, İngiltere olmak üzere AB ülkelerinin hükümetlerinin, önce mali piyasalarda sonra da giderek sanayi sektöründe, stratejik firmaları destekleme eğilimi, giderek kendi ülkesindeki iş olanaklarını ve piyasaları koruma eğilimine dönüşmeye başladı.
Financial Times’dan Richard Milne’in 14 ekonomi yazarının katkılarıyla hazırladığı ayrıntılı araştırmada işaret ettiği gibi“böyle bir korumacılık Avrupa’yı ekonomik, siyasi ve yasal sınavlarla karşı karşıya getiriyor”. Ancak, Avrupa Politikaları Çalışmaları Merkezi’nden (Centre For European Policy Studies) Daniel Gross’a göre “Banka piyasalarının bütünleşme sürecinde yaşanan parçalanma çok büyük hasar yaratarak gelişmeleri 10 yıl geriye itecek, ama bu 30 yıllık bir zarar olmayacak. Diğer korumacılık önlemlerinin marjinal kalacağını göreceğiz; eğer ekonomik gelişmeler tümüyle denetimden çıkmazsa…”(12/02/09).
Geçen hafta açıklanan veriler ekonomik gelişmelerin de denetimden çıkmaya başladığını düşündürüyordu.
‘Çapı ve hızı tamamen yeni…’
Hafta ortasında bir Financial Times Deutchland analizi, AB ülkelerinde inşaat ve imalat sanayisinin çok zor durumda olduğunu ileri sürdü. Perşembe günü Der Spiegel Avrupa Birliği ekonomisiyle ilgili verileri toplayan Eurostat’a dayanarak“Avrupa sanayisindeki çöküşün beklenenden daha kötü.. çapının ve hızının tamamen yeni.. olduğunu”, FT-D’nin yorumunda haklı çıktığını vurguluyordu. AB toplam sanayi üretimi aralık ayında, kasım ayına göre yüzde 2.6, bir önceki yıla göre yüzde 12 düşmüş. Financial Times’ın cuma günü aktardığına göre Avro bölgesi ülkeleri 50 yılın en kötü ekonomik gerilemesini yaşıyorlar. Geçen yılın ekonomik gerilemesi sanılandan çok daha derinmiş; Avro ülkelerinin toplam gayri safi hasılası geçen yılın dördüncü üç aylık döneminde yüzde 1.5 gerilemiş. Bu gerilemenin arkasındaki en önemli etken Alman ekonomisindeki ani bozulma, GSMH’deki yüzde 2.1’lik gerilemeymiş. Alman ekonomisindeki bu hızlı gerilemenin arkasındaysa,Sueddeustche gazetesinin“Almanya Resesyonda” başlıklı yorumunda vurgulandığı gibi, küresel ekonomik krizin etkileri var. Sueddeutsche, Almanya’nın son altı yıldır dünyanın ihracat lideri olduğunu, küreselleşmeden herkesten fazla yararlandığını,şimdi, bunun fiyatını ödediğini yazıyordu. Diğer bir deyişleSueddeutche ihracata dayalı modelin Almanya için de tükendiğini vurguluyor.
Yine Aşırı üretim/birikim sorunu…
Almanya ve AB de, Asya ülkeleri, Çin, ABD gibi, tüm dünya çapında tüketimi (ticaret için gerekli talebi) destekleyen kredi köpüğünün delinmesiyle birlikte ayaklarının altındaki zeminin hızla kaydığını görüyor. Kredi köpüğü sayesinde ayakta kalmanın ötesinde, birbirleriyle rekabet ederken kâr ihtirasıyla, var olan kapasiteye yenisini eklemeye devam eden sermaye gruplarışimdi eskisinden daha büyük bir atıl kapasite sorunuyla karşılaşıyorlar.
Hem bu krizin hem de kredi köpüğünün bu kapasite fazlası (aşırı üretim/birikim) sorunuyla ilgisini geçmişte birçok kez vurgulamıştık. Bu krizden çıkabilmek, çıkmaya başlayabilmek için (gerekli amayeterli olmayan önkoşul olarak) öncelikle bu kapasite fazlasının imha edilmesi, bu kapasitede temsil edilen sermayenin yok olması gerekiyor. Aşırı üretim ve birikim sorunu karşımıza bir madalyonun iki yüzü gibi, sanayide fazla kapasite/eksik talep, finansta kredi köpüğü, karşılıksız alacaklar olarak çıkıyor… Bir madalyonun iki yüzü çünkü bir, ancak öbürüyle var olabiliyor.
Korumacılık eğilimlerinin arkasındaki belirleyici etken de işte krizin bu özelliğinden kaynaklanıyor. Sorun aslında çok basit ve bir o kadar da korkutucu: Bu fazla kapasite yok olacak, olacak ama bu, çoğu kez stratejik (ulusal savunma, emperyalist etkinlik için gerekli) sanayilerin yıkımı, işsizlikte şok artışlar, böylece talep daralırken daha derin yoksullaşma anlamına geliyor. Bu sonuncusuysa Yunanistan, Baltık ülkeleri, İngiltere ve Fransa’da ilk örneklerini görmeye başladığımız gibi sınıf savaşlarının sertleşerek verili iktidar yapılarını tehdit etmeye başlaması demek. Hiçbir ülkenin hükümeti böyle bir siyasi, ekonomik karmaşıklıkla karşı karşıya kalmak istemiyor; kendi stratejik sanayilerini, iş gücünü korumak için önlem almaya başlıyor. Önce bunları mali olarak destekliyor (finansal korumacılık), sonra talebi güçlendirmek için piyasaya kaynak aktarmaya başlıyor. Ancak bu yolla yaratılan talebin ithalata yönelmesini de önlemek (dolayısıyla başka ülkelerin ekonomik siyasi yapılarını desteklemiş olmamak) için giderek iç pazarı koruyan önlemler gündeme geliyor.
AB ülkeleri krize de benzer bir biçimde tepki veriyorlar. Önce mali destek ve korumacılık başladı. Bunları sanayiye destek, giderek yerli iş gücünü, yabancı yatırımları geri çağırmaya (kapasite fazlasını “dışarıda”imha ederek işsizlik ihraç ederek) varacak ölçülerde koruma eğilimi gündeme geldi gelmeye de devam ediyor.
Bu yüzden Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya’da Yunanistan’da korumacılık gündeme gelirken karşılıklı“ekonomik ulusalcılık”suçlamaları da duyulmaya başlıyor.
Thursday, February 12, 2009
‘Bildiklerini Sizlere Söyleselerdi...’
Davos tartışmalarını izler, medyaya yansıyan yorumları okurken, aklıma Bob Beckman (1934-2007) geldi. Beckman, 1970’lerde küçük yatırımcılara yönelik önerileriyle dikkatleri çekmişti, özellikle de 1987 krizinde borsada yüzde 25 gerilerden yönettiği portföyün getirisi yüzde 300 arttığında... Beckman’ın krizlerde ayakta kalabilmenin yollarını tartışan çok ilginç kitapları da vardı.
Kapitalizmin krizleri üzerine doktora tezimi yazdığım yıllarda, Beckman’ın çalışmaları arasında, beni en çok “Olanlar daha önce de oldu. Ama sizi yönetenler, sırtınızdan büyük servetler yapanlar, bunu size söylerlerse sizi yönetemezler”uyarısı etkilemişti. 1990’larda“küreselleşme”, 2007’de “kriz”tartışmaları başladığında hep, Beckman’ın ne kadar haklı olduğunu düşündüm.
Küreselleşme ve kriz
“Küreselleşme”, 1990’ların başında günlük söyleme sokulduğunda, yepyeni, önlenemez, geri çevrilemez, dışında kalınamaz bir süreç olarak sunuldu. Bu büyük iddiaların yanı sıra, ulus devletler,“ulusal ekonomiler” artık önemini kaybetti, hatta Tayyip Bey’in de geçen yıl vurguladığı “Yatırımın yerlisi yabancısı olmaz” iddiaları da öne sürülüyordu. Bu iddiaların temelindeyse, biri ekonominin, ikincisi insanın doğasına ilişkin, krizin ışığında bakınca, inanılmaz derecede abartılı duran iki varsayım vardı. Piyasalar aşırılıklarını kendi kendilerine düzeltirler, bu yüzden devletin piyasadan uzak durması gerekir. İkincisi, piyasa aktörleri akılcı beklentilerle davranan insanlardır.
Mali kriz 2007 yılında başladığından bu yana piyasaların kendi pisliklerini kendilerinin temizleyemeyeceği ortaya çıktığında, devlet müdahalesi, hatta birçok durumda devletleştirmeler gündeme gelince, bu iki varsayım, gözlerimizin önünde çöktü. Davos tartışmaları bu çöküşün nihayet bilinçlere çıktığı yerdi. Kimi televole ekonomistlerinin, nafile bir çabayla iddia ettiği gibi Davos’takiler salt ideolojik hezeyanlar değildi… İdeolojinin çatlağından sızarak kendini dayatan“gerçek”, bizzat ideolojinin üretildiği yerdeki, egemen fantezileri dağıtıyordu, o kadar!
Artık kapitalizm ayakta kalmak için devlete mecbur olduğunu kabul ediyor, devletler bankacıların maaşlarına kadar burunlarını sokuyor. Geçen hafta,Financial Times, Wall Street Journal, The Economist, “küreselleşmenin geri vitese taktığını”, küresel sermayenin ülkesine geri dönmeye başladığını, her hükümetin kendi şirketlerini (parayı alıp dışarı gitmemek koşuluyla!) desteklediğini, sokaklara dökülen işçilerinin taleplerine kerhen de olsa kulak vermeye çalıştığını, ABD dahil birçok ülkede “yerli malı kullan”kampanyalarının başladığını aktarıyordu: Korumacılık ve ticaret savaşları riski gittikçe artıyor.
Söylenmeyenlere gelince…
Önce, küreselleşmenin yeni bir olgu olmadığı, finansallaşmayla, krizle ilişkisi bizlerden saklandı. Her “küreselleşmenin”sonunda yaşandığı gibi yine bir mali kriz gelip kapıya dayanınca, önce ABD ev piyasasında basit bir kaza olarak sunuldu. Sonra, ev piyasası krizi, kredi krizine dönüştü, ABD belki hafif bir resesyon yaşardı ama, küresel resesyon söz konusu değildi. Küresel resesyon da geldi kapıya dayandı… Bu kez, “Olsun merak etmeyin resesyon küresel ama depresyona dönüşmeyecek…”
Bizi yönetenler hep bizi uyutmaya çalışıyorlar. Fare insanın kulağını yerken acımasın, uyanmasın diye üflermiş…
Nihayet geçen hafta, ya deniz bitti ya da siyasilerin sinirleri iflas etti. Önce İngiltere Başbakanı Gordon Brown dünya ekonomisinin depresyonda olduğunu ağzından kaçırdı. Tam dil sürçmesi filan diyorlardı ki, pazartesi günü, IMF Başkanı’nın “Bütün gelişmiş ülkeler depresyonda” saptaması gazetelere düştü. Şimdi de, belki depresyon ama,“büyük depresyon değil” diyorlar.
Gerçi, 2008’de yüzde 6.2 büyüyen dünya ekonomisi 2009’da yüzde-2.1 (toplam daralma yüzde 8.3; yaklaşık 4.5 trilyon dolar) gerileyecekmiş; küresel hava kargo trafiği, aralıkta, önceki yıla kıyasla yüzde 23 düşmüş; çevre ülkelere giden sermaye, 2007’de 929 milyar dolardan bu yıl 165 milyara gerileyecekmiş. Standard & Poors 500 indeksinin son 10 yılın, yılık ortalama (reel) getirisi (yüzde -5.1), 1929 krizini izleyen on yılın, yıllık ortalama getirisinden (yüzde -2.8) çok daha düşükmüş (New York Times, F. Norris, 08/02); daha önceki resesyonlara kıyasla bu yıl ABD ekonomisinin toparlanması gerekirken, daralma devam ediyormuş… Olsun, bunlara da bir açıklama bulurlar…
Friday, February 06, 2009
Değerli dostum Türkel
Az rastlanır yaşam ve insan sevgini, onurlu duruşunu, sermayenin diktatörlüğü, siyasal İslam’ın yükselişi, liberalizmin çürütücü etkileri karşısında, zaman zaman baş gösteren türlü moral bozukluğunu ve yılgınlığı anında gideren, şakacı tarzını, inanılmaz aydınlık gülüşünü, derin ekonomi bilgini, keskin siyasi toplumsal eleştirilerini asla unutmayacağız.
Be ne kadar büyük bir kayıp! Tam da ülke tarihinin en kritik sürecini yaşarken...
Tuesday, February 03, 2009
K. Marx, T.S Eliot ve Hüsnü
İnsan anlağı bir garip... Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) bu yılki başlığını (“Kriz Sonrası DünyayıŞekillendirmek”) görünce anlağımda bir şimşek çaktı; Marx, Eliot ve “Hüsnü” sözcükleri belirdi. Ne ilgisi var diyeceksiniz haklı olarak. Anlatacağım, arkasından da Davos’ta bir toplantıda yaşananları özetleyeceğim.
Para ‘mok’ gibi. Ya akıl?
Marx, “Filozoflar bugüne kadar dünyayı anlamaya çalıştılar, esas olan değiştirmektir” diyordu.Eliot’un da “Deneyimi yaşadık, ama anlamını yakalayamadık”saptaması ünlüdür. Davos toplantısını düzenleyenler ve katılanlar, Marx’ın ifadesindeki ilk aşamadan bile gerideler. Bu beyler krizin toplantı yapılana kadar bitmiş, dünyanın da yeniden şekillendirilmeye hazır hale gelmiş olacağına inanıyorlarmış. Davos kalabalığı, geçen yıl “Küresel resesyon geliyor” dediği için çok kötümser bulunan, alaya alınan birkaç kişi dışında, tam da Eliot’ın dediği gibi, krizi yaşıyor ama aslında ne yaşadığının farkında bile değil...
Halbuki önceki yıl aktardığım gibi“Thatcher - Reagan dünyasının geride kalmaya başladığına ilişkin ilk tereddütler oluşmaya başlamıştı”. Geçen yıl, mali krizin kıvrımları açılmaya başladığında, bankacıların “kendi kum havuzlarına pislediğinden” söz ediliyordu. Bu yıl krizin nedeni bulunmuş görünüyor:“Piyasaların kendi kendilerine dengeye geleceğine inanmak.”Bu yıl, bankaların, çokuluslu şirketlerin CEO’ları, üst düzey yöneticileri Davos’ta, bu “yeni kavradıkları gerçeği” dile getiriyorlar…
Biraz da bu yüzden, The Guardian’dan Julian Glover mali krizi, insanları öldüren ama yapılara zarar vermeyen nötron bombasına benzeterek, “Davos var olmaya devam ediyor, ama onu destekleyen kültür öldü” (30/01/09) diyordu.
“Hüsnü”ye gelince, o da çocukluğumda çok kullandığımız bir deyimle ilgili. Kendine olmadık özellikler vehmedenlere “Sen‘Hüsnü’ ile ‘Kuruntu’yu tanıyor musun” diye sorardık. Beylere bakar mısınız? Dönemlerinin geçtiğinin ayırdında bile değiller, krizden sonra dünyayı (ne demekse) yeniden şekillendirmekten söz ediyorlar. Halbuki son gün İngiltere Başbakanı Brown “Elimizde, krizden çıkmak için bir harita yok”diyordu.
Bu arada kriz derinleşmeye devam ediyor
Davos toplantısı devam ederken gazetelerde “Ekonomik göstergeler, kötüden daha kötüye gidiyor” (Washington Post), “60’ yılın en kötü ekonomik acıları” (Financial Times),“Ekonomik beklentiler bozuldukça bozuluyor” (The Independent),“Ekonomik gerileme derinleşiyor”(Wall Street Journal), “Merkelkorumacılık konusunda Obama’yı uyardı” (Der Spiegel) gibisinden haber ve yorumlar dikkati çekiyordu. Le Monde ve The Guardian İngiltere ve Fransa’da işçi hareketlerinin yayılmakta olduğunu aktarıyordu.
ABD ekonomisi IV. üç aylık dönemde yüzde 3.8 gerilemiş, Japonya’da sanayi üretimi kasımda yüzde 8.5 geriledikten sonra aralıkta da yüzde 9.6 düşmüş. Uluslararası İşçi Örgütü (ILO), bu yıl tüm dünyada 50 milyon kişinin işini kaybedeceğini hesaplamış. Financial Times ekonomi editörü Martin Wolf, gelişmiş ekonomilerde ekonomik daralmanın yüzde 5-10 oranlarına çıkabileceği varsayımından hareketle “proto-depresyondan” söz ediyor.Soros, mali sistemin sorunlarının 1930’lardan belirgin biçimde daha büyük olduğuna inanıyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Obama yönetimi, yeni geçirdiği bir yasayla, altyapı yatırımlarında kullanılacak demir ve çeliğin ithalatını yasaklıyor…
Birdenbire alevlenen işçi hareketleri, 1930’ları anımsatan bu manzarayı tamamlıyor. Hem de iki açıdan birden. Fransa’daki kitle grevi krizi ve hükümetin ekonomi politikalarını hedef alırken İngiltere’de işçi hareketindeki canlanma, yabancı işçileri hedef alıyor. Lincolnshire bölgesinde rafineri işçileri işletmenin yabancı işçi çalıştırmasını protesto etmek için iş bıraktılar. İskoçya’da ve Galler bölgesine 13 bölgede rafinerilerde, enerji santrallarında işçiler, dayanışma eylemleri başlatınca, yabancı düşmanlığı haberleri medyada ön sıraya yükseldi.
‘Dünya ekonomisine ne oldu?’
Sizinle paylaşmak istediğim Davos toplantısına gelince, 28 Ocak’ta yapılan “Dünya ekonomisine ne oldu?” başlıklı çalıştayda katılımcılar, 5-6 kişiden oluşan 20 masaya dağılmışlardı. Yaklaşık yarım saatlik bir tartışma süresinden sonra, her masa liderinin aracılığıyla ulaştığı sonuçları açıkladılar.
Konuşanların hemen hepsi,“piyasaların kendiliğinden, hem de büyük zararlara yol açmadan dengeye geleceğine” ilişkin,“adeta dini boyutlara ulaşan”varsayımı suçladılar. O kadar ki 4 numaralı masanın lideri, “30 yıldır piyasanın verimliliğini eleştirmek istediğimde, ağzımı hep korkarak açtım. Bu odadakilerin hiçbiri beni desteklemedi. Şimdi böyle bir konsensüs oluşmuşsa yeni bir paradigmanın eşiğinde olmalıyız”diyerek sitem etti. Bu“konsensüs”e ek olarak, 10 No’lu masadan Philip Jennings, “Serbest piyasada servetin yukarıdan aşağı sızacağına ilişkin varsayım iflas etti… Şimdi insanlar son derecede sinirli, başka bir model bulmak gerekir”dedi. 6. masanın lideri, “sınır ötesi menkulleştirmenin risklerinin zamanında kavranamadığından, enflasyonla mücadelenin adeta ekonomi politikasının nirvanası haline geldiğinden” yakındı.
Birçok masanın liderli sık sık söz alarak matematiğe, ekonomik modellere aşırı güvenin büyük bir sorun yarattığını, risklerin yanlış hesaplandığını vurguladılar. Ünlü istatistikçi, sıra dışı olayların toplumsal etkilerini tartışan“Siyah Kuğu” teorisinin yaratıcısı,Nassim Taleb söz alarak “Ben bu modeller palavra, batacaksınız dediğimde güldünüz, şimdi herkes layığını buluyor” dedi ve salonda kızgın homurdanmalara yol açtı. Bir başka konuşmacıya göre, “20 yıldır mutluluk hapı yutulmuş, partide herkes eğlenmiş, ama parti bitmişti”. 17 No’lu masadan bir konuşmacı,“ahlak sorununa” değindi ve“bireyciliği yücelten ahlak anlayışından toplumun tekerleğini çevirmeye, ortak çıkarlara yönelik bir ahlak anlayışına geçmek gerektiğini”vurguladı.
Konuşmacılar aşırı karmaşık, risk almaya, prime yönelik mali modelleri, ihtiras kültürünü eleştirdiler. 14. masadan, sanayici olduğu anlaşılan yaşlı bir konuşmacı, “Sanayide bir üretici, bir şirket, bilerek veya bilmeden zehirli mal satarsa hapse gider. Mali piyasalarda satılan zehirli malların hesabını kim verecek?”diyordu ki kolaylaştırıcı bayan,“Ama malı satan fiyatının bu kadar düşeceğini nereden bilebilirdi ki!” deyince, sesini yükselterek çıkışmaya başladı,“Bilmeden mi yaptılar demek istiyorsun” diyerek...
Hükümetlere yönelik eleştiri de yine serbest piyasa itikadına ilişkin eleştiriler üzerinden gitti. Bir konuşmacı “Bu politik kararlar alındı, çünkü temel varsayım piyasa modelinin şaşmazlığına dayanıyordu. Hata içseldi” dedi.
Kafanız karışmış olabilir bir kez daha anımsatayım. Bu tartışma Davos’ta oluyor, tartışanlar da çokuluslu şirketlerin ve mali piyasaların liderleri, CEO’ları filan…