Bir 'olay' olarak 1968
"1968" deyince akla, öncelikle Paris'te, 6 Mayıs'ta öğrencilerin Sorbonne Üniversitesi'ndeki direnişiyle başlayıp hiç beklenmedik bir biçimde, bir hafta içinde tarihin en büyük genel grevine açılan gelişmeler gelir. O yıl dünya, 1848 devrimlerinden sonra yaşanan en büyük, en yaygın düzen karşıtı , kimi zaman devrimci kitle eylemlerine şahit oldu.
ABD'de 1960'ların ortasında, ırk ayrımcılığına karşı kitlesel bir hareket doğmuştu. ABD egemen sınıfları açısından daha da kötüsü, bu hareket 1968'de, Martin Luther King' in çabalarıyla işçi hareketiyle kesişmeye başladı. O yıl ABD'de ve Avrupa'da Vietnam Savaşı'na karşı öğrencilerin başını çektiği bir hareket hızla büyümekteydi; Fransa'da öğrenci hareketi, işçi hareketiyle kaynaşmaya başlamıştı: On milyon işçinin katıldığı genel grev yaklaşık bir ay sürdü, fabrika işgalleri yaşandı. Almanya'da, diğer Avrupa ülkelerinde, hatta Çekoslovakya'da bile öğrenciler, işçiler düzene karşı ayaklanmışlardı.
Bu "isyan dalgası" , ABD hegemonyasını, 1950 sonrasının muhafazakâr düzenini, kitlesel tüketim kültürünü, bir taraftan sosyal demokrasiyi, diğer taraftan Stalinist komünist partilerini, " reel sosyalizmin " toplumsal modelini hedef alıyordu. Çin'de kültürü , ön plana çıkaran yeni gelişmeler ilgi çekmekteydi. Artık, dünya değişecek havası, umudu vardı.
Ancak, muhafazakâr partilerden sendika bürokrasilerine, Stalinist komünist partilerine kadar, düzenin bekçileri çok güçlüydü. Devrimci dalga, tüm heyecanına, kültürel dinamizmine karşın örgütsüzdü. Olaylar giderek yatıştı, düzen yeniden kuruldu, "1968 olayı" bitti.
Kurulu toplumsal yapı içinde patlak veren her tarihsel " olayın " karşısında üç tutum şekillenir: 1- "Yapıyı" korumak için "olaya" karşı savaşan muhafazakâr tutum. 2- "Olayın" yarattığı "hakikati" , bu hakikatin ahlakını benimseyen, ona sadık kalan tutum. 3- "Olayın" etkisine kendilerini açan ama sonra, ahlakına, sadık kalamayarak "yapıya" geri dönen tutum. Birincileri, "olaydan" sonra da, onun sonuçlarına, "bıraktığı ize" karşı savaşmaya devam ederler. İkinci gruptakiler, "olayın" sonuçlarını kabul ederek bıraktığı ize sadık kalırken ahlakını evrenselleştirmek için mücadeleye devam ederler. Üçüncü gruptakiler ise ısrarla olayın izlerini silmeye, hakikatini çarpıtmaya çabalarlar.
Bir nefret nesnesi olarak '1968'
ABD'de, Avrupa'da muhafazakâr kesime sorarsanız, "1968" , "her şeyin" bozulduğu yıldır. Adenauer Vakfı'nın direktörüne göre, " 1968 isyanı toplumsal değerleri, Nazi rejiminden bile daha fazla yıpratmıştır" (Furedi, Spiked, 25/04). İngiltere'de, felsefeci Roger Scruton da 1968'in entelektüel etkisini, "İskenderiye Kitaplığı'nın yakılmasına benzetiyor" ( Prospect , Mayıs, 2008). Fransa'da Nicolas Sarkozy 'ye göre, " 1968'in, Fransız halkının anlağındaki kalıntılarının artık tümüyle likide edilmesi gerekmektedir ".
(Ama Fransız emekçilerinin başka planları var. Fransa işçi sınıfı, bu yıl, 1 Mayıs kutlamalarına, 2003'ten bu yana ilk kez tüm kanatlarıyla birlikte katılmakla kalmıyor, ortak ekonomik sorunlarının yanı sıra yasadışı göçmenlerin sorunlarını savunmayı da içeren yoğun eylem programına da başlıyor. - Liberation , 01/05)
Tüm muhafazakâr yorumcuların yüzleri, 1968'i anarken öfkeden neredeyse kıpkırmızı oluyor. Yüzleri kızaran bir kesim daha var: 1968'de yaşadıklarını unutmaya çalışan, üçüncü gruptaki eski solcu tipler. Ne kadar cahilmişiz, duygusalmışız, nahifmişiz, diye hayıflanır, her ağızlarını açtıklarında, "1968" i öğrenci romantizmi olarak karalamaya çabalar, Anthony Giddens gibi, özgürlük heveslerinin boşluğundan, hep yenilgiden, 1968'in ardından gelen baskıcı rejimlerden söz ederler. Bunları, Robert Frost 'un "gençken devrimci, yaşlanınca muhafazakâr" olmakla ilgili şiiri bile avutmaya yetmiyor, o günleri anımsadıkça "ateş basıyor..." Olayın "izleri" bir türlü silinmiyor!
Ama, 1968'i, her fırsatta anımsamak isteyen bir kesim de var. 1968'in ancak sonuna yetişebilmiş biri olarak ben de bu kesimi oluşturanlar gibi yaşamımı, 1968'i biteviye yeniden yorumlayarak, sonuçlarıyla "ilişkilenmeye" devam ederek, ahlakına sadık kalmaya, yapıya geri dönenleri anlamaya çalışarak geçiriyorum. Çünkü, 1968'in ilkeleri bir ütopya değildi, son derecede gerçekçiydi. Onlar, insanlığın Spartaküs ayaklanmasından bu yana gündemde tuttuğu, her olanakta yeniden yaşama geçirmeye çalıştığı ilkeleriydi. Zizek'in vurguladığı gibi, esas ütopya, var olan sistemin kendini sonsuza kadar yeniden üretmeye devam edeceğine inanmaktır.
Bir tarihsel 'konjonktür' olarak '1968 '
Tarihsel "konjonktür" , belli bir zaman dilimini betimler. Bu zaman dilimi içinde birçok etken birleşerek gelişmelerin yönü, fikirlerinin üretimi üzerinde belirleyici olur. "Konjonktür" , "yapının" farklı özelliklere sahip iki dönemini birbirinden ayırır. "Konjonktür" , bu dönemlerden farklı bir olaylar kümesine sahiptir.
"1968" , kapitalizmin, II. Dünya Savaşı sonrasında, Fordist sermaye birikim rejiminin "ekolojik egemenliği" altında yaşanan büyüme, siyasi "istikrar" , ABD hegemonyası dönemiyle bu rejimin, 1970'lerde başlayan yapısal krizi arasındaki geçişi oluşturuyor. Bu açıdan "1968 olayı" , "1967-74" konjonktürünü oluşturur.
Olayların gidişinin yönü, fikirlerin üretilişi üzerindeki etkisine, özellikle o sırada çok kullanılan "toplumsal olay" kavramının ışığında baktığımızda, 1968 konjonktürünün, çok daha uzun iki tarihsel dönemi de birbirinden ayırdığını görebiliriz. Kapitalizm "toplumsal sorunla" ("sık sık isyan etmeye başlayan yoksullar) ilk kez 1830'larda karşılaşır. İlk tepki sorunun çözümünü piyasa ilişkilerine bırakmaktı. 1848'de Avrupa çapında yaşanan ayaklanmalardan sonra, gündeme "sosyal reform" , devletin düzenleyici rolü, kamu hizmetleri gibi düşünceler girdi, liberal demokrasinin yanına, sosyal demokrasi (komünizm) eklendi. Artık, 1970'lere kadar, siyasetin " merkezine " sınıf ilişkilerinin sorunları oturmuştu. "1968 olayından" sonra, Şili cuntasıyla, Çin'de piyasa ekonomisine geçişle başlayan süreç, 1979/80'de neoliberal restorasyonla yeni, farklı bir dönemin varlığına işaret eder. Önceki hafta, Özal ile ilgili yazımda, şimdi bu "restorasyonun" da çözülmeye başladığını savunmuştum. Belki de "1968" bu nedenle bu kadar çok ilgi çekiyor.
Alain Badiou' nun "1968" olayına ilişkin yaklaşımı da düşündürücü ( New Left Review , Ocak/Şubat, 2008). Badiou insanlığın sınıf ilişkilerine başkaldırı geleneğine ilişkin, kapitalizm tarihi içinde iki dalga saptıyor: 1792 (Fransız Devrimi) 1871 (Paris Komünü) ve 1917-1976 . Bu iki dönemin arasında 40 yıllık bir durgunluk ve gericilik dönemi var. Badiou'ya göre şimdi "1968" olayını izleyen uzun gericilik dönemi sona eriyor olabilir; solun ilkelerini ve projelerini, sınama olanağı bulacağı yeni bir dönem başlıyor.
No comments:
Post a Comment