Dünya ekonomisini sarsmaya devam eden mali krize en son baktığımızda oldukça kötümser sayılabilecek üç saptama yapmıştık. (1) “En kötüsü geride kaldı” diyenlere inanmayınız. (2) Mali piyasalarda, Fed’in Bear Sterns’i, Fed’in banka dışı mali aktörleri kurtarmaya başlamasıyla oluşan toparlanma son eriyor. (3) Dünya ekonomisinde stagflasyon (durgunlukta enflasyon) olasılığı artıyor (19/05/08). Geçen perşembe günü dünya piyasalarında yaşanan sarsıntıdan sonra zorunlu olarak bu konuya dönünce, ne yazık ki o günden bugüne, gelişmelerin saptamalarımıza uygun bir yol izlemiş olduğunu gördük.
Büyük depresyondan bu yana…
Geçen perşembe, CBS Market Watch sitesi, duruma ilişkin yorumuna “Sokakta kan var” başlığını koymuştu. Gerçekten de, son baktığımızda, 19 Mayıs günü, 12.984 düzeyinde kapanan Dow Jones Sanayi İndeksi geçen perşembe bir günde 358.4 puan (yüzde 3.03) kaybederek 11.453’e inmişti. Bloomberg’den Michael Patterson’a göre, bu bir aylık yüzde 9.4 gerileme, DJIA’nın Büyük Depresyon’dan (1930’lar) bu yana en kötü haziran performansıydı.
Atlantik’in bu yakasındakilerin durumuda parlak değildi. 19 Mayıs günü 6376 puanla kapanan Londra, FTSE 100, perşembe günü yüzde 2.6 gerileyerek 5518’den kapanıyordu. Aynı gün Alman Dax ve Fransız CAC 40 da yüzde 2.4 geriledi. Cuma günü, Asya indeksleri, Amerika, Avrupa borsaları gerilerken Asya kendi yolunda gidecek tezini yalanladılar: Çin’de Şanghay yüzde 5.3, Hindistan’da Bombay yüzde 4.1, Tokyo yüzde 2, Hong-Kong yüzde 1.8 geriledi.
Gerilemenin, ev piyasalarında süren kıyımı bir kenara bırakırsak, daha çok perakende satış yapan büyük mağazaların, bankacılık, otomotiv, havacılık, elektrikli eşyalar, ulaşım sektörlerindeki şirketlerin hisselerini etkilediği görülüyordu. En çok umut bağlanan teknoloji sektörü de olumsuz etkilenenler arasındaydı.
Geçen haftaki sarsıntının arkasında, öncelikle petrolün varil fiyatının 140 doları geçmesi, enflasyon beklentisinin güçlenmesi (Global Economic Forum 26/06/08), özellikle bankacılık ve otomotiv sektöründe şirket bilançolarına ilişkin kötü beklentiler vardı. OPEC Başkanı’nın perşembe günü petrolün varil fiyatının 170 dolara çıkabileceğine ilişkin yorumu, piyasaları iyice tedirgin etmişti. Çünkü ABD ekonomisinin 2008’de ortalama yüzde 1 büyüyeceğine ilişkin iyimser varsayım, petrolün 130 doların altında kalacağını varsayıyordu.
Petrol fiyatları üzerine tartışmalar yine hızlandı. Bu kez tartışmalar, arz-talep dengesindeki değişimin ya da spekülasyonun yanı sıra giderek artan oranda dolardaki zayıflığın, dünya piyasalarında nereye gideceği belli olmadan dolaşan dolar cinsinden likiditenin etkileri üzerinde yoğunlaşıyor. Diğer bir deyişle, ABD Merkez Bankası, krize likidite yoluyla müdahale edince, petrolün fiyatı da tırmanmaya başlamıştı. Cuma günü OPEC Başkanı’nın 170 dolar öngörüsünü ikinci kez tekrarlarken doların yanı sıra jeopolitik risklere gönderme yapması da ilginçti.
İki ateş arasında çözümsüzlük
Sanırım geçen hafta ABD Merkez Bankası Başkanı Bernake’nin faizleri oldukları düzeyde tutması, bir çıkmaza girildiğini düşündürüyordu. Le Monde, The Economist, Financial Times yorumcularının vurguladıkları gibi Bernake, kredi krizine, ekonomik yavaşlamaya karşı faizleri indirmekle, artmaya başlayan enflasyonist basınca karşı faizleri arttırma gereksinimi arasında sıkışmıştı. Çünkü ABD ve Avrupa ekonomileri 1970’lerdeki gibi bir stagflasyonla karşı karşıya. Ama bu kez durum çok daha farklı ve vahimdi. Örneğin dünyanın ikinci büyük ekonomisi Japonya’da enflasyon oranı bir yılda ikiye katlandı. Ama aynı anda Japon ekonomisinin resesyona girmeye başladığından söz ediliyor. Dahası, Ekonomi ve Maliye Bakanı Hiroka Ota’ya bakarsak, bu kez Japon ekonomisi, enflasyondan dolayı resesyona giriyor. Ota diyor ki: “Bu iyi bir enflasyon değil, çünkü girdi olarak kullanılan emtiaların fiyatlarındaki artışlardan kaynaklanıyor.” “Petrolden gıda maddelerine kadar girdilerdeki fiyat artışlarını şirketler üstlenemeyerek fiyatlara yansıtıyorlar. Ama tüketici bu fiyatları kabul etmeyerek harcamalarını kısıyor.” (Bloomberg, 27/06/08) Talep yetersizliği nedeniyle şirketler zorlanmaya başlayınca, işsizlik korkusuyla tüketici güveni daha da zayıflıyor: Bir “fasit daire…”
ABD’de de durum Japonya’dan farklı değil. Krizin derinliğini belki de en iyi, bir zamanlar kaderi ABD ekonomisinin kaderiyle eşanlamlı sayılan General Motors şirketinin artık tarihe karışmak üzere olması gösteriyor. Özetle, kredi köpüğü delinince, kapasite fazlası/talep yetersizliği sorunu, diğer bir deyişle aşırı birikim krizi hemen tüm sektörleri yeniden etkisi altına aldı. Bugün 1980’lerdeki gibi işçi sınıfına saldırarak kârları restore etmek de olanaklı değil, çünkü ücretler zaten düşük, sendikalar zaten etkisiz.
Daha da kötüleşecek…
Belli ki en kötüsü geride kalmamış. Merkez bankalarının müdahaleleri, kurtarma işlemleri etkisini kaybetmiş ve kredi krizi tüm şiddetiyle geri gelmiş. Şimdi kimi saygın analistler “Hiç bu kadar kötü olmamıştı” diyorlar. Borç piyasaları bir türlü açılmıyor. (Euro Intelligence, 26/06/08). Societe General’in küresel stratejisti Albert Edwards’a göre “Menkul kıymetler borsa indeksleri ekim ayındaki değerlerinin yüzde 70’ini kaybedebilirler” (Financial Times, 26/06/08). Washington Post’tan Steven Pearlstein da “Ekonominin, yılın ikinci yarısında toparlanacağına ilişkin umut fos çıktı” diyor ve ekliyor: “Tüketimi üretim düzeyine çekmek, sanayii kapasite fazlası sorunundan kurtarmak, kredi köpüğünü tümüyle söndürmek, doların doğal düzeyine inmesine göz yummaktan başa bir çare yok”, “Resesyon daha yeni başlıyor” (27/06/08).
Gerçekten de Harvard Üniversitesi’nin 23 Haziran’da yayımlanan bir raporuna göre, ev piyasasındaki tahliyeler ve iflaslara yol açan kredi krizi “bu kuşağın gördüğü en sert kriz”. Rapor iki noktaya özellikle dikkat çekiyor. Birincisi, ev piyasasındaki kriz derinleşmeye devam ediyor, yatırımcının sandığından çok daha vahim. İkincisi, Asya ekonomilerinin bu krizden etkilenmeyeceklerine ilişkin varsayım hızla çöküyor; koşullar yatırımcıların kabul etmeye hazır olduğundan çok daha hızla kötüleşiyor. ABD ekonomisindeki gelişmeler Asya’ya ilk anda görülemeyen biçimlerde ve yavaşlıkta yansıyor. Yatırımcı Çin ekonomisinin ABD talebine bağımlılığını, Asya ekonomilerinin de Çin’in yüzde 10’da seyreden büyüme hızına ne kadar bağımlı olduğunu tam olarak kavrayamıyorlar. Örneğin, ABD tüketicisi talebi gerilemeye başladı, bu hemen Asya’da üretilen, panel televizyon, otomobil, cep telefonu gibi malların taleplerini etkilemeye başladı.
Pearlstein, “Toparlanma bu yaz da gelmeyecek, bu kış da, hatta belki de gelecek kış da…” diyor. Çok kötümser bulabilirsiniz, ama ya dünyanın en zengin adamı Warren Buffet’ın ABD ekonomisindeki toparlanma olasılığıyla ilgili saptamasına ne demeli: “Yarın olmayacak, gelecek ay olmayacak, büyük olasılıkla gelecek yıl da olmayacak.” (Bloomberg TV, 25/06/08)
Monday, June 30, 2008
Sunday, June 22, 2008
From Hegemony to Empire and then back to the bad old imperialism
(Presented at the 7Th METU Conference on International Relations: Hegemony or Empire? Prospects for contemporary world order. 18-20 Haziran 2008 METU.)
I think this a very well timed and a quite an important conference with a very interesting program. I am very glad to be here.
I would like to start with an observation: The predominant mood in the American foreign policy elite, turned from an optimist triumphalism, to pessimist declinism in less than two decades.
When the Cold War ended the talk was all about a new bright future: The New World Order. This new world order would bring international peace and cooperation, democracy, and a prosperous future.
As we all remember, It was the End of History. It seemed that human civilisation had arrived. And the name on the terminus was liberal democracy.
Furthermore, all of this was going to take place under the watchful eyes of a benevolent hegemon US, in a unipolar world. Because, US, “the last man standing”, so to speak, was now the sole superpower as well as a beacon of democracy and prosperity.
These days, however, increasing number of writers is lamenting the decline of America. Recently Richard Haas, the director of Council on Foreign Relations wrote about the end of the unipolar world[[1]]. According to Parag Khanna from the New American Foundation, the US global power is too stretched, could snap into a decline very quickly[[2]]. The title of the Newsweek’s editor, Fareed Zaakharia’s book is The post American world [[3]].
The tone of Kissinger’s recent article in the The International Herald Trubine was most unusual: He was arguing for protecting strategically important industries and rescuing companies that matters for the national security [[4]].
However, at the end of the cold war, despite of all that optimism, there were also number signs suggesting that “all that glittered were not gold”.
What was happening was in fact not a beginning of NEW WORLD ORDER but, the last stage of the restoration, started with the Thatcher Reagan era about a decade ago. This was the restoration of unfettered individualism, primacy of the capitalist rule. But more than anything else it was about the restoration of US hegemony which had entered a period of decline in the 1970s.
And, the name of the last stage in this restoration was Globalization, that is, the emergence of a unified world economy, a “flat world”, if you like, of the international free market.
There was however some who were deeply suspicious of this idea of “New World Order”.
On the left for instance, there was a shrinking minority who still wanted to talk about imperialism, class rule, economic crises etc… and there are others, already a rapidly growing majority, who wanted to believe that a totally new stage in the world history was starting and all the previous rules and norms of politics were now defunct. Globalization was the new reality. Hart and Negri’s neo-medievalist, apocalyptic book [[5]] titled Empire would later capture this mood perfectly: Decline of the states, hence end of classical imperialism as such, and the rise of all encompassing global power of the capital…
On the right, among the US foreign policy circles, for instance, there were some very influential names, such as Paul Wolfowitz, who had lost their confidence in the future of US’s economic and cultural primacy in the world. These people suspected that US was loosing its ability to lead by example and by consent: US was loosing its hegemony.
They wanted the US to seize the moment, especially after the I. Gulf war, and rely primarily on its unrivalled military technological superiority to establish a truly unipolar order.
For them: A new kind of foreign policy was needed to prevent the rise of a new superpower capable of contesting US primacy.
This was in fact a project, envisaging a shift away from the hegemony, that is to rule by consent, leadership, backed by a strong coercive apparatus to something else. Many called it Pax Americana. Irwing Kristol, in its 1997 Wall Street Journal article which appeared just before the Asian Crisis, called it The American Empire.
Later, just before the Iraq war started, Kissinger would use the concept of American emporium.
However with the collapse of the bipolar system the real fault lines of the global geopolitics were becoming even more pronounced and a new geopolitical climate was being shaped.
For instance
1) World economy was suffering from a crisis of over-accumulation [[6]]. There was the problem of excess capacity. The consumer demand was not sufficient to sustain profitability in any of the major industries in the centres of the world economy especially in the US. The attempt to deal with this over-accumulation through financialization, by creating first a technology bubble, then a housing and credit bubble made the bad situation worse and made the US economy as well as the world economy even more prone to systemic risks.
2) There were energy and food crises in the making [[7]]. And the growing consumer demand, coming from the emerging working classes and the middle classes in the new powers such as Chine India was making a number of “resource wars scenarios” increasingly more plausible
3) Global warming was about to be accelerated due to the new consumption boom fuelled by globalisation and later by financialisation.
US wanted to establish itself as single centre of power, to build a perpetual Pax Americana, gradually bringing all the territories under its control by incorporating them into the global liberal order, by closing “gaps” in the globalization process, by wars if necessary, as Pentagon specialist Thomas Barnett would later put it in his famous book: The Pentagon’s New Map.[[8]]
In this global order, as it was formulated in the Quadrennial Defence Review published in October 2001, all the geographies and the space too, would be totally open to US’s economic, political and military penetration.
The Review was also introducing, for the first time the concepts such as “pre-emptive wars”, temporary alliances, unilateral action in the US foreign policy.
When, This imperial project, was first leaked to the The New York Times in 1992, just before Clinton came to power, it was disowned by the US foreign policy establishment and caused a minor scandal in the so called “international community”. But It was going to surface later, towards the end of the second Clinton administration [[9]], after the Asian Crisis when US’s economic model, neo-liberal globalization, begun to come under scrutiny and the “Restoration” process for the US hegemony had been exhausted.
But by then, the US department of defence had already adopted, a noticeably imperial discourse, during the II. Clinton administration, with the introduction of the new concepts such as “the indispensable country”, “Tallest country” etc…
Later, Rumsfeld, in the introduction, he wrote for the Quadrennial Defence Review, would argue that USA was now the only country with global interests.
The foreign policy shift that was started during the Clinton administration, accelerated under the Bush Administration especially after the 9/11.
When Bush came to power, The USA military had already embarked upon a process of force restructuring and expansion of military bases all around the world with a specific emphasis on the energy security. But it was also aiming to encircle Russia and to prevent China to become a global political player.
Bush administration’s a new defence doctrine had only formalised and enhanced this shift. Also, the importance and the weight of the Pentagon in the US administration begun to increase almost geometrically. Its total budget had almost tripled in 6 years. Its new intelligence organisation grew quickly to become a much larger a beast than the CIA. Pentagon, begun to assume diplomatic responsibilities; its diplomatic personnel and its influence rapidly exceeded that of the state department’s ‘diplomatic corps’ [[10]]. Also, US begun to pull itself out of the major international treaties, hence begun to dismantle the hither to existing structures of international relations.
However, this imperial project which looked so logical at the first sight, was doomed to failure. Simply because not only USA lacked the economic and financial means to build a global military empire, but also, there are already a number of emerging powers in the world geopolitics who are against a unipolar world.
The fact, that USA was becoming progressively more dependent on the kindness of these newly emerging powers to finance its military projects and domestic welfare, was suggesting the impossibility of building an empire “to freeze the time and space”[[11]] if borrow from Hart and Negri’s definition of Empire, under the US dominance.
Here how the world looks to us at this point in time, at the ruins of the US imperial project
1) US is still a superpower. But it is not alone any more. The central gravity of power and wealth in the world has begun to shift eastwards.
2) Correspondingly, new hegemonic discourses such as Beijing Consensus, EU model, alternative to Anglo Saxon model of liberalism begun to emerge
3) The international image of USA military has been tarnished in Iraq when a rag tag army of resistance comprised of no more than 15,000 militants, equipped only with light, in some cases improvised weapons, robbed USA from a quick “mission accomplished”.
4) New centres of global information dissemination, such as Al Jezira and other international TV stations have emerged during the Iraqi war. Hence US lost its global monopoly over the representation and interpretation of the world events[[12]]. In other world the US dominance over the “global society of spectacle” has now broken.
5) The resource scarcity is on the rise so is the new economic and political forces such as China, India and Russia which hunger for them. US’s traditional client states such as Saudi’s beginning to forge new relations with the other powers [[13]].
6) Crisis of capital accumulation is again in full force affecting the lives of billions. The number of world leaders blaming USA for the current financial instability, is growing. Recently, Russian President Medvedev openly put the blame for the recent credit crunch on the US financial system[[14]]. German Chancellor Angela Merkel, recently told Financial Times that Anglo Saxon model of regulation has failed, and Continental Europe should take the lead in devising new rules for financial markets [[15]]
The so called Anglo Saxon model, of globalisation and free trade is now also attracting heavy fire from the sections of the US business circles which until recently whole heartedly embraced its fruits. Because now, the other powers, such as China and India are benefiting from the free trade, at the expense of US industry and labour.
Now after the catastrophic wars in Afghanistan and in Iraq, the Guantanama Bay prison and Abu Gharib scandals, the dark world of “Ghost ships”, Renditions, more than a million corpse in four years and finally the credit crunch, decline of dollar, meteoric rise of oil prices, we are in fact witnessing a de facto collapse of the US imperial project.
-O-
Nowadays World looks much more like as it did at the beginning of the 20th century:
· A hegemonic power is in decline.
· It faces a number of rising powers.
· They are all competing among each others to get access to natural resources and markets around the world.
· The competitors are increasingly making inroads in the US’s sphere of influence in Latin America, Middle East and Africa,
· In response the USA is now building a new military command centre Africacom in Africa, planning to stay forever, with 50+ military bases in Iraq[[16]] and Activating IV Fleet towards the Latin America
· Protectionism is rising in the US and in the EU- There are talks of Economis Nationalism
· Meanwhile France is increasing its Oceans under the Exclusive Economic Zone (EEZ) rights, almost one million square miles, twice the size of Germany [[17]].
There are four more developments reminiscent of the early 20th century landscape. These are: increasing military spending [[18]], massive immigration on a global scale and revival of ethnic nationalism [[19]], again encouraged and supported by the major powers[[20]], especially by the US[[21]]. Finally the increasing income disparities between the classes, nations have once more begun to complicate policy options available for ruling elites and fuel protectionist tendencies [[22]].
However this time, there are two accelerators.
1) Global warming and falling water tables, falling harvest [[23]] are creating a Malthusian moment. The world is feeling again, the pressures of so called “over population” or excess population and food scarcity
2) Energy resources are reaching their peak. Hence the competition among the major powers to secure access to the shrinking resources is on the increase[[24]].
Do you think that water or food or the import of cheap commodities filling the Wal-Mart shelves, hence slowing down the erosion in living standards of the US workers are less important?
It appears that US but also European countries are finding increasingly difficult, on the one hand to externalise their economic problems such as excess capacity by increasing their access to other markets and on the other hand to protect the jobs and the strategically important national companies from the foreign competition... Spatial and temporal fixes are getting more and more difficult and less and less available.
Doha Round has been stalled. Number of bilateral and regional trade agreements are rapidly rising. The emerging tendencies of protectionism are bound to increase further, in the future. World Bank and the IMF have lost their ability to restructure the world economy as they did in the late 1980s and early 1990s. The successive failures of the interstate negotiations aiming to resolve the vital problems such as global warming, food crises, are the manifestations of the declining possibilities of cooperation between the big powers.
The world powers are slowly approaching a point where resolving their differences in economic and political matters peacefully, within the confines of free trade, or in the UN will be getting increasingly difficult if not impossible and … perhaps impossible.
We are at the end of another era of globalization.
Once more political and then military confrontations between the major forces, perhaps first via their intelligence agencies and then via proxies, seems to be in the offing.
In summary: Declining US hegemony first triggered an imperial reflex for a brief period of time. The imperial project has all but collapsed, the unipolar moment has come to pass. Now, these days we are increasingly witnessing, in the international relations, a return to classical imperialism, that is inter-state rivalries between the big powers over the control of territories, natural resources, labour reserves and trade routes, with all of its bloody trimmings…---------------------------------------
[1] Richard N Haass, “What will follow U.S. Dominance”, Foreign Affaires, May/June 2008
[2] Parag Khanna, The Second World: Empires and Influences in the New Global Order, Random House, 2008
[3] Fareed Zakaria, The Post American World, Norton, 2008
[4] Henry Kissinger, “Globalization and its discontents”, International Herald Tribune, 29 May, 2008
[5] Bruce Holsinger, “Empire Apocalypse and 9/11 Premodern”, Critical Inquiry, Vol 34, Number 3, Spring 2008
[6] Robert Brenner (1998) “The Economics of Global Turbulance”. New Left Review, No, 229.
[7] Klare T. Michael, Resource wars, Owel Books, 2002
[8] Thomas P.M Barnett, “The Pentagon’s New Map”, Esquire March 2003
[9] Within the conservative Think tank The project for the new American Century, established in 1998 and later published the infamous study Rebuilding America's Defenses: Strategies, Forces, and Resources For a New Century (2000). Almost all the proposals put forward in this study later appeared in the QDR 2001.
[10] Frida Berrigan, The Pentagon's Expansion Will Be Bush's Lasting Legacy, 27 May 2008, Tom Dispatch, www.tomdispatch.com/post/174936/frida_berrigan_the_pentagon_takes_over
[11] Michael Hardt and Antonio Negri, Empire, 2000, Harvard University Press, p. XIV
[12] Shri Dilip Hiro, “The Sole Superpower in Decline: The Rise of a Multipolar World”, Military Review, July- August 2008.
[13] Paul Richter, “New Forces frying U.S. Saudi oil ties”, Los Angeles Times, 8 June 2008
[14] The Daily Telegraph, “Russian president Dmitry Medvedev blames US selfishness for global financial crisis” 09 June 2008
[15] Financial Times, “Regulation model has failed, says Merkel”, 11 June 2008
[16] Patrick Cockburn, “Revealed: Secret Plan to keep Iraq under US control”, Independent, 5 June 2008
[17] Der Spiegel, “WATER, WATER EVERYWHERE France Eyes Massive Expansion of its Oceans” 05/07/2008
[18] Malin Rising, “Robust global economy drives rise in the arms spending”, The Associated Press, 9 June 2008
[19] Jerry Z Muller, Us and Them The Enduring Power of Ethnic Nationalism”, Foreign Affaires, March/April 2008
[20] James Petras, Separatism and Empire Building in the 21st Century, Global Research, 8 June 2008
[21] Juan Gabrial Tokatlian, “America the Breakup artist- US support for partition movements is opening a can of worms” The Christian Science Monitor, 3 June 2008
[22] Jeffrey G. Williamson, Winners and loosers over 200 years of globalization, Working Paper 9161, NBER Publications, September 2002, Philip Stephens, “Uncomfortable truths for a new world of them and us”, Financial Times, 29 May 2008, David Rothkopf, Global Citizens. They're Hugely Rich. And They Pull the Strings.
Washington Post, May 4 2008;
[23] Lester Brown, “Falling Water tables, Falling Harvest”, Earth Policy Institute, 4 June 2008
[24] Michael T. Klare, Rising Powers, Shrinking Planet, The new geopolitics of energy Metropolitan Books, 2008
[25] Anatole Kaletsky, “Oil is too important to leave to market forces” The Times June 12, 2008
I think this a very well timed and a quite an important conference with a very interesting program. I am very glad to be here.
I would like to start with an observation: The predominant mood in the American foreign policy elite, turned from an optimist triumphalism, to pessimist declinism in less than two decades.
When the Cold War ended the talk was all about a new bright future: The New World Order. This new world order would bring international peace and cooperation, democracy, and a prosperous future.
As we all remember, It was the End of History. It seemed that human civilisation had arrived. And the name on the terminus was liberal democracy.
Furthermore, all of this was going to take place under the watchful eyes of a benevolent hegemon US, in a unipolar world. Because, US, “the last man standing”, so to speak, was now the sole superpower as well as a beacon of democracy and prosperity.
These days, however, increasing number of writers is lamenting the decline of America. Recently Richard Haas, the director of Council on Foreign Relations wrote about the end of the unipolar world[[1]]. According to Parag Khanna from the New American Foundation, the US global power is too stretched, could snap into a decline very quickly[[2]]. The title of the Newsweek’s editor, Fareed Zaakharia’s book is The post American world [[3]].
The tone of Kissinger’s recent article in the The International Herald Trubine was most unusual: He was arguing for protecting strategically important industries and rescuing companies that matters for the national security [[4]].
However, at the end of the cold war, despite of all that optimism, there were also number signs suggesting that “all that glittered were not gold”.
What was happening was in fact not a beginning of NEW WORLD ORDER but, the last stage of the restoration, started with the Thatcher Reagan era about a decade ago. This was the restoration of unfettered individualism, primacy of the capitalist rule. But more than anything else it was about the restoration of US hegemony which had entered a period of decline in the 1970s.
And, the name of the last stage in this restoration was Globalization, that is, the emergence of a unified world economy, a “flat world”, if you like, of the international free market.
There was however some who were deeply suspicious of this idea of “New World Order”.
On the left for instance, there was a shrinking minority who still wanted to talk about imperialism, class rule, economic crises etc… and there are others, already a rapidly growing majority, who wanted to believe that a totally new stage in the world history was starting and all the previous rules and norms of politics were now defunct. Globalization was the new reality. Hart and Negri’s neo-medievalist, apocalyptic book [[5]] titled Empire would later capture this mood perfectly: Decline of the states, hence end of classical imperialism as such, and the rise of all encompassing global power of the capital…
On the right, among the US foreign policy circles, for instance, there were some very influential names, such as Paul Wolfowitz, who had lost their confidence in the future of US’s economic and cultural primacy in the world. These people suspected that US was loosing its ability to lead by example and by consent: US was loosing its hegemony.
They wanted the US to seize the moment, especially after the I. Gulf war, and rely primarily on its unrivalled military technological superiority to establish a truly unipolar order.
For them: A new kind of foreign policy was needed to prevent the rise of a new superpower capable of contesting US primacy.
This was in fact a project, envisaging a shift away from the hegemony, that is to rule by consent, leadership, backed by a strong coercive apparatus to something else. Many called it Pax Americana. Irwing Kristol, in its 1997 Wall Street Journal article which appeared just before the Asian Crisis, called it The American Empire.
Later, just before the Iraq war started, Kissinger would use the concept of American emporium.
However with the collapse of the bipolar system the real fault lines of the global geopolitics were becoming even more pronounced and a new geopolitical climate was being shaped.
For instance
1) World economy was suffering from a crisis of over-accumulation [[6]]. There was the problem of excess capacity. The consumer demand was not sufficient to sustain profitability in any of the major industries in the centres of the world economy especially in the US. The attempt to deal with this over-accumulation through financialization, by creating first a technology bubble, then a housing and credit bubble made the bad situation worse and made the US economy as well as the world economy even more prone to systemic risks.
2) There were energy and food crises in the making [[7]]. And the growing consumer demand, coming from the emerging working classes and the middle classes in the new powers such as Chine India was making a number of “resource wars scenarios” increasingly more plausible
3) Global warming was about to be accelerated due to the new consumption boom fuelled by globalisation and later by financialisation.
US wanted to establish itself as single centre of power, to build a perpetual Pax Americana, gradually bringing all the territories under its control by incorporating them into the global liberal order, by closing “gaps” in the globalization process, by wars if necessary, as Pentagon specialist Thomas Barnett would later put it in his famous book: The Pentagon’s New Map.[[8]]
In this global order, as it was formulated in the Quadrennial Defence Review published in October 2001, all the geographies and the space too, would be totally open to US’s economic, political and military penetration.
The Review was also introducing, for the first time the concepts such as “pre-emptive wars”, temporary alliances, unilateral action in the US foreign policy.
When, This imperial project, was first leaked to the The New York Times in 1992, just before Clinton came to power, it was disowned by the US foreign policy establishment and caused a minor scandal in the so called “international community”. But It was going to surface later, towards the end of the second Clinton administration [[9]], after the Asian Crisis when US’s economic model, neo-liberal globalization, begun to come under scrutiny and the “Restoration” process for the US hegemony had been exhausted.
But by then, the US department of defence had already adopted, a noticeably imperial discourse, during the II. Clinton administration, with the introduction of the new concepts such as “the indispensable country”, “Tallest country” etc…
Later, Rumsfeld, in the introduction, he wrote for the Quadrennial Defence Review, would argue that USA was now the only country with global interests.
The foreign policy shift that was started during the Clinton administration, accelerated under the Bush Administration especially after the 9/11.
When Bush came to power, The USA military had already embarked upon a process of force restructuring and expansion of military bases all around the world with a specific emphasis on the energy security. But it was also aiming to encircle Russia and to prevent China to become a global political player.
Bush administration’s a new defence doctrine had only formalised and enhanced this shift. Also, the importance and the weight of the Pentagon in the US administration begun to increase almost geometrically. Its total budget had almost tripled in 6 years. Its new intelligence organisation grew quickly to become a much larger a beast than the CIA. Pentagon, begun to assume diplomatic responsibilities; its diplomatic personnel and its influence rapidly exceeded that of the state department’s ‘diplomatic corps’ [[10]]. Also, US begun to pull itself out of the major international treaties, hence begun to dismantle the hither to existing structures of international relations.
However, this imperial project which looked so logical at the first sight, was doomed to failure. Simply because not only USA lacked the economic and financial means to build a global military empire, but also, there are already a number of emerging powers in the world geopolitics who are against a unipolar world.
The fact, that USA was becoming progressively more dependent on the kindness of these newly emerging powers to finance its military projects and domestic welfare, was suggesting the impossibility of building an empire “to freeze the time and space”[[11]] if borrow from Hart and Negri’s definition of Empire, under the US dominance.
Here how the world looks to us at this point in time, at the ruins of the US imperial project
1) US is still a superpower. But it is not alone any more. The central gravity of power and wealth in the world has begun to shift eastwards.
2) Correspondingly, new hegemonic discourses such as Beijing Consensus, EU model, alternative to Anglo Saxon model of liberalism begun to emerge
3) The international image of USA military has been tarnished in Iraq when a rag tag army of resistance comprised of no more than 15,000 militants, equipped only with light, in some cases improvised weapons, robbed USA from a quick “mission accomplished”.
4) New centres of global information dissemination, such as Al Jezira and other international TV stations have emerged during the Iraqi war. Hence US lost its global monopoly over the representation and interpretation of the world events[[12]]. In other world the US dominance over the “global society of spectacle” has now broken.
5) The resource scarcity is on the rise so is the new economic and political forces such as China, India and Russia which hunger for them. US’s traditional client states such as Saudi’s beginning to forge new relations with the other powers [[13]].
6) Crisis of capital accumulation is again in full force affecting the lives of billions. The number of world leaders blaming USA for the current financial instability, is growing. Recently, Russian President Medvedev openly put the blame for the recent credit crunch on the US financial system[[14]]. German Chancellor Angela Merkel, recently told Financial Times that Anglo Saxon model of regulation has failed, and Continental Europe should take the lead in devising new rules for financial markets [[15]]
The so called Anglo Saxon model, of globalisation and free trade is now also attracting heavy fire from the sections of the US business circles which until recently whole heartedly embraced its fruits. Because now, the other powers, such as China and India are benefiting from the free trade, at the expense of US industry and labour.
Now after the catastrophic wars in Afghanistan and in Iraq, the Guantanama Bay prison and Abu Gharib scandals, the dark world of “Ghost ships”, Renditions, more than a million corpse in four years and finally the credit crunch, decline of dollar, meteoric rise of oil prices, we are in fact witnessing a de facto collapse of the US imperial project.
-O-
Nowadays World looks much more like as it did at the beginning of the 20th century:
· A hegemonic power is in decline.
· It faces a number of rising powers.
· They are all competing among each others to get access to natural resources and markets around the world.
· The competitors are increasingly making inroads in the US’s sphere of influence in Latin America, Middle East and Africa,
· In response the USA is now building a new military command centre Africacom in Africa, planning to stay forever, with 50+ military bases in Iraq[[16]] and Activating IV Fleet towards the Latin America
· Protectionism is rising in the US and in the EU- There are talks of Economis Nationalism
· Meanwhile France is increasing its Oceans under the Exclusive Economic Zone (EEZ) rights, almost one million square miles, twice the size of Germany [[17]].
There are four more developments reminiscent of the early 20th century landscape. These are: increasing military spending [[18]], massive immigration on a global scale and revival of ethnic nationalism [[19]], again encouraged and supported by the major powers[[20]], especially by the US[[21]]. Finally the increasing income disparities between the classes, nations have once more begun to complicate policy options available for ruling elites and fuel protectionist tendencies [[22]].
However this time, there are two accelerators.
1) Global warming and falling water tables, falling harvest [[23]] are creating a Malthusian moment. The world is feeling again, the pressures of so called “over population” or excess population and food scarcity
2) Energy resources are reaching their peak. Hence the competition among the major powers to secure access to the shrinking resources is on the increase[[24]].
All these mean that major powers, especially the US will increasing find difficult to secure free access to energy, food resources they required if they remain strictly within the confines of the free market. In fact Anatol Kaletsky from the London Times, recently conceded that “oil is to important to leave to market forces” [[25]].
Do you think that water or food or the import of cheap commodities filling the Wal-Mart shelves, hence slowing down the erosion in living standards of the US workers are less important?
It appears that US but also European countries are finding increasingly difficult, on the one hand to externalise their economic problems such as excess capacity by increasing their access to other markets and on the other hand to protect the jobs and the strategically important national companies from the foreign competition... Spatial and temporal fixes are getting more and more difficult and less and less available.
Doha Round has been stalled. Number of bilateral and regional trade agreements are rapidly rising. The emerging tendencies of protectionism are bound to increase further, in the future. World Bank and the IMF have lost their ability to restructure the world economy as they did in the late 1980s and early 1990s. The successive failures of the interstate negotiations aiming to resolve the vital problems such as global warming, food crises, are the manifestations of the declining possibilities of cooperation between the big powers.
The world powers are slowly approaching a point where resolving their differences in economic and political matters peacefully, within the confines of free trade, or in the UN will be getting increasingly difficult if not impossible and … perhaps impossible.
We are at the end of another era of globalization.
Once more political and then military confrontations between the major forces, perhaps first via their intelligence agencies and then via proxies, seems to be in the offing.
In summary: Declining US hegemony first triggered an imperial reflex for a brief period of time. The imperial project has all but collapsed, the unipolar moment has come to pass. Now, these days we are increasingly witnessing, in the international relations, a return to classical imperialism, that is inter-state rivalries between the big powers over the control of territories, natural resources, labour reserves and trade routes, with all of its bloody trimmings…
[1] Richard N Haass, “What will follow U.S. Dominance”, Foreign Affaires, May/June 2008
[2] Parag Khanna, The Second World: Empires and Influences in the New Global Order, Random House, 2008
[3] Fareed Zakaria, The Post American World, Norton, 2008
[4] Henry Kissinger, “Globalization and its discontents”, International Herald Tribune, 29 May, 2008
[5] Bruce Holsinger, “Empire Apocalypse and 9/11 Premodern”, Critical Inquiry, Vol 34, Number 3, Spring 2008
[6] Robert Brenner (1998) “The Economics of Global Turbulance”. New Left Review, No, 229.
[7] Klare T. Michael, Resource wars, Owel Books, 2002
[8] Thomas P.M Barnett, “The Pentagon’s New Map”, Esquire March 2003
[9] Within the conservative Think tank The project for the new American Century, established in 1998 and later published the infamous study Rebuilding America's Defenses: Strategies, Forces, and Resources For a New Century (2000). Almost all the proposals put forward in this study later appeared in the QDR 2001.
[10] Frida Berrigan, The Pentagon's Expansion Will Be Bush's Lasting Legacy, 27 May 2008, Tom Dispatch, www.tomdispatch.com/post/174936/frida_berrigan_the_pentagon_takes_over
[11] Michael Hardt and Antonio Negri, Empire, 2000, Harvard University Press, p. XIV
[12] Shri Dilip Hiro, “The Sole Superpower in Decline: The Rise of a Multipolar World”, Military Review, July- August 2008.
[13] Paul Richter, “New Forces frying U.S. Saudi oil ties”, Los Angeles Times, 8 June 2008
[14] The Daily Telegraph, “Russian president Dmitry Medvedev blames US selfishness for global financial crisis” 09 June 2008
[15] Financial Times, “Regulation model has failed, says Merkel”, 11 June 2008
[16] Patrick Cockburn, “Revealed: Secret Plan to keep Iraq under US control”, Independent, 5 June 2008
[17] Der Spiegel, “WATER, WATER EVERYWHERE France Eyes Massive Expansion of its Oceans” 05/07/2008
[18] Malin Rising, “Robust global economy drives rise in the arms spending”, The Associated Press, 9 June 2008
[19] Jerry Z Muller, Us and Them The Enduring Power of Ethnic Nationalism”, Foreign Affaires, March/April 2008
[20] James Petras, Separatism and Empire Building in the 21st Century, Global Research, 8 June 2008
[21] Juan Gabrial Tokatlian, “America the Breakup artist- US support for partition movements is opening a can of worms” The Christian Science Monitor, 3 June 2008
[22] Jeffrey G. Williamson, Winners and loosers over 200 years of globalization, Working Paper 9161, NBER Publications, September 2002, Philip Stephens, “Uncomfortable truths for a new world of them and us”, Financial Times, 29 May 2008, David Rothkopf, Global Citizens. They're Hugely Rich. And They Pull the Strings.
Washington Post, May 4 2008;
[23] Lester Brown, “Falling Water tables, Falling Harvest”, Earth Policy Institute, 4 June 2008
[24] Michael T. Klare, Rising Powers, Shrinking Planet, The new geopolitics of energy Metropolitan Books, 2008
[25] Anatole Kaletsky, “Oil is too important to leave to market forces” The Times June 12, 2008
Wednesday, June 11, 2008
Obama Kazandı Çok [U]mutluyuz
(Cumhuriyet 09.06.2008)
Demokratik Parti’den, Hillary Clinton ve Barack Obama’nın aylardır, adeta bir Hollywood filmi seyreder gibi izlediğimiz, başkan adaylığı yarışı nihayet tamamlandı. Clinton ile Obama arasındaki siyasi farkları pek kavrayamadık, ama bir zamanlar ABD’ye köle olarak getirilen siyah ırktan birinin şimdi devlet başkanı olmaya hazırlanmasına çok sevindik, içimiz ısındı. Seçimlerden sonra da, Bush döneminin “karanlığını” geride bırakan, ABD’nin uluslararası imajını temizleyecek yeni bir dış politika umuyoruz.
Kimsenin moralini bozmak istemem, ama bunlar boş umutlar. Hem ABD halkını hem de bizleri, özellikle dış politika alanında bir düş kırıklığı bekliyor. Demokratlar, Obama yerine Clinton’u seçmiş olsalardı, yine bir şey değişmeyecekti.
Bir kamu diplomasisi zaferi
Ama Clinton-Obama yarışının hiçbir anlamı olmadığını da söylemiyorum. Irak savaşı, Irak yalanları, Guantanamo, Ebu Garib, işkenceyi meşrulaştırma tartışmaları, başkanın kralları aratmayan yetkileri, “hayalet uçaklar”, Katrina rezaleti, Ulusal Güvenlik Yasası bağlamında, ABD halkının özgürlüklerini kısıtlayıcı, kişi özelini yok edici uygulamalar, ABD’nin “en demokratik, en özgür ülke” imajını yıkmıştı. ABD hegemonyasının, “yumuşak gücünün” (özendirici özelliklerinin) aşınma süreci Bush döneminde iyice hızlanmıştı.
Clinton - Obama yarışı, tüm dünyanın gündemine, ABD demokrasisinin görüntülerini, gerek uluslararası medya tekelleri, gerekse de her ülkedeki ABD dostu yazarların çabalarıyla getirdikten sonra, şimdi sıra, Obama ile Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı eski Vietnam gazisi Senatör John McCain arasındaki başkanlık yarışını parlatmaya geldi. Bu yarışı kim kazanırsa kazansın, iki aday arasındaki siyasi farkların neler olduğunu yine pek kavrayamayacağız, ama her aşamada, Obama’ya bakıp, “Uygarlık açısından ne büyük bir gelişme” diyerek hayranlıkla başımızı sallayacağız.
ABD “kamu diplomasisi” makinesinin uzantısı ya da gönüllü katılımcısı yazarlar şimdi, “tek süper devlet”, “tek kutuplu dünya” fantezilerini, tüm bunlar, Council on Foreign Relations (CFR) Başkanı Richard Haas’a göre geride kalmaya başlamış olsa da (Foreign Affaires, Mayıs/Haziran, 2008), kafamıza kakmaya başladılar bile. Bu ABD’ci yazarlar, ABD hegemonyasına hayran olma, boyun eğme eğilimimizi güçlendirmek için ellerinden geleni yapacaklar. Dahası bunlar (örneğin, The Economist, “America at its best”, 05/06/08; Çandar, Referans, 06/06/08), şimdi Obama bağlamında, ABD’nin değişim kapasitesini kafamıza kakacaklar: Mademki ABD değişiyor, bizdeki ‘statüko’ da değişecek! Direnmek nafile siz de boyun eğin.
Aslında, Obama veya McCain’in ABD dış politikasında bir değişimin habercisi olduğuna inanmak için, ABD gibi ülkelerin dış politika oluşturma özelliklerinden ve günümüz dünyasının dinamiklerinden habersiz olmak gerekiyor. Ya da kötü niyetli…
Gelen, dış politikayı hazır bulur
Tabii ki yeni başkanla birlikte, ABD dış politikasında kimi değişiklikler göreceğiz. Ama bunlar içeriğe ilişkin olmayacak. Bush sonrası dış politikanın temel ilkeleri, genel çerçevesi daha şimdiden, saptanmış durumda. Bush’un, 11 Eylül sonrasında izlemeye başladığı dış politikanın içeriği de (hegemonya stratejilerinden imparatorluk taktiklerine yönelimler) Clinton döneminde saptanmıştı: “Vazgeçilmez ülke”, “kullanmadıktan sonra bu kadar büyük bir orduyu niye besleyelim ki”, rejim değişikliği doktrini, CENTCOM’un kurulması, Orta Asya bölgesine yönelik yeni askeri/diplomatik inisiyatifler vb…
Bush seçim kampanyası boyunca, dış politikada “kendi işine bakmayı” savundu, “ulus inşası” projelerine karşı çıktı. Ama iktidara geldikten kısa süre sonra, 11 Eylül’ün yardımıyla, Clinton döneminde başlayan dış politika yönelimini güçlü bir vurguyla, mantıki sonuçlarına kadar iterek benimsedi.
Şimdi de benzer bir durum söz konusu. Bush yönetiminin II. döneminde Çin ve Rusya’nın yükselişine cevap olarak ABD’de Avrupa, Hindistan ve Japonya ile çok daha yakın, çok yönlü ilişkiler, “demokrasiler bloku”, “demokrasiler ittifakı” önerileri bağlamında, daha geniş bir cephe oluşturma eğilimi güçlendi. Avrupa’da Merkel ve Sarkozy hükümetlerinin de bu eğilime cevap verdiğini görüyoruz.
Bush’un II. döneminde, “temel sorunlar listesinin” başında, dünya ekonomisinde gıda, enerji, su kıtlığı, sanayide kapasite fazlası, talep yetersizliği sorunları, talep yetersizliğini yönetmek üzere genişleyen kredi köpüğünün patlamasıyla oluşan mali kriz ve stagflasyon (resesyon ve enflasyon) var. Öyleyse, dış politikada, doğal kaynaklar, enerji havzalarına erişimin güvenlik altına alınması, stratejik endüstrileri korumak, işsizliğin daha fazla artmasını engellemek için ulusal ekonominin dış rekabete karşı korunması, buna karşılık yeni piyasaların açık kalmasının sağlanması gibi sorunların öncelik kazanması gerekiyor.
Son yıllarda başlayan bu süreç, sınıflar arası ilişkiler düzeyinde de önemli bir değişikliğe işaret ediyor: Küreselleşmiş mali sermaye üzerinde yaşayan kesimlerin, mali krizlerin etkisiyle ekonomik siyasi güçleri zayıflarken, sınai ve savunma, istihbarat, bilişim sanayileri üzerinde yaşayan sınıf kesimlerinin etkileri giderek artıyor. Bu kayma iki dalga halinde yaşandı. Birinci dalga, 1997 Asya krizinden 2003’te, Irak savaşı çıkmaza girene kadar sürdü. Resesyonu engellemek için mali köpük yeniden şişmeye başlayınca, mali sermayenin etkilerinde bir toparlanma yaşandı. İkinci dalga 2007’de mali kriz, petrol krizi ve gıda krizi içinde, Rusya ve Çin’in etkilerinin daha bir hissedilir olmasıyla başladı.
Bush’un II. döneminde, “AfricaCom” kuruldu, Latin Amerika’ya yönelik olarak IV. Filo yeniden etkinleştirilirdi. (World Press.org, 03/06/08). Terorizme karşı uzun savaş paradigması içinde Pentagon’un bütçesi katlanarak büyüdü; askeri istihbarat örgütlerinin gücü, CIA’nın ve üs komutanlarının gücü sivil diplomasinin önüne geçecek biçimde genişledi, yeni bir askeri üsler ağı oluştu (Frida Berrigan, “How the Pentagon Shapes the world” Tom Dispatch, 27/05/08).
ABD dış politika çevrelerinde, CFR, Haas, Kissinger, Zhakaria gibi önemli kurumların, isimlerin söylemlerine, bunları yayan medyanın havasına bakınca uzun döneme ilişkin “yeni” ilkelerin de şekillenmekte olduğunu görüyoruz. Örneğin, “tek kutuplu dönemin” geride kaldığı sürekli vurgulanıyor. Bu, yeni başkanın, “imparatorluk” refleksinden daha çok hegemonya restorasyonuna, geniş ittifaklar kurma arayışına önem vereceğine işaret ediyor. Geçen haftalarda medyada başlayan, “Ortadoğu’da yerel güçler kendi sorunlarını kendileri çözüyor” kampanyası, ABD’nin bölge politikasında bir değişimin başladığına işaret ediyor. ABD, Sünni-Şii saflaşması üzerinde oynamaya devam ederken hem imajını daha fazla aşındırmamak hem de daha düşük maliyetle çalışabilmek için yerel sorunlara doğrudan değil, “vassalları” aracılığıyla müdahale etme eğilimini benimsemeye başladı. Washington Post’un başyazısında işaret ettiği gibi, iki partinin adayları arasında Ortadoğu konusunda bir yaklaşım farkı yok.
Gelişmeler, yeni başkanın dış politikasının, öncekinin bir devamı olacağını gösteriyor.
Demokratik Parti’den, Hillary Clinton ve Barack Obama’nın aylardır, adeta bir Hollywood filmi seyreder gibi izlediğimiz, başkan adaylığı yarışı nihayet tamamlandı. Clinton ile Obama arasındaki siyasi farkları pek kavrayamadık, ama bir zamanlar ABD’ye köle olarak getirilen siyah ırktan birinin şimdi devlet başkanı olmaya hazırlanmasına çok sevindik, içimiz ısındı. Seçimlerden sonra da, Bush döneminin “karanlığını” geride bırakan, ABD’nin uluslararası imajını temizleyecek yeni bir dış politika umuyoruz.
Kimsenin moralini bozmak istemem, ama bunlar boş umutlar. Hem ABD halkını hem de bizleri, özellikle dış politika alanında bir düş kırıklığı bekliyor. Demokratlar, Obama yerine Clinton’u seçmiş olsalardı, yine bir şey değişmeyecekti.
Bir kamu diplomasisi zaferi
Ama Clinton-Obama yarışının hiçbir anlamı olmadığını da söylemiyorum. Irak savaşı, Irak yalanları, Guantanamo, Ebu Garib, işkenceyi meşrulaştırma tartışmaları, başkanın kralları aratmayan yetkileri, “hayalet uçaklar”, Katrina rezaleti, Ulusal Güvenlik Yasası bağlamında, ABD halkının özgürlüklerini kısıtlayıcı, kişi özelini yok edici uygulamalar, ABD’nin “en demokratik, en özgür ülke” imajını yıkmıştı. ABD hegemonyasının, “yumuşak gücünün” (özendirici özelliklerinin) aşınma süreci Bush döneminde iyice hızlanmıştı.
Clinton - Obama yarışı, tüm dünyanın gündemine, ABD demokrasisinin görüntülerini, gerek uluslararası medya tekelleri, gerekse de her ülkedeki ABD dostu yazarların çabalarıyla getirdikten sonra, şimdi sıra, Obama ile Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı eski Vietnam gazisi Senatör John McCain arasındaki başkanlık yarışını parlatmaya geldi. Bu yarışı kim kazanırsa kazansın, iki aday arasındaki siyasi farkların neler olduğunu yine pek kavrayamayacağız, ama her aşamada, Obama’ya bakıp, “Uygarlık açısından ne büyük bir gelişme” diyerek hayranlıkla başımızı sallayacağız.
ABD “kamu diplomasisi” makinesinin uzantısı ya da gönüllü katılımcısı yazarlar şimdi, “tek süper devlet”, “tek kutuplu dünya” fantezilerini, tüm bunlar, Council on Foreign Relations (CFR) Başkanı Richard Haas’a göre geride kalmaya başlamış olsa da (Foreign Affaires, Mayıs/Haziran, 2008), kafamıza kakmaya başladılar bile. Bu ABD’ci yazarlar, ABD hegemonyasına hayran olma, boyun eğme eğilimimizi güçlendirmek için ellerinden geleni yapacaklar. Dahası bunlar (örneğin, The Economist, “America at its best”, 05/06/08; Çandar, Referans, 06/06/08), şimdi Obama bağlamında, ABD’nin değişim kapasitesini kafamıza kakacaklar: Mademki ABD değişiyor, bizdeki ‘statüko’ da değişecek! Direnmek nafile siz de boyun eğin.
Aslında, Obama veya McCain’in ABD dış politikasında bir değişimin habercisi olduğuna inanmak için, ABD gibi ülkelerin dış politika oluşturma özelliklerinden ve günümüz dünyasının dinamiklerinden habersiz olmak gerekiyor. Ya da kötü niyetli…
Gelen, dış politikayı hazır bulur
Tabii ki yeni başkanla birlikte, ABD dış politikasında kimi değişiklikler göreceğiz. Ama bunlar içeriğe ilişkin olmayacak. Bush sonrası dış politikanın temel ilkeleri, genel çerçevesi daha şimdiden, saptanmış durumda. Bush’un, 11 Eylül sonrasında izlemeye başladığı dış politikanın içeriği de (hegemonya stratejilerinden imparatorluk taktiklerine yönelimler) Clinton döneminde saptanmıştı: “Vazgeçilmez ülke”, “kullanmadıktan sonra bu kadar büyük bir orduyu niye besleyelim ki”, rejim değişikliği doktrini, CENTCOM’un kurulması, Orta Asya bölgesine yönelik yeni askeri/diplomatik inisiyatifler vb…
Bush seçim kampanyası boyunca, dış politikada “kendi işine bakmayı” savundu, “ulus inşası” projelerine karşı çıktı. Ama iktidara geldikten kısa süre sonra, 11 Eylül’ün yardımıyla, Clinton döneminde başlayan dış politika yönelimini güçlü bir vurguyla, mantıki sonuçlarına kadar iterek benimsedi.
Şimdi de benzer bir durum söz konusu. Bush yönetiminin II. döneminde Çin ve Rusya’nın yükselişine cevap olarak ABD’de Avrupa, Hindistan ve Japonya ile çok daha yakın, çok yönlü ilişkiler, “demokrasiler bloku”, “demokrasiler ittifakı” önerileri bağlamında, daha geniş bir cephe oluşturma eğilimi güçlendi. Avrupa’da Merkel ve Sarkozy hükümetlerinin de bu eğilime cevap verdiğini görüyoruz.
Bush’un II. döneminde, “temel sorunlar listesinin” başında, dünya ekonomisinde gıda, enerji, su kıtlığı, sanayide kapasite fazlası, talep yetersizliği sorunları, talep yetersizliğini yönetmek üzere genişleyen kredi köpüğünün patlamasıyla oluşan mali kriz ve stagflasyon (resesyon ve enflasyon) var. Öyleyse, dış politikada, doğal kaynaklar, enerji havzalarına erişimin güvenlik altına alınması, stratejik endüstrileri korumak, işsizliğin daha fazla artmasını engellemek için ulusal ekonominin dış rekabete karşı korunması, buna karşılık yeni piyasaların açık kalmasının sağlanması gibi sorunların öncelik kazanması gerekiyor.
Son yıllarda başlayan bu süreç, sınıflar arası ilişkiler düzeyinde de önemli bir değişikliğe işaret ediyor: Küreselleşmiş mali sermaye üzerinde yaşayan kesimlerin, mali krizlerin etkisiyle ekonomik siyasi güçleri zayıflarken, sınai ve savunma, istihbarat, bilişim sanayileri üzerinde yaşayan sınıf kesimlerinin etkileri giderek artıyor. Bu kayma iki dalga halinde yaşandı. Birinci dalga, 1997 Asya krizinden 2003’te, Irak savaşı çıkmaza girene kadar sürdü. Resesyonu engellemek için mali köpük yeniden şişmeye başlayınca, mali sermayenin etkilerinde bir toparlanma yaşandı. İkinci dalga 2007’de mali kriz, petrol krizi ve gıda krizi içinde, Rusya ve Çin’in etkilerinin daha bir hissedilir olmasıyla başladı.
Bush’un II. döneminde, “AfricaCom” kuruldu, Latin Amerika’ya yönelik olarak IV. Filo yeniden etkinleştirilirdi. (World Press.org, 03/06/08). Terorizme karşı uzun savaş paradigması içinde Pentagon’un bütçesi katlanarak büyüdü; askeri istihbarat örgütlerinin gücü, CIA’nın ve üs komutanlarının gücü sivil diplomasinin önüne geçecek biçimde genişledi, yeni bir askeri üsler ağı oluştu (Frida Berrigan, “How the Pentagon Shapes the world” Tom Dispatch, 27/05/08).
ABD dış politika çevrelerinde, CFR, Haas, Kissinger, Zhakaria gibi önemli kurumların, isimlerin söylemlerine, bunları yayan medyanın havasına bakınca uzun döneme ilişkin “yeni” ilkelerin de şekillenmekte olduğunu görüyoruz. Örneğin, “tek kutuplu dönemin” geride kaldığı sürekli vurgulanıyor. Bu, yeni başkanın, “imparatorluk” refleksinden daha çok hegemonya restorasyonuna, geniş ittifaklar kurma arayışına önem vereceğine işaret ediyor. Geçen haftalarda medyada başlayan, “Ortadoğu’da yerel güçler kendi sorunlarını kendileri çözüyor” kampanyası, ABD’nin bölge politikasında bir değişimin başladığına işaret ediyor. ABD, Sünni-Şii saflaşması üzerinde oynamaya devam ederken hem imajını daha fazla aşındırmamak hem de daha düşük maliyetle çalışabilmek için yerel sorunlara doğrudan değil, “vassalları” aracılığıyla müdahale etme eğilimini benimsemeye başladı. Washington Post’un başyazısında işaret ettiği gibi, iki partinin adayları arasında Ortadoğu konusunda bir yaklaşım farkı yok.
Gelişmeler, yeni başkanın dış politikasının, öncekinin bir devamı olacağını gösteriyor.
Thursday, June 05, 2008
AKP ve Üç Fantezi
(Cumhuriyet 02.06.2008)
AKP hükümetinin I. dönemi üç fantezi üzerinde tamamlanmıştı: Ekonomik büyüme, demokratikleşme, yeni başarılı bir dış politika. Fanteziler de esas olarak iki varsayımla destekleniyordu: Neo-liberal küreselleşme kalıcıdır, ABD hegemonyası altında, tek kutuplu bir dünya oluştu. Bu iki varsayım yıkılırken AKP’yi II. dönemine taşıyan fanteziler de çöküyor.
Mali krizin dalgaları Türkiye sahillerine ulaşınca, ekonomik büyümenin ve refahın bir kredi köpüğü üzerinde yüzen tahta parçalarından öte bir içerikleri olmadığı anlaşılmaya başlandı. Demokratikleşme fantezisi, geç de olsa 1 Mayıs olayı, “Flört zinadır” ayıbı, dinleme için özel örgüt skandalıyla darmadağın oldu. Geriye dış politika fantezisi kalıyor: AB’ye üye oluyorduk, mihver ülke (ya da Davutoğlu’nun hangi yazısını okuduğunuza bağlı olarak, “merkez” ülke) olmaktan merkez ülke olmaya ya da merkez ülkeden küresel güç olmaya dönüşecektik. AB üyeliği sürecinin başına gelenler malum. Geriye bir tek, “merkez” ya da küresel güce dönüşmek, hatta bölgede Osmanlı barışı kurmak kaldı. Bu fantezinin geleceği de tümüyle ABD’ye bağlı.
Hassas konular…
Bu yüzden ne zaman birileri “ABD artık tek süper güç değil, tek kutuplu dünya geride kaldı” gibisinden yorumlar üretseler, AKP yanlısı yazarların sinirleri bozuluyor. Aksini savunma çabalarına, nadiren rastlasak da genel tavır, bu tartışmaları yok sayarak “tek kutuplu dünya” nakaratını tekrarlamaya devam etmek.
Bu yazarlar sinir olmakta haklılar. AKP söylemini, belli bir dünya tanımına (esas olarak Ahmet Davutoğlu tarafından üretilmiş bir tanıma) dayandırıyor. Bu dünyada ABD tek aktör, bölgede tek belirleyici, bölgedeki tek hikâye de Afro-Avrasya’yı içeren Büyük Ortadoğu Projesidir. Türkiye bunun içinde, coğrafyası, tarihi, kültürü açısından en merkezi ülkedir. Ama çevresine güç yansıtabilmesi (pardon barış, istikrar getirebilmesi diyecektim) için bu küresel süper gücün stratejik desteğine gereksinimi vardır. Bu desteği alabilmek için de Türkiye’nin her türlü ulusalcı, ve/veya anti-emperyalist söylemden arınarak bu süper güçle kader birliği yapması, küreselleşmeci neo-liberal söyleme sadık kalması gerekiyor.
Eğer ABD’nin bu konumu değişirse, dünyada ve bölgede karşısına başka oyuncular çıkarsa, ABD, bölgesel, küresel stratejisini, oyunun kurallarını değiştirmeye başlarsa AKP’nin bu fantezisi de buhar olup uçar.
Ne yazık ki (AKP açısından…) Irak fiyaskosunun ardından ve ekonomik kriz derinleştikçe tek kutuplu bir dünyanın kurulamadığı artık iyice bilinçlere çıktı. Artık, küreselleşmeciliğin yanı sıra Avrupa’dan ABD’ye ulusalcı eğilimler, ulusal çıkarlar, stratejik sanayiler vb. gibi kavramlar gittikçe daha fazla kullanılıyor.
Diğer bir deyişle, küreselleşme süreci, kapitalizmin tarihinde, bir kez daha doğal sonucuna ulaşarak 100 yıl önce olduğu gibi, yine ülkeler arasındaki ve ülkeler içindeki, “bizler ve onlar”, “zenginler ve yoksullar” çelişkilerini derinleştirmeye, öne çıkarmaya başladı. Şimdi, küreselleşmeyi sorgulayan ülkeler kervanına ABD’nin de katılmak üzere olduğuna ilişkin işaretler artıyor. Bu bağlamda geçen hafta Financial Times’ta Philip Stephens’ın “yeni bir ‘biz ve onlar’ dünyası için tatsız gerçekler”, International Herald Tribune’de Henry Kissinger’in “Küreselleşme ve hoşnutsuz olanlar” başlıklı yorumları, Dilip Hiro’nun ABD’de Pentagon çevresinin dergilerinden, Military Review’daki “Gerileyen tek süper güç ve çok kutuplu dünyanın yükselişi” başlıklı denemesi dikkatimi çekti.
‘Bizler, onlar’ ve ‘ulusal çıkarlar’
Philip Stephens’e göre, dün küreselleşmenin parametrelerini “biz” belirliyorduk, “onlar” krizlerine katlanmak zorunda kalıyorlardı. Sonra “onlar” krizden derslerini aldılar. Şimdi mali krizin etkisiyle bizim ekonomilerimiz yavaşlar, onlarınki hızla büyümeye devam eder, ABD’de ve Avrupa’da tüketici, kredi darlığı, yüksek yakıt ve gıda fiyatlarıyla cebelleşirken Çin’de tüketimin büyüme hızı yüzde 15 dolayında seyrediyor.
Şimdi “biz” küreselleşmeden yakınır olduk. ABD başkan adayları “onları”, “bizim” ülkelerindeki işleri çalmakla suçluyor. Avrupa, “bizim” gıdalarımızı, “bizim” yakıtlarımızı onlar tüketiyor, bu yüzden fiyatlar artıyor diye yakınıyor. Stephens’e göre, “ ‘Batı’ bu krizde dünyanın yeniden şekillendiğini, ekonomik siyasi gücün doğuya kaydığını göremiyor, hâlâ işlerin eskisi gibi süreceğini, yeni gelenleri, kısmi düzenlemelerle kendi sistemine uyduracağını sanıyor, ama yanılıyor.” Dahası, bu, zengin, eğitimli, kültürlü “biz” ve yoksul, cahil “onlar” ayrımı, zengin ülkelerin içinde de oluşuyor.
Kissinger’de küreselleşmenin, tüm sanayileri aynı biçimde ekilemediğinden hareketle, ulus ötesi şirketlerin serbest ticareti, ulusal piyasaya üretim yapanların ve sendikaların korumacılığı savunduğuna dikkat çekiyor. Mali kriz bu çelişkileri derinleştirirken küreselleşmenin stratejik etkisi, iki düzeyde, önemli sorunları gündeme getiriyor. Yabancı yatırımların kısıtlanması hatta yasaklanması gereken ulusal güvenlik açısından vazgeçilemez sanayiler var mı? Amerika’nın savunma kapasitesini koruyabilmek için hangi sanayilerin çökmesini engellemek gerekiyor?
Kissinger , “Bunlar istismara açık sorunlar ama ulusal çıkarların gerekleriyle yüzleşmekten kaçınmak için bu bir bahane olamaz” diyor. Kissinger’e göre “ulusal güvenliğin küreselleşmeye koyduğu sınırlar, ulusal temelde saptanmalıdır. Bunlar baskı gruplarına, lobicilere, seçim kaygılarına bırakılamaz”. Özetle, ABD dış politikasının en saygın ve etkin isimlerinden Kissinger, “ulusal çıkar” diye bir şeyden söz ediyor, bunun küreselleşmenin gereksinimlerinin, serbest ticaretin önüne geçmesi gerektiğini savunuyor. Kimse kalkıp Kissinger’i ulusalcılıkla suçlamıyor. Aksine dikkat ederseniz, bizdeki ABD hayranı, AKP’li küreselleşmeci neo-liberallerin aksine, ABD başkanlık seçimlerinde hiçbir aday ulusalcılığına toz kondurmak istemiyor. Bizde ise bırakın ulusal çıkarı, emperyalizmden söz edenleri bile, neredeyse faşist ilan edilip çarmıha germeye çalışıyorlar. “Siyah ten beyaz maske” n’olacak!
Dilip Hiro’nun Military Review’da yayımlanan makalesiyse ABD üstünlüğünün çeşitli yönlerindeki gerilemelere, çok kutuplu bir dünyanın biçimlenmekte olmasına dikkat çekiyor. Hiro esas olarak, Irak fiyaskosunun, enerji fiyatlarındaki artışların ve El Cezire, France -24, English Language Press (İran), Telesür (Venezüella) gibi, CNN-BBC düopolünü kıran yayınların, Rusya ve Çin’in ekonomik askeri, Venezüella, İran’ın stratejik olarak yükselişi, bunlar arasındaki ilişkiler ve ittifaklar, ABD karşıtlığı üzerinde duruyor. Körfez ülkeleriyle, Rusya arasında, enerji, terorizm karşıtlığı ve savunma konularında ortak bir zeminin oluştuğunu gösteriyor. Özetle, yalnızca askeri, ekonomik, mali güç dengeleri değil, dünya halklarının dünyaya ilişkin algıları da ABD aleyhine değişiyor.
Özetle AKP hükümetinin söyleminin ve kendine olan güveninin kaynaklarından biri daha hızla çöküyor. Sanırım, iç ve dış politikada bocalamaların temelinde, dışarıdan gelen rüzgârların yön değiştirmeye başlamış olması da var.
AKP hükümetinin I. dönemi üç fantezi üzerinde tamamlanmıştı: Ekonomik büyüme, demokratikleşme, yeni başarılı bir dış politika. Fanteziler de esas olarak iki varsayımla destekleniyordu: Neo-liberal küreselleşme kalıcıdır, ABD hegemonyası altında, tek kutuplu bir dünya oluştu. Bu iki varsayım yıkılırken AKP’yi II. dönemine taşıyan fanteziler de çöküyor.
Mali krizin dalgaları Türkiye sahillerine ulaşınca, ekonomik büyümenin ve refahın bir kredi köpüğü üzerinde yüzen tahta parçalarından öte bir içerikleri olmadığı anlaşılmaya başlandı. Demokratikleşme fantezisi, geç de olsa 1 Mayıs olayı, “Flört zinadır” ayıbı, dinleme için özel örgüt skandalıyla darmadağın oldu. Geriye dış politika fantezisi kalıyor: AB’ye üye oluyorduk, mihver ülke (ya da Davutoğlu’nun hangi yazısını okuduğunuza bağlı olarak, “merkez” ülke) olmaktan merkez ülke olmaya ya da merkez ülkeden küresel güç olmaya dönüşecektik. AB üyeliği sürecinin başına gelenler malum. Geriye bir tek, “merkez” ya da küresel güce dönüşmek, hatta bölgede Osmanlı barışı kurmak kaldı. Bu fantezinin geleceği de tümüyle ABD’ye bağlı.
Hassas konular…
Bu yüzden ne zaman birileri “ABD artık tek süper güç değil, tek kutuplu dünya geride kaldı” gibisinden yorumlar üretseler, AKP yanlısı yazarların sinirleri bozuluyor. Aksini savunma çabalarına, nadiren rastlasak da genel tavır, bu tartışmaları yok sayarak “tek kutuplu dünya” nakaratını tekrarlamaya devam etmek.
Bu yazarlar sinir olmakta haklılar. AKP söylemini, belli bir dünya tanımına (esas olarak Ahmet Davutoğlu tarafından üretilmiş bir tanıma) dayandırıyor. Bu dünyada ABD tek aktör, bölgede tek belirleyici, bölgedeki tek hikâye de Afro-Avrasya’yı içeren Büyük Ortadoğu Projesidir. Türkiye bunun içinde, coğrafyası, tarihi, kültürü açısından en merkezi ülkedir. Ama çevresine güç yansıtabilmesi (pardon barış, istikrar getirebilmesi diyecektim) için bu küresel süper gücün stratejik desteğine gereksinimi vardır. Bu desteği alabilmek için de Türkiye’nin her türlü ulusalcı, ve/veya anti-emperyalist söylemden arınarak bu süper güçle kader birliği yapması, küreselleşmeci neo-liberal söyleme sadık kalması gerekiyor.
Eğer ABD’nin bu konumu değişirse, dünyada ve bölgede karşısına başka oyuncular çıkarsa, ABD, bölgesel, küresel stratejisini, oyunun kurallarını değiştirmeye başlarsa AKP’nin bu fantezisi de buhar olup uçar.
Ne yazık ki (AKP açısından…) Irak fiyaskosunun ardından ve ekonomik kriz derinleştikçe tek kutuplu bir dünyanın kurulamadığı artık iyice bilinçlere çıktı. Artık, küreselleşmeciliğin yanı sıra Avrupa’dan ABD’ye ulusalcı eğilimler, ulusal çıkarlar, stratejik sanayiler vb. gibi kavramlar gittikçe daha fazla kullanılıyor.
Diğer bir deyişle, küreselleşme süreci, kapitalizmin tarihinde, bir kez daha doğal sonucuna ulaşarak 100 yıl önce olduğu gibi, yine ülkeler arasındaki ve ülkeler içindeki, “bizler ve onlar”, “zenginler ve yoksullar” çelişkilerini derinleştirmeye, öne çıkarmaya başladı. Şimdi, küreselleşmeyi sorgulayan ülkeler kervanına ABD’nin de katılmak üzere olduğuna ilişkin işaretler artıyor. Bu bağlamda geçen hafta Financial Times’ta Philip Stephens’ın “yeni bir ‘biz ve onlar’ dünyası için tatsız gerçekler”, International Herald Tribune’de Henry Kissinger’in “Küreselleşme ve hoşnutsuz olanlar” başlıklı yorumları, Dilip Hiro’nun ABD’de Pentagon çevresinin dergilerinden, Military Review’daki “Gerileyen tek süper güç ve çok kutuplu dünyanın yükselişi” başlıklı denemesi dikkatimi çekti.
‘Bizler, onlar’ ve ‘ulusal çıkarlar’
Philip Stephens’e göre, dün küreselleşmenin parametrelerini “biz” belirliyorduk, “onlar” krizlerine katlanmak zorunda kalıyorlardı. Sonra “onlar” krizden derslerini aldılar. Şimdi mali krizin etkisiyle bizim ekonomilerimiz yavaşlar, onlarınki hızla büyümeye devam eder, ABD’de ve Avrupa’da tüketici, kredi darlığı, yüksek yakıt ve gıda fiyatlarıyla cebelleşirken Çin’de tüketimin büyüme hızı yüzde 15 dolayında seyrediyor.
Şimdi “biz” küreselleşmeden yakınır olduk. ABD başkan adayları “onları”, “bizim” ülkelerindeki işleri çalmakla suçluyor. Avrupa, “bizim” gıdalarımızı, “bizim” yakıtlarımızı onlar tüketiyor, bu yüzden fiyatlar artıyor diye yakınıyor. Stephens’e göre, “ ‘Batı’ bu krizde dünyanın yeniden şekillendiğini, ekonomik siyasi gücün doğuya kaydığını göremiyor, hâlâ işlerin eskisi gibi süreceğini, yeni gelenleri, kısmi düzenlemelerle kendi sistemine uyduracağını sanıyor, ama yanılıyor.” Dahası, bu, zengin, eğitimli, kültürlü “biz” ve yoksul, cahil “onlar” ayrımı, zengin ülkelerin içinde de oluşuyor.
Kissinger’de küreselleşmenin, tüm sanayileri aynı biçimde ekilemediğinden hareketle, ulus ötesi şirketlerin serbest ticareti, ulusal piyasaya üretim yapanların ve sendikaların korumacılığı savunduğuna dikkat çekiyor. Mali kriz bu çelişkileri derinleştirirken küreselleşmenin stratejik etkisi, iki düzeyde, önemli sorunları gündeme getiriyor. Yabancı yatırımların kısıtlanması hatta yasaklanması gereken ulusal güvenlik açısından vazgeçilemez sanayiler var mı? Amerika’nın savunma kapasitesini koruyabilmek için hangi sanayilerin çökmesini engellemek gerekiyor?
Kissinger , “Bunlar istismara açık sorunlar ama ulusal çıkarların gerekleriyle yüzleşmekten kaçınmak için bu bir bahane olamaz” diyor. Kissinger’e göre “ulusal güvenliğin küreselleşmeye koyduğu sınırlar, ulusal temelde saptanmalıdır. Bunlar baskı gruplarına, lobicilere, seçim kaygılarına bırakılamaz”. Özetle, ABD dış politikasının en saygın ve etkin isimlerinden Kissinger, “ulusal çıkar” diye bir şeyden söz ediyor, bunun küreselleşmenin gereksinimlerinin, serbest ticaretin önüne geçmesi gerektiğini savunuyor. Kimse kalkıp Kissinger’i ulusalcılıkla suçlamıyor. Aksine dikkat ederseniz, bizdeki ABD hayranı, AKP’li küreselleşmeci neo-liberallerin aksine, ABD başkanlık seçimlerinde hiçbir aday ulusalcılığına toz kondurmak istemiyor. Bizde ise bırakın ulusal çıkarı, emperyalizmden söz edenleri bile, neredeyse faşist ilan edilip çarmıha germeye çalışıyorlar. “Siyah ten beyaz maske” n’olacak!
Dilip Hiro’nun Military Review’da yayımlanan makalesiyse ABD üstünlüğünün çeşitli yönlerindeki gerilemelere, çok kutuplu bir dünyanın biçimlenmekte olmasına dikkat çekiyor. Hiro esas olarak, Irak fiyaskosunun, enerji fiyatlarındaki artışların ve El Cezire, France -24, English Language Press (İran), Telesür (Venezüella) gibi, CNN-BBC düopolünü kıran yayınların, Rusya ve Çin’in ekonomik askeri, Venezüella, İran’ın stratejik olarak yükselişi, bunlar arasındaki ilişkiler ve ittifaklar, ABD karşıtlığı üzerinde duruyor. Körfez ülkeleriyle, Rusya arasında, enerji, terorizm karşıtlığı ve savunma konularında ortak bir zeminin oluştuğunu gösteriyor. Özetle, yalnızca askeri, ekonomik, mali güç dengeleri değil, dünya halklarının dünyaya ilişkin algıları da ABD aleyhine değişiyor.
Özetle AKP hükümetinin söyleminin ve kendine olan güveninin kaynaklarından biri daha hızla çöküyor. Sanırım, iç ve dış politikada bocalamaların temelinde, dışarıdan gelen rüzgârların yön değiştirmeye başlamış olması da var.
Subscribe to:
Posts (Atom)