Yaklaşık 30 yıldır bir fanteziyi yaşıyoruz: Serbest piyasa, özelleştirme, serbestleştirme (deregülasyon) dünyasında herkes kazanır. Çünkü piyasalar kendi sorunlarını en kısa, en verimli yoldan çözer, kaynakları en uygun biçimde dağıtırlar. Devlet müdahalesi bu denklemi bozar, hepimiz kaybederiz.
Bu fantezi önceki hafta öldü. Financial Times’dan Martin Wolf’a bakılırsa, öldüğü an bile belli. Wolf’a göre “küresel serbest piyasa rüyası”, ABD Merkez Bankası’nın 80 yıllık geleneğini bozarak, Bear Sterns adlı özel finans kurumunu kurtardığı gün (18 Mart) öldü.
“Şimdi Keynes’çi olduk”
Keynes, 1930’arda, büyük buhran sırasında, piyasaların kendiliklerinden dengeye gelmeyeceğini görmüş, devletin, talebi, yatırımları güçlendirme yönünde müdahale etmesi gerektiği sonucuna ulaşmıştı. Keynes’e göre kapitalizm, istikrarı güçlendirecek politikalarla düzenlenmeli, vatandaşlar en aşırı yıkıcı etkilerinden korunmalıydı.
1980’lerde Ronald Reagan ve Margret Thatcher hükümetleri, vatandaşlarını koruma ilkesini bir kenara iterek, önceliği sermayenin taleplerine verdiler. Bu iki politikacının hükümetleri döneminde piyasaların serbestçe işleyişinin önündeki, vatandaşları koruyan, düzenlemeler kaldırılmaya başlandı. Serbest piyasanın insan doğasına en uygun ekonomik model olduğu inancı teşvik edildi, giderek yerleşti. Vatandaşlar “yaşam dünyasındaki” her etkinliğin piyasalaşması gerektiğine ikna edildiler.
Her ekonomik sarsıntıda bu inanç yinelendi, istikrarsızlıkları aşmak için daha fazla serbestleşme, özelleştirme önerildi. Bu aymazlık, ABD Merkez Bankası eski başkanı Greenspan’ın deyimiyle, “II. Dünya savaşından bu yana en yıkıcı mali kriz” olarak nitelenen sarsıntılar geçen yılın başında başlayana kadar sürdü.
Sarsıntılar ABD ev piyasalarından başlayarak, önce ABD’de sonra dünyada hızla tüm mali sisteme yayıldı. Giderek mali piyasaların sorunlarını kendiliklerinden çözemeyeceği anlaşıldı. Eğer piyasalara müdahale edilmezse, kapitalizmin bizzat kendisi tehlikeye girecekti. United Press International’ın emektar editörü Martin Walker’in deyimiyle “Kapitalizm kapitalistlere bırakılamayacak kadar önemliydi. Böylece ABD ‘establishment’i, piyasaların serbest kalma özgürlüğünün maliyetinin çok artmaya başladığı görüşüne geldiler” (UPI, 24/08). Gerçekten de bu yeni mutabakat bankacılar arasında da hızla yayılıyor. Örneğin Deutsche Bank Genel Müdürü, Joseph Ackerman “Piyasaların kendi kendini iyileştirme gücüne artık inanmıyorum” diyor. Martin Wolf’a göre “deregülasyon artık sınırlına ulaştı” (Financial Times 25/08).
Wall Street Journal “Kapitalizmi değiştiren 10 gün” başlıklı başyazısında (27/08), “geçen 10 gün, ABD yönetiminin Amerika’nın mali kapitalizmini çökmekten kurtarmak için 50 yıllık işleyiş kurallarını terk ettiği dönem olarak anılacak” diye yazıyor. Financial Times da bir yorum “Washingon tüm gücünü sergilemeye başlayan krizle mücadele etmek için süvarileri gönderiyor” başlıklı bir yazıda, Bear Sterns’in kurtarılmasının yanı sıra, ABD yönetimi, ev piyasasında çalışan devlet destekli Fanne Mae, Freddie Mac ve Federal Konut Kredileri Bankası’nı devreye sokuyordu. FED, bunların, özel sektörün borç piyasalarını felç etmiş olan ipoteğe dayalı menkulleri (MBS) satın alma yetkisini genişletiyor, bir anlamda, JP Morgan ekonomistlerinden Michael Feroli’nin deyimiyle “ev finansmanını toplumsallaştırıyordu” (27/03). ABD mali sisteminin kurtarılması sürecine, Petrol zengini ülkelerden, Asya’dan devlet fonları da katılıyor.
Böylece, krize müdahaleye piyasaya likidite basarak başlayan FED, giderek bankaların şüpheli alacaklarını devralma, faizleri düşürme, banka sektörü dışındaki finans kurumlarını kurtarma, ABD hane halkına kişi başına 600 dolarlık çek gönderme, nihayet doğrudan desteklediği, denetlediği kurumlarla batık ipotekleri devletleştirme noktasına gelmişti. Böylece FED 900 milyar dolarlık bilançosunun yarısına yakın 400 milyar dolarlık bir sorumluluk üstleniyordu, hem 1930’lardan bu yana en büyük mali krizin ortasında(Wall Street Journal, 26/03). Öyleyse, FED’in bundan sonra mali sistemi daha yakından düzenlemesi ve izlemesi kaçınılmazdı. Bu gelişmeleri değerlendiren bir Wall Street Journal başyazısı “Şimdi hepimiz Keynes’çi olduk” (18/03) diyordu.
Topun ağzındakiler
Hükümetler, Merkez Bankaları, büyük bankaların zararlarını üstlenmeye başlarken, giderek gündeme gelmeye başlayan soru şu: 1930’lardan bu yana en büyük mali krizdeysek, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere dünya ekonomisi yavaşlamaya başlıyorsa, bu krizin yükünü kimler üstlenecek?
Uluslararası İşçi Örgütünün (ILO) Cenevre’de, Dünya Bankasıyla ortak düzenlediği bir toplantıda (IPS, 19/03) sendika liderleri, mali krizinin yükünün, işsizlik, ev piyasasındaki kayıplar, giderek artan yoksulluk yoluyla, ağırlıklı olarak işçilerin üzerine yıkılacağını savundular. ILO bünyesindeki İşçiler Grubu yönetim kurulu başkanı Roy Trotman’a göre “piyasalar kendi hallerine bırakıldığında krizleri çözemiyor, neticede çalışanların yaşamlarını olumsuz etkiliyorlar”. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick ise, “Bu kez kriz farklı. Dünyada birden çok büyüme merkezi var. Gelişmekte olan ülkeler krizin etkilerini hafifletebilirler” diyerek iyimser bir tablo çizdi. Ama ya hafifletemezlerse?
Bu bağlamda bir ILO raporu, gelişmekte olan ülkelerin ihracat bağımlılıklarını azatlatarak, iç tüketimi ve iş yaratıcı yatırımları destekleyerek krizin etkilerini yumuşatabileceğini söylüyor. Rapor bu önerilerin, mali ve cari dengeleri sağlam, döviz rezervleri güçlü ülkeler için geçerli olabileceğine işaret ediyor.
Bu açıdan bakınca, Asya ülkelerindeki emekçiler açısından nispeten iyimser olunabilir. Buna karşılık, kimi Baltık Denizi ülkeleri, Balkan ülkeleri, Macaristan, Türkiye, Güney Afrika gibi, mali ve cari açıkları büyük, paraları aşırı değerli, döviz rezervleri zayıf, açıklarını da gittikçe azalan ve maliyeti artan dış kredilerle kapatmaya çalışan ülkeler için krizin zor geçeceği söylenebilir. Hele bu ülkeler Türkiye gibi kendilerini, merkez sermayenin gereksinimlerin öncelik veren IMF’nin eline bırakmışlarsa.
Bu ülkelerin emekçileri açısından koşullar kısa sürede çok ağırlaşabilir. Bu bağlamda, en güçlü senaryo, çökme noktasına hızla yaklaşan İzlanda banka sisteminde başlayacak bir krizin, bu ülkelere ilişkin risk algısını daha da kötüleştirerek, sermaye çıkışını hızlandıracağına ilişkin (Daily Telegraph, 27/03/08). Bu senaryoyu aktaran Telegraph yorumunda, yazarın, Türkiye üzerinde uzun uzadıya durarak, reyting kurumu Fitch’in Türkiye notunu ‘BB-’ye indirdiğini aktarmasıysa kaygı verici. Reuters de Cuma günü, JP Morgan’ın Türkiye menkulleri için “sat” tavsiyesinde bulunduğunu yazıyordu.
Bu ülkelerde iç talebi güçlendirecek “Keynes’çi” politikalar uygulansa bile, serbest ticaret koşullarında, meyvelerinin, güçlü çok uluslu şirketler tarafından değil de ülke içindeki üreticiler tarafından toplanması nasıl sağlanacak. Bu “Keynes'çi” talep teşvik politikalarıyla, ülke kaynaklarının, yerel düzeyde işsizliği azaltamadan, merkez ülkeleri beslemek için kullanılması olasılığı da çok güçlü. Dolayısıyla, krize karşı korunmak isteyenlerin, daha fazla vakit kaybetmeden, yazının başında aktardığım fanteziden vazgeçerek kendi özgün yollarını aramaya başlamaları gerekiyor. Yoksa yine gelişmiş ülkeler için, kırılana kadar kullanılacak, bir koltuk değneği olmaları kaçınılmaz.
No comments:
Post a Comment