Friday, January 30, 2009
Thursday, January 29, 2009
Kriz ve Toplumsal Çelişkiler
Kriz derinleşmeye, dünya ekonomisi küçülmeye devam ediyor. Kriz eğilimlerini finansal alana (spekülasyon, sermaye ihracı), dış ticarete kaçarak dışlama yolları kapandıkça, sermaye içe (ulusal ekonomiye) dönerek dikkatini maliyetleri düşürme, iç pazarı koruma ve iç pazarda payını genişletmek için merkezileşme önlemleri üzerinde yoğunlaştırıyor. İçe dönüş ister istemez toplumsal huzursuzlukların patlama noktasına doğru ısınmasını hızlandırıyor.
‘Gangsterler’ ve ‘kundakçılar’
IMF dünya ekonomisinin 2009 büyüme hızı beklentisini yüzde 2.2’den yüzde 1-1.5’e çekti. Dünya ekonomisinde resesyon sınırının yüzde 2.5 olduğunu anımsarsak bir depresyona doğru ilerlemekte olduğumuzu düşünebiliriz.
Dünya ekonomisi hızla küçülürken geçen hafta banka krizinin şiddetle geri gelmesi, finansal kriz ile reel ekonomi arasında, oluşmasından korkulan fasit dairenin yerleşmiş olduğunu gösteriyordu: Önce mali kriz reel ekonomiyi vurdu, sonra reel ekonomi mali sektörü vuruyor… Alman Sosyal Demokrat Partisi Başkanı Müntefering, bazı bankacıları “gangsterler ve kundakçılar”sözleriyle suçlarken fasit dairenin kalıcılaşmasına ilişkin artan korkular, Atlantik’in iki yakasında, banka sektörünün, bir an evvel kısmen ya da tamamen devletleştirilmesi gerektiğine ilişkin savları güçlendirdi, tartışmaları yoğunlaştırdı (The Economist, New York Times, Financial Times).
Mali kriz vesilesiyle sürekli faiz indirimleri, bankaların, kimi sanayi şirketlerinin kurtarılması, yabancı şirketlerce satın alınmalarının önlenmesi, kısmı devletleştirmeler, hem serbest piyasa savlarının iflas ettiğini hem de ekonomik korumacılığın dolaylı yollardan hızla yayılmakta olduğunu gösteriyordu.
ABD’de yeni Obama yönetiminin Hazine Bakanı adayının, geçen hafta, Çin’i döviz manipülasyonu yapmakla suçlaması, doğrudan korumacılığın da sırada beklemekte olduğunu düşündürüyordu. Dikkatlerini iç pazarda odaklaştıran sanayicilerin ve işsizlikten korkmaya başlayan sendikacıların korumacılık korosu gittikçe güçleniyor. Korumacılık dış tehdit (şimdilik ekonomik) algısını güçlendirdiğinden milliyetçilik ve ırkçılık da ister istemez güçleniyor.
Wall Street Journal, Financial Times yorumcularına göre, bu hafta başlayacak olan Davos zirvesine kötümserlik, günah çıkarma ve suçlamalar damgasını vuracakmış.
Kaynama noktasına doğru…
Sermayenin içe dönerek maliyet unsurları üzerinde yoğunlaşmaya başlaması, işçi çıkarmaları hızlandırıyor, çalışanlar üzerindeki baskıyı arttırıyor. Bu koşullarda, toplumsal huzursuzluklar giderek toplumsal çatışmalara dönüşmeye başlıyor, öncelikle de Avrupa Birliği’nin, toplumsal destek sistemleri, IMF’nin neoliberal reform programları kapsamında tırpanlanmış, çevre ülkelerinde... AB’nin merkezinde işini kaybeden göçmen işçilerin ülkelerine dönmeye başlamasıyla bu çatışmaların daha da artması bekleniyor.
Bu çatışmaların ilk örneğini haftalarca süren Yunanistan ayaklanmalarında izlemiştik. Geçen haftalarda da, Letonya, Litvanya, Bulgaristan, Romanya’da 20 binden -2 bin kişiye, değişen yoğunluktaki gösterilerde, sosyal güvelik harcamalarındaki kesintiler ve işsizlik artışı protesto edildi; polisle sert çatışmalar yaşandı (The Observer,www.wsws.org/ ”www.WSWS.org). Ekonomisi çökme noktasına gelen İzlanda, tarihinde belki de ilk kez polisle göstericilerin çatışmasına şahit oldu.
Bu sürecin karanlık yüzündeyse ırkçılık ve Avrupa’dan söz ettiğimize göre, Yahudi düşmanlığı var. Nitekim özellikle İsrail’in üç haftalık Gazze saldırısına karşı yürütülen protest gösterilerinin ikliminde, Yahudi düşmanlığını içeren eylem ve söylemlerde ani bir sırçama yaşandığı görülüyor.
Bu sıçramanın birbirine bağlı üç nedeni var: (1) Papa’nın soykırımı reddeden bir piskoposu görevine iade etmesinin bir kez daha gösterdiği gibi, Hıristiyanlığın yapısında olan Yahudi düşmanlığının, Filistin sorunuyla birlikte, siyasal İslama oradan da geniş Müslüman kitlelere bulaşmış olması. (2) Krizde mali sermayenin bir “toplumsal nefret nesnesine” dönüşmesinin, Yahudi-tefeci arketipiyle, Yahudi düşmanlığına giden geleneksel kapıyı yeniden açması. (3)İsrail’in Gazze saldırısı karşısında, haklı bir zeminde başlayan protestolarda sol grupların, ülkelerindeki Müslüman kesimle dayanışmak kaygısıyla, siyasal İslamın ya doğrudan ya da soykırım analojisiyle, simgeleriyle dolaylı olarak dile getirdiği Yahudi düşmanı sloganlara gözlerini kapamaları.
Bu kriz giderek 1873 ve 1930 buhranlarına benzemeye başlıyor…
Tuesday, January 27, 2009
Dış Politikanın Gazze Sınavı...
AKP hükümetinin dış politika doktrini, Başbakan’ın danışmanı Prof. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” başlıklı çalışmasına dayanıyor. Davutoğlu, dış dünyada “gerçek dışişleri bakanı” nitelemesiyle anılacak kadar öne çıkabiliyor. Bu doktrin gereğince, Türkiye’nin bölgede etkin, vazgeçilmez bir arabulucu, hatta “yeni Osmanlı” projesi bağlamında, barış götürücü bir ülke olarak yükselmesi gerekiyor.
Ne ki, bu doktrinden kaynaklanan diplomasi atağı, İsrail’in Gazze’ye saldırmasıyla başlayan konjonktürde başarılı olamadı. Hatta Türkiye’nin uluslararası duruşu üzerinde, “Batı’dan uzaklaşarak, bir Ortadoğu ülkesi mi oluyor?” gibisinden soru işaretlerinin oluşmasına yol açtı.
Diplomatik hiperaktivite sendromu
Davutoğlu’na göre Türkiye (daha önce tartışmıştım: “Kaygı verici doktrin” Cumhuriyet Strateji, 23.06.2008) bölgesinde bir “köprü” ya da “sınır” ülkesi değil, bir “merkez” ülkedir. “Köprü” veya “sınır”, birleştirdiği şeyler tarafından belirlenir; “merkezin” ise bir tür bağımsızlığı olabiliyor. Bunun için, Türkiye’nin çevresiyle yakından ilgili, “çok yönlü”, “çok kimlikli” bir dış politika uygulaması gerekiyor. Davutoğlu’na göre Türkiye, ilişkide olduğu bölgenin kimliğine, olayın bağlamına göre, Ortadoğu, Balkan, Kafkasya, Orta Asya, Hazar Bölgesi, Akdeniz, Karadeniz, hatta Körfez ülkesi ya da hepsi birden olabilir.
Ancak, kimlikleri bölgeye, bağlama göre değişiyorsa, Türkiye, yine dışarıdan belirlenmiş olmuyor mu? Bir araştırmacının işaret ettiği gibi, Türkiye bu kez çok köşeli bir köprü oluyor o kadar… Gerçekten de, Davutoğlu’nun 580 sayfalık çalışması, Türkiye’nin, 1923 sonrası oluşan dış politika kimliğini yıkmaya çalışmakla, birlikte “yeni-Osmanlı barışı” fantezisinden başka bir kimlik tanımlamayı başaramıyor.
Ülkenin böyle “çok yönlü”, dinamik dış politika uygulayan bir “merkez” olarak tanımlanması, akla ister istemez, önce Bismarck’ın, ülkesini “yeni bir Avrupa’da”, “merkez ülke” olarak tanımlayıp, “tüm çevresindeki güçleri birbirine karşı dengeleyerek” bir “barış ortamı” oluşturmayı amaçlayan dış politika doktrinini anımsatıyor. Sonra da, Rumsfeld’in “Dört Yıllık Savunma Stratejisi 2001”de vurguladığı, duruma göre şekillenen, değişken ittifaklar anlayışını... Birincisi; birbiriyle çelişen ittifakları yönetmeye çalışırken ülkesinin ekonomik kaynaklarını, diplomatik güvenilirliğini tüketmişti. İkincisi; ülkesini, en temel müttefiklerinden uzaklaştırarak yalnızlaştırdı, iflas ederek Bush’un ikinci döneminde terk edildi, Rumsfeld de istifa etmek zorunda kaldı.
Davutoğlu acaba neye güvenerek, Bismarck Almanyası’nın, Rumsfeld ABD’sinin başaramadığını, ekonomisi ve toplumsal yapısı bu kadar kırılgan bir ülkenin başarabileceğine inanıyor? Daha önce işaret ettiğim gibi (Strateji), Davutoğlu’nun kitabı dış politikayı, “ekonomi politik” ve “devlet kapasitesi” sorunlarından tümüyle soyutlayarak tartıştığı için böyle bir soruyu gündeme bile getiremiyor.
Neticede, her durumdan, bir önceki duruşuyla çelişip çelişmediğine bakmadan yararlanmaya çalışan, ilkesiz bir dış politika hattı oluşuyor. İkincisi, dışarıdan bakınca, sürekli o ülke senin, bu ülke benim dolaşan, taraflara ne götürdüğü, hangi basınç araçlarına sahip olduğu, hangi ilkelerle hareket ettiği belirsiz, kimi gözlemcilere “göre parmağını her pastaya batıran”, hiperaktif bir dış politika şekillenmeye başlıyor. Dahası, Türkiye yönetimi birbiriyle çelişen hedefler peşinde koşarken, kimin yanında olduğu belirsiz bir ülke imajı oluşuyor, güven yitiriyor, kapılar suratına kapanmaya, dostlarını kaybetmeye başlıyor. Ya da kimi “şüpheli” dostlar edinerek “olağan şüpheliler” arasına katılma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
Pratiğin önemi…
Hükümetin son aylardaki, hiperaktif dış politika deneyimine, “Önemli olan pratiktir” tezinin ışığında yaklaşırsak, hükümetin, tüm çabalarına, telaşına karşın, “çevresine” başarılı bir arabuluculuk hizmeti sunamadığını, barış götürmeyi başaramadığını görüyoruz.
Rusya’nın Gürcistan’a saldırısından sonra Başbakan’ın gezisi, Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu kurma çabaları sonuç almamış, aksine, ABD’ye yakın yazarlarca azarlanmış, dahası, ülkenin bu bölgede gerçek bir etkisi olmadığı gerçeğini gereksiz yere görünür kılmıştır.
Son dönemin en “büyük başarısı” olarak sunulan “İsrail ve Suriye arasında arabuluculuk çabaları”, hiçbir yol kat edememiş, ilk engelde çökmüştür. Hükümetin, Hamas’a yakın duruşu yüzünden, İsrail Dışişleri Bakanı Livni operasyonu Mısır’a önceden bildirirken, Başbakan Olmert, Erdoğan’dan gizlemek gereksinimi duymuştur. Erdoğan’ın buna verdiği tepki diplomasi dilini aşmış, Gazze savaşı sırasındaki, kendine has arabuluculuk misyonu, hem İsrail hem de Mısır ile arasının bozulmasına yol açmıştır. Bir taraftan arabuluculuğa soyunurken, diğer taraftan, Gazze saldırısı sırasında İsrail’e yönelik İran Devlet Başkanı Ahmedinejad’ı anımsatan “Allah cezasını verecek” türünden demeçler, Davutoğlu’nun, ama daha önemlisi Cumhurbaşkanı’nın küçük düşürülmesine yol açmıştır. Davutoğlu, Mısır’dayken, Haaretz’e göre, İsrail Dışişleri’nden beş dakikalık, ayaküstü görüşme için bile randevu bile alamamış. Mısır Davutoğlu’nun Hamas’la yapılan görüşmelere katılmasına izin vermemiş, Cumhurbaşkanı -Akşam gazetesinin aktardığına göre- Olmert’in Şarm el Şeyh’te, AB liderlerine verdiği yemeğe çağırılmamıştır.
Tüm bu olaylar, önemli zaafları ve soruları öne çıkartmıştır. Birincisi, Türkiye’nin, Ortadoğu’daki arabuluculuk, barış götürme inisiyatifini hangi özendirici, caydırıcı, zorlayıcı araçlarla desteklediği belli değildir. İkincisi, hükümetin İsrail’in Gazze politikasını (ABD’nin bu politikaya onay verdiği besbelliyken) değiştirebileceğine inanmasının nedeni nedir? Üçüncüsü, Gazze Mısır’ın inisiyatifi ve arabuluculuğu altındayken, Filistin yönetimi başkanı Abbas, Mısır Devlet Başkanı Mübarek, hatta Suudi medyası esas olarak Hamas’ı sorumlu tutarken, hükümetin, hem Hamas’a arka çıkıp hem de arabuluculuk yapabileceğine olan inancı nereden kaynaklanmaktadır? Üçüncüsü, Türkiye’nin ABD iç politikasında Yahudi diyasporasının desteğine gereksinimi olduğu açıkken, ülke içinde Yahudi düşmanlığını kışkırtacak, bir söylemi hareket geçirmek, İsrail’in, “yok olabileceğini” söylemek, hangi amaçlara hizmet etmektedir? Bu konuyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, Rusya’ya özenip, Nabucco boru hattını, AB üzerinde diplomatik baskı hatta Deutche Welle’nin vurguladığı gibi bir “şantaj aracı” olarak kullanmak nasıl bir hesaptır?
Hükümet belki, “şimdi bunu söyler, burada reyting yaparım, bu arada, bugün kırdığımı, yarın tamir ederim” diye düşüyor olabilir. Ancak kırılan, kırıldığı yerden dönüşmeye devam eder. Kırılma noktasına geri dönülemez. İkincisi, hükümet, dış politika manevralarının, ülkenin ekonomik koşullarını etkilemeyeceğini düşünüyorsa çok ciddi bir hata yapıyor. Son olarak dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var: Davutoğlu’nun dış politika doktrininde, başarının en önemli güvenceleri, küresel bir hegemonun bölgede vereceği desteğe bağlanmaktadır. Halbuki, hükümet hem bu hegemonun, en yakın ittifakının kafasında soru işaretleri yaratıyor hem de Davutoğlu’nun kitabı BOP, “demokrasi götürme” vb. dünyasında yazılmıştı, şimdi bu dünya geride kalıyor…
Bunlar olurken, siyasal İslamın, Yahudi düşmanlığı üzerinden taraftarlarını hareketlendirerek sokaktaki etkisini, ideolojik hegemonyasını güçlendirmeye devam ettiğine şahit oluyoruz. Sakın tüm bu “hesapsız” dış politika hiperaktivitesinin arkasındaki bir “hesap” da bu olmasın?
Thursday, January 22, 2009
Tuesday, January 20, 2009
Dikkat ‘Akıllı Güç’Geliyor
Barack Obama görevi yarın devralıyor. Batı, özellikle de Anglosakson medyasına bakarsak, tüm dünya umudunu Obama’ya bağlamış. Obama gelince, ABD’nin dünyayı kana bulayan dış politikası, mali krize yol açan ekonomik modeli değişecek, Filistin sorunundan küresel ısınmaya kadar “her şeye” bir çare bulunacak. Bu beklenti, gerçekçi değil.
Dış politikanın yeni adı
Obama, misyonunu, “Amerikan halkının (tüm halkların) ABD yönetimine güvenini yenilemek... ve bir kez daha dünyaya liderlik etmek” (B. Obama, Foreign Affaires, Temmuz/Ağustos 2007), diğer bir deyişlehegemonya restorasyonu olarak açıklamıştı. Seçilene kadar, biteviye işlenen bu “güven yenileme” teması giderek Obama’nın “markası” haline geldi.
Obama yönetiminin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da, önceki hafta ABD Senatosu’nda ataması görüşülürken yaptığı konuşmada, dünyada ABD “liderliğinin eksikliğinin hissedildiğini” ileri sürdü. Clinton, bu eksikliği gidermek için “akıllı güç denen şeyi” ellerindeki “bütün diplomatik, ekonomik, askeri, siyasi, yasal, kültürel araçlar içinden en uygun olanını veya olanlarının bileşimini kullanacaklarını” söyledi.
Anlaşılan şimdi ABD’nin dış politikasını pazarlarken kullanılacak, New York Times’taRoger Cohen’den Australian’danGeoff Elliot’a kadar birçok yorumcunun “demek şimdi yeni şey bu” diyerek alaylı bir tonla saptadıkları, kavram/marka,“akıllı güç”.
ABD Harp Akademisi’nden, Prof.James Kurth’un 11 Eylül’den birkaç ay önce National Interestdergisinde vurguladığı gibi, ABD’nin 1990’lardaki dış politikası, dünyanın geri kalanına“küreselleşme” olarak sunulmuştu. 2001’den sonra dış politikanın yerine kullanılan metafor “terorizme karşı savaş”oldu. Bu mala yeterince alıcı çıkmayınca ABD, “özgürlük getirme”, “demokratikleştirme”, “BOP” gibi düzeltmelerle idare etmeye çalıştı, ama Obama-Clinton ikilisinin de ifade ettiği gibi, başarılı olamadı. ABD’nin küresel liderliği aşınmaya hızlanarak devam etti.
“Akıllı güç” kavramıyla bu eğilimi geri çevirmek olanaklı değil. Birincisi bu kavram, hiçbir yenilik ifade etmiyor. İkincisi, uluslararası koşullar, ABD liderliğinin yeniden kurulması (restorasyon) açısından, 1990’ların başından hatta 11 Eylül 2001 ertesinden çok daha elverişsiz. Üçüncüsü, bu “akıllı güç” kavramı, ABD dış politika çevrelerinin, hem liderlik sorunu hem ABD ile dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkiyi “düşünme”çabasındaki bir çaresizliğe işaret ediyor. İçinde yaşadığı koşulları anlamakta ve uyum sağlamakta çekilen bir zorluktan kaynaklanan çok korkutucu bir çaresizlik bu... Korkutucu, çünkü çaresizlik içinde kıvrananların elinde dünyanın en güçlü silahları var.
‘Sert’, ‘yumuşak’ ve ‘akıllı’
Harvard’dan Prof. Joseph Nye, ABD liderliğini (hegemonyasını) korumanın olanakları üzerine yazarken, intihal sayılacak bir biçimde, Antonio Gramsci’nin hegemonya tartışmalarından kimi kavramları, sınıfsal içeriklerinden soyutlayarak, aslında belki de anlayamadan aldı ve “sert güç”ve “yumuşak güç” kavramlarını üretti. “Sert güç”, bir devletin şiddet uygulama kapasitesine,“yumuşak güç” ise ekonomik, kültürel özelliklerinin özendiriciliğine, liderlik edeceği ülkeler grubuna kamu hizmeti sunabilme kapasitesine gönderme yapıyordu. “Yumuşak güç”, söz konusu devletin, kendi ulusal çıkarlarını, liderlik ettiği ülkelerin ulusal çıkarlarıyla örtüşecek bir biçimde sunabilme ve diğerlerini de hoşnut edecek bir biçimde izleyebilme kapasitesi demekti.
Prof. Nye, tarihsel materyalizmden nasibini almadığı için, bu iki kapasiteyi iradi olarak kullanılabilecek iki güç olarak anladı. Böylece, ülkenin hegemonyacı konuma gelmesini, orada kalabilmesini, tarihsel zemininden, arkasındaki yapısal belirleyicilerden koparıp, politika seçeneklerine bağlamış oluyordu. Böyle olunca da arkasından “akıllı güç” kavramının geliştirilmesi artık kaçınılmazdı. Adeta, alet çantasındaki araçlar, bazen silah, bazen diplomasi, bazen ekonomi, bazen politika “aptalca” değil de“akıllı” bir biçimde kullanılsa başarı kesin... Örneğin Bushyönetimi “aptal güç” kullanmıştı,şimdi “akıllı güç” kullanılırsa hegemonya yeniden kurulabilir...
Burada ne yazık ki, biri dini, ikincisi de yanlış iki varsayım var. Birinci: Liderlik ABD’nin hakkı, kaderi, “manifest destiny” inancı.İkincisi, ABD’nin alet çantasında hegemonyayı restore edebilecek tüm araçların olduğuna inanıyor.
Hegemonyanın tarihsel koşulları…
Gramsci’nin (1891-1937) geliştirdiği hegemonya kavramı, liderliğini şiddet uygulamakapasitesine dayanarak dayatma ve liderliğini, ekonomik, siyasi, kültürel/ideolojik etkenlerle kabul ettirme kapasitelerinin diyalektikbir ilişkisi olarak tanımlanır. Bir tarihsel “anda” (konjonktürde) bu maddi koşullara sahip olan sınıf, o anda bir sınıflar grubu üzerinde hegemonyasını kurar. Bu hegemonya özgün bir ideolojik söylemle ifade edilir. Sonra, koşullar değişir, söylem etkisini, inanılırlığını yitirir, “o an”(konjonktür) geçer, hegemonya da... Bugün uluslararası ilişkilerde kullandığımız hegemonya kavramının kökleri burada yatıyor.
Dikkat edilirse, “akıllı güç”kullanabilme durumu (tüm araçların birden kullanılabilmesi) aslında zaten hegemonyacı konumda olan bir ülkenin yapabileceği bir şey... Araçlar yoksa, yetersizse, zayıflamaya başlamışsa ya da konjonktürün öbür unsurlarının (diğer güçler) kapasiteleri artmaya başlamışsa, konjonktür kaçınılmaz olarak değişmek, hegemonya gerilemek, “akıllı güç”, “aptal güce” dönüşmek durumundadır.Bush döneminde, başarısız olduğu için, şimdi “aptal güç”olarak nitelenen dış politika yönelimi (imparatorluk refleksi) bir aptallıktan değil, hegemonyanın kabul ettirme(“yumuşak güç”) kapasitesindeki zayıflamayı şiddetle dayatma(“sert güç”) kapasitesiyle dengeleme çabasından kaynaklanmıştı. Burada hata çabada değil, bu çabanın maddi koşullardan bağımsız olabileceğine ilişkin inançtan (“Biz imparatorluğuz, kendi realitemizi kendimiz yaparız”) kaynaklanıyordu.
“Akıllı güç”e örnek olarak verilen, Marshall Planı, NATO’nun, Birleşmiş Milletler’in kurulması vb... gibi uygulamalara bakınca, kavramın sığlığı daha bir açıklık kazanıyor. O konjonktürde, ABD yalnızca rakipsiz bir askeri güç değil, aynı zamanda rakipsiz bir ekonomik, siyasi güç, kendi kültürünü, toplumsal modelini yayma kapasitesi herkesten yüksek bir güçtü, ortada kapitalizme yönelik bir tehlike de vardı.
Bugün, bu koşulların çoğu yok. Bush döneminin yarattığı kültürel ahlaki yıkım, salt “Obama”imajlarıyla aşılacak bir zaaf değil. Dünya halkları, ekonomik krizinsorumlusu, küresel ısınmaya karşı alınacak tedbirlerin, İsrail-Filistin barışının önündeki en büyük engel olarak ABD’yi görüyor. Obama’nın bu konularda yapacağı fazla bir şey yok (alet çantası boş). Aksine, ekonomik krizle birlikte serbest piyasa ilkelerinden uzaklaşma eğilimi, ABD’nin dünya ekonomisini yeniden inşa etmek bir yana, kendini korumaya yöneleceğini düşündürüyor. “Sahnede” Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya, Avrupa Birliği gibi güçler var. Bunları “terorizmle savaş”,İslamofobia, “uygarlıklar çatışması” gibi savlarla ABD liderliği etrafında birleştirmek de olanaklı değil. Bu yüzden ABD“dostları” papağan gibi tekrarlamaya başlayacaklar ama, sağlıklı düşünebilmek için, bu“akıllı güç” kavramını ciddiye almamakta yarar var.
Monday, January 12, 2009
[k]rizin İkinci Aşaması…
Aralık ayının son yazısında,“2008’de mali piyasaları vurankrizin giderek tüm ekonomiyietkilemeye başladığı, 2009’a bu sürecin damgasını vuracağı üzerinde bir mutabakatın oluşmaya başladığına” dikkat çekmiştim. Geçen hafta medyada tartışılan ekonomik veriler, krizin mali aşamasını geride bırakarak“reel ekonomiyi” (üretimi ve istihdamı) vurmaya, toplumsal etkilerini gerçekten hissettirmeye başlayacağı ikinci aşamasına girdiğini gösteriyordu.
[k]riz üzerine bir açıklama
Krizi iki düzeyde düşündüğüm için başlıkta krizi küçük harfle yazdım. Birincisi “yapısal [k]riz”, öbürü“konjonktürel [k]riz”. Yapısal kavramını, 1970’lerin başında ortaya çıkmaya başlayan ve ertelendikçe büyüyerek, dünya ekonomisinde yaygınlaşarakgelen bir aşırı üretim/eksik tüketim (bu ikisini bir madalyonun iki yüzü, sermayenin artık değer üretme, kâr gerçekleştirme kapasitesindeki gerileme eğilimin kendini dayatmasının sonucu) sorunun bir türlü aşılamamasına atıfla kullanıyorum. Konjonktürel kavramını da her erteleme modeli tükendiğinde, aşırı üretim/eksik tüketim eğilimi kendini dayatırken yaşanan“sarsıntılara”/çöküşlere atıfla kullanıyorum. [k]rizin ikinci aşaması derken bu konjonktürel düzeye gönderme yaptığım için krizi küçük harfle yazdım.
Marx da “aşırı üretim dönemlerinde spekülasyon düzenli olarak oluşur. Spekülasyon aşırı üretim sorununda, geçici piyasa olanakları sağlayarak bir rahatlama yaratırsa da tam da bu nedenle krizin patlak verme sürecine katılır ve patlamanın şiddetini arttırır. Kriz, önce spekülasyon alanında başlar; ondan sonra üretimi vurur. Yüzeysel bir gözlemciye krizin nedeni, aşırı üretim değil, aşırı spekülasyon olarak görünür; halbuki bu aşırı üretimin yalnızca bir semptomudur” (The Revolutions of 1848, New York Vintage, 1974, sf. 285) saptamasını yaparken tam da bu noktaya dikkat çeker. Kapital’in I. cildinde de Marx, “parasal krizin her krizin bir aşaması olduğunu ve krizin özgün biçimiyle karıştırılmaması” konusunda uyarır (International Publisher, 1967 sf. 138).
Geçen hafta basında, 2009 yılıyla birlikte krizin, reel ekonomiyi etkilemeye başlayacağı bir aşamaya girdiğini vurgulayan çok sayıda yoruma rastladım. Örneğin, Euro Analysis’den,Satyajit Das, yaşananları bir savaşa benzeterek “2008 yılı şok ve dehşet yılıydı. 2009 yılı, acımasız ve kanlı bir siper savaşına benzeyecek” diyordu. Hafta boyunca gelmeye başlayan tüketim, üretim, istihdam verileri de bu yorumları destekler yöndeydi.
‘Çöküş’, 1947’den bu yana, 300 yıldır ilk kez…
Geçen hafta, basında bu alt başlıktaki sözcüklere de sıkça rastlanıyordu: ABD’de “emek piyasası çöküyor” (Bloomberg), “işten çıkartmalarda, 1947’den bu yana en büyük artış” (Market Watch). “Sanayi üretimi her yerde birden çöküyor”(Merrill Lynch), “Dünyada sanayi üretimi her yerde tökezledi” (Wall Street Journal). Dünya mikroçip piyasasının yüzde 80’ini kontrol eden Intel ve geri kalanını üreten AMD’nin satışları yüzde 35 düştü(Financial Times), “ABD’ de işsizlik 1945’ten bu yana en yüksek düzeye ulaştı”, İngiltere Merkez Bankası faizleri, 1694’te kurulduğundan bu yana, en düşük düzeye indirdi.
JP Morgan’ın küresel imalat sanayisi performansını ölçen PMI (satın alma müdürleri endeksi) rekor düzeyde gerileyerek 33.2’ye indi (50’nin altı daralma anlamına geliyor). Bu küresel imalat sanayisi üretiminde gözlenen yüzde15’lik gerilemeyle uyumluydu. Aralık ayında ABD imalat sanayisini izleyen fabrika siparişleri endeksi beklenenin çok altında gerçekleşerek 32.4’e düştü.
Avro bölgesine gelince, The Daily Telegraph’ın ekonomi editörü daralma hızının 1930’lar düzeyini yakaladığına dikkat çekiyordu.“Büyük Depresyon” sırasında bugünkü Avro bölgesi büyüme hızı, 1930-31-32 yıllarında sırasıyla, yüzde eksi 3, yüzde eksi 5 ve yüzde eksi 4 olmuş. Gerçekten de Avro bölgesinde imalat sanayisi üretimi aralık ayında, bir önceki döneme göre yıllık yüzde 12 düşerken bu oran Almanya’da yüzde 32.7, Fransa’da yüzde 34.9, İspanya’da yüzde 28.5 olarak gerçekleşmiş. Japonya’da sanayi üretimi kasım ayında yüzde 8 gerilemişti (derleyen, RGE Monitor, 09/01/09). İngiltere’de de kasıma kadarki 9 ayda imalat sanayisi üretimi yüzde 7.8 düştü (Dow Jones Newswire, 09/01).
Bu gerilemeler dünya ticaretine de yansıyor. Avro bölgesinin lokomotifi Almanya’nın ihracatı kasımda bir önceki aya göre yüzde 10’dan fazla gerilemiş(Financial Times Deutscheland,09/01) Council On Foreign Relations ekonomistlerinden Brad Setser’de “Asya’dan daha kötü haberler” başlıklı yorumunda, Tayvan’ın yıllık ihracatının yüzde 40 gerilediğine işaret ediyor, gerilemenin Çin elektronik pazarındaki daralmadan kaynaklandığını yazıyordu. Güney Kore’nin ihracatı da aralık ayında yıllık yüzde 17 düşmüş. Setser, Japonya’nın ihracatındaki gerilemenin Almanya’nınkini geçtiğini, tüm bu görüntünün dünya pazarındaki daralmayı yansıttığını vurguluyor. Üretim ve ihracat verileri, başta ABD, Avro bölgesi Japonya olmak üzere dünyanın en önemli ekonomilerinin devinimleri arasında, 1928-35 döneminde olduğu gibi bir senkronizasyon oluştuğunu[1] gösteriyor.
Ekonomistler ne diyor ?
Haftanın ilginç yazılarından biri de Business Week baş ekonomisti Michael Mandel’in 3 Ocak’ta San Fransisco’da yapılan geleneksel yıllık American Economic Association, toplantısıyla ilgili izlenimlerini içeriyordu. Robert Mandel, Kenneth Rogof, Edmund Phelpsve IMF Baş Ekonomisti Olivier Blanchard gibi “ağır topların”katıldığı toplantıda “karamsarlık”egemenmiş, ekonomistlerin önerileri arasında da önemli farklılıklar gözleniyormuş.
Mandel hükümetin öncelikle tüketimi canlandırmak için yarım trilyon dolar dağıtmasını önerirken, Phelps tüketimi körüklemenin yararlı olmayacağını, federal hükümetin altyapıyı yenileyecek iş yaratacak yatırımlara ve vergi indirimlerine yönelmesi gerektiğini savunuyormuş.Blanchard, doğru politikalar uygulanırsa seneye bu tünelden çıkarız derken önümüzde bir devlet iflasları dalgası var diyenRogof çok daha kötümsermiş. Tüm kötümser yaklaşımlara karşın, “konsensüs” resesyonun bir depresyona dönüşmeyeceği üzerinde oluşmuş. İroni şu ki, ilk gün yaptığı konuşmada Rogofekonomistleri, fazla iyimser olmakla, krizi önceden görememiş olmakla suçlamış.
Rogof haklı. Ama bu durumun değişmesini beklemeyin. Çünkü bunların hepsi “piyasa ekonomisti” ve “göz her şeyi görebilir ama asla kendini göremez”. Bu ekonomistler, baktıkları piyasanın bir parçası, o yüzden, onlar için görüntünün her zaman bir noktası “kör” kalmaya mahkûm. Orada da krizin dışsal değil, kapitalizmin kendisinin ürettiği bir olgu olduğunu gösteren emek sermaye ilişkisinin ve çelişkisinin dinamikleri var. Krizi önceden görebilmek için bu noktaya bakabilmek gerekiyordu. Ancak, bu “piyasa ekonomisinin”dışından gerçekleştirilebilecek bir şey.
Yine de ben bir uyarıda bulunayım, iki gözlem çok önemli. Birincisi Intel ve AMD’nin üretimlerindeki büyük gerilemeler, sistemin en üretken kesiminin durumunu gösteriyor. İkincisi önde gelen ekonomilerinsenkronizasyona girmesi krizin daha da derinleşeceğinin işareti…
[1]
Monday, January 05, 2009
Anlaması Zor Bir Savaş...
Condoleezza Rice, 2 Aralık’ta,“Aldığımızdan daha iyi koşullarda bırakıyoruz” demişti. Beş gün sonra İsrail uçakları Gazze’yi bombalamaya başladılar. İsrail Savunma Bakanı Barak, “Acı sona kadar devam edeceğiz” diyordu,“nihai çözüm” kavramını anımsatan ironinin ayırdına varmadan… Bir hafta içinde Filistin tarafında ölü sayısı 430’u yaralı sayısı 2000’i geçti. Ama, hafta boyunca Hamas’ın ev imalatı füzeleri uçmaya devam etti. Ortadoğu’nun ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde İsrail karşıtı gösteriler başladı. Cumartesi gecesi haberler, İsrail tanklarının, birliklerinin Gazze’ye girdiğini bildiriyordu.
Bu saldırının mantığı ne?
İsrail Genelkurmay Başkanı Yardımcısı Gen. Dan Hazel“İşimizi bitirdiğimizde, Gazze’de tek bir Hamas binası kalmayacak” demişti, ama hafta boyunca İsrail’in bu harekâttan ne amaçladığı tartışıldı, her yorumcu bir şeyler söyledi.. hafta sonunda hâlâ ortada tatmin edici bir çözümleme yoktu.
Kimileri de, İsrail’de şubatta yapılacak genel seçimlere işaret ediyor, saldırının arkasında,Natenyahu, Ehud Barak veOlmert/Livni gibi vizyon yoksunu siyasetçiler arasındaki, “kim daha büyük şahin yarışının”yattığını ileri sürüyorlar. İsrailli yazar ve barış kampanyası Gush Shalom’un liderlerinden Uri Avinery de aynı fikirde(Counterpunch, 03/01/09).
Bana sorun daha karmaşıkmış gibi geliyor. Nitekim, Barak’ın eski danışmanlarından, şimdilerdeObama’ya danışmanlık yapan The New American Foundation’ın analistlerinden Daniel Levy, “Bu iş nasıl iyi bir sonuç verecek bilemiyorum” diyor ve ekliyor,“İsrail taktik olarak kazansa bile, daha sonra, stratejik düzeyde kaybedecektir” (MacClachy Newspapares, 29/12/08).Council on Foreign Relations’danSteven Cook da “bu savaşın büyük bir olasılıkla, Filistin halkının Hamas etrafında toplanmasını hızlandıracağını,Abbas’ı daha da zayıflatacağını”düşünüyor (01/01/09).
Bu kadar ‘yanlış hesap’ olur mu?
İsrail-Filistin sorununun yakın tarihine bakınca, insan ister istemez, “bu kadar yanlış hesap olur mu?” diye düşünmeden edemiyor. İsrail’in şimdi“temizlemeye” çalıştığı, Hamas’ın doğuşunda, FKÖ’yü yıpratır umuduyla, oynadığı rolü bir kenara bırakıp, Ağustos 2005’te Şaron’un İsrail’i, Gazze’den tek taraflı olarak çekmesinden başlayalım. Bu çekilme İsrail’i daha güvenli bir konuma getirecekti. Tam aksi oldu. ABD, AB, İsrail, Arafat’ın yerine Başkan olan FKÖ lideriMahmud Abbas’ı tanıdılar, ama hiçbir siyasi zafer kazanmasına izin vermediler. Böylece, İsrail çekilince Gazze’de oluşan iktidar boşluğunu, “işbirlikçi”, “yozlaşmış” FKÖ yönetimi karşısında, İsrail’i tanımamakta ısrarlı, uzlaşmaz imajıyla güçlenmekte olan Hamas doldurmaya başladı.
ABD, Ocak 2006’da desteklediği genel seçimlerde sandıktan Hamas çıkınca, sonuçları kabul etmedi. İsrail ve ABD, FKÖ ve Hamas’ın ortak hükümet kurma çabalarını sabote ettiler, dahası Abbas’ı Hamas’ı bastırmaya zorladılar. Başlayan çatışmaların içinde, Haziran 2007’de Hamas Gazze’de FKÖ’ye karşı bir darbe yaparak yönetimi ele geçirdi. 2006’da Lübnan’daki savaştan zaferle çıkamayarak Hizbullah’ın daha da güçlenmesine yol açmış olan İsrail bu kez de Gazze’de radikal Müslüman bir yönetimle karşı karşıya kalıyordu.
Sorular sorular…
Kısacası, Hamas’ın bu kadar güçlenmesine, Abbas’ın bu kadar zayıflamasına ABD ve İsrail’in yanlış hesapları yol açmış görünüyor.
Devam edersek, 2008 başında, Mısır’ın da yardımıyla Hamas ve İsrail arasında sözde bir ateşkes sağlandı. Hamas’ın füzeleri büyük ölçüde sustu. Ama İsrail Gazze’ye uyguladığı ablukayı kaldırmadı. Dahası, Avinery’nin anımsattığı gibi, sık sık Gazze’ye girerek operasyon yapmaya devam etti. Aralık sonunda “anlaşma” sona erince, Hamas’ın füze saldırıları yeniden başladı. İsrail bu“provokasyona sessiz kalmazdı”… Ama The Economist’in vurguladığı gibi,Hamas da ateşkese karşın ablukanın kalkmamış olmasına bakarak kendini provoke edilmiş sayamaz mıydı? Dahası, bugüne kadar her olayda hep İsrail’i haklı bulan Economist hatta BBC, acaba, neden bu kez “dengeli bir tutum” almaya çalışıyorlardı?
Saati biraz daha geriye alıpAnnapolis Antlaşması’ndan (O zaman, bu zirvenin, büyük çaplı bir Gazze operasyonuna yol açacağını yazmıştık, 03/12/07) bu yana olanlara bakarak gelirsek… “Neden İsrail yerleşimleri durdurmaya, Abbas’la bir anlaşmaya varıp, FKÖ’yü siyasi olarak güçlendirmeye çalışmadı? Arap liderleri neden Abbas’ı yeterince desteklemediler? Neden BushOlmert’e baskı yapmadı?” diye sorabilir sonra şöyle devam edebiliriz: “Ateşkes sırasında İsrail neden ambargoyu biraz olsun hafifletmedi, Hamas’ı tahrik etmeye devam etti? Neden, ateşkesin süresi dolarken kimse, örneğin Mısır veya ABD, ateşkesi uzatmaya çabalamadı? Hamas neden askeri açıdan bir anlamı olmayan füzeleri yeniden atmaya başlayarak İsrail’i provoke etti? Niye İsrail ve Hamas savaşmaya bu kadar hevesli?”
Üç ‘fantezi’
Deneyimli Ortadoğu yorumcularından Robert Fisk’in bu sorulardan en sonuncusuna bir cevabı var (The Independent, 31/12/08). Gelin oradan başlayalım: Hamas İsrail’i Gazze’nin dar sokaklarına çekerek Hizbullah gibi “ilahi” bir zafer kazanmak istiyor. İsrail, 2006 Lübnan savaşından gerekli dersleri çıkardığına inanarak, yıkılan yenilmezlik imajını tamir etmek istiyor. Ne ki Hamas, Hizbullah kadar disiplinli, eğitimli ve donanımlı bir örgüt değil. Hizbullah bir ay süren savaşta en fazla 200 militanını kaybederken, Hamas daha bir haftada yüzden fazla kadrosunu ve iki liderini kaybetti. İsrail’in tamir etmeyi amaçladığı yenilmezlik imajıysa aslında tam bir “fantezi”…Gerçek şu ki, Fisk’in de anımsattığı gibi İsrail, 1973’ten bu yana hiçbir kent içi savaşı kazanamadı. Bu yüzden bu iki“fantezi” çarpışınca ortaya ne çıkar.. önceden bilmek zor. Ama İsrail ve Filistin halklarının, çocuklarını savaş tanrısına kurban vermeye devam edecekleri kesin.
Bu görüntüye, bu kez ABD’nin“Yeni Ortadoğu” “fantezisinin”merceğinden bakarsak belki bu tanrının yüzünü görebiliriz. Bu“fantezinin” merkezinde, İran’a ve sözde bir “Şii çemberine”karşı, İsrail’i ve Türkiye’yi de içeren bir Sünni hattı yaratma projesi yatıyor.
ABD basını Hamas’ı da (Sünni olmasına bakmadan) İran maşası ilan etti. Mısır ve Suudi rejimleri Hamas’ı provokasyonla suçlayarak İsrail’i desteklemiş oldular. İsrailli uzmanlar, Hamas’la uğraşmak yerine doğrudan İran’ı vuralım demeye başladılar (Jarusalem Post, 03/01/09). Türkiye hükümeti, kolları sıvayıp, belki de Gazze’ye asker göndermeye kadar uzanacak bir arabuluculuk görevini üstlenmeye, Sünni hattını inşa etmeye soyundu.