Wednesday, April 23, 2008

Turgut Özal'ı Anmak...



Geçen cuma, Turgut Özal 'ın 15. ölüm yıldönümüydü. Meslek hayatlarını, servetlerini ona borçlu olanlar, kendi var oluşlarını bir kez daha savunmak için kaleme sarıldılar. Ben onların yerinde olsam, susmayı tercih ederdim. Çünkü Özal'ın ait olduğu dünya, bugünlerde küresel bir insanlık dramı yaratarak çözülüyor. Türkiye, belki de tarihinin en kritik siyasi, kültürel, ekonomik kriziyle karşı karşıya kaldığı bu noktaya, onun açtığı yoldan geçerek geldi.

Bir semptom olarak Özal
Turgut Özal'ı bize yeniden anımsatanlar, onun vizyon sahibi, devrimci, özgürlükçü Kemal Atatürk 'ten sonra en önemli siyasetçi ve esas olarak iyi bir insan olduğunu söylüyorlar. "Ben zengini severim" sözleriyle demokrasinin en temel ilkesine ters düşen birisinin bu özelliklere sahip olduğuna inanmak çok zor olsa da, Özal'ı "iyi insan" olarak anımsamak isteyenlere bu hakkı tanımak durumundayız.

Ancak, Özal'ın ortaya çıkışına, "reformlarına" bakınca, onun hiçbir "otantik" yanı olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Birincisi Özal'ın gündeme getirdiği program ( "yapısal uyum", piyasa reformları) ona değil, Dünya Bankası- IMF ikilisine aitti. Bu iki kurumun o zaman üstlendiği işleviyse, Reagan - Thatcher önderliğinde başlayan neo-liberal "restorasyon" felaketi bağlamında kolaylıkla açıklayabiliriz.

Bu felaketin arkasındaysa son derecede saçma, ama büyük sermayenin emeğe yönelik saldırısı açısından işlevsel iki kanaat vardı. Birincisi, kapitalizmin en eski, en ilkel iktisatçılarından Say 'ın, tarihin çöplüğünden eşinilerek çıkarılan, "her arz talebini bulur" , "piyasalar kendiliklerinden dengelenir" savı. İkincisi de 1970'lerin şaibeli iktisatçılarından Arthur Laffer' in uydurduğu, "zenginlerin vergi yükünü ne kadar azaltırsanız ekonomi o kadar hızlı büyür, enflasyon o hızla düşer" olarak özetlenebilecek "arz yanlı" ekonomi palavrası.

Özal "otantik" bir birey değil, küresel bir programın Türkiye'deki uygulayıcısı, ülkenin ABD ve AB sermayelerinin kriz yönetim programına uydurulması sürecinin ürünü ve aracıydı. Bu anlamda Özal'ın bir "özne" olduğu bile tartışılır. Dahası, "özneyi" , "otantik" bireyi yok eden medya imajlarıyla gözü kamaşmış, narsisist bireyciliği, "hedonist tüketiciliği" körükleyen kültürü, ülkeye Özal dönemi getirdi.

Özal'ın, bu bir araç , uygulayıcı olma işlevini, toplumda muhalefetin, bir askeri diktatörlük tarafından susturulduğu koşullarda "başardığını" unutarak onu, "devletle sorunlu", demokrat biri olarak sunmaya kalkmak, eğer bir fantezi değilse tam anlamıyla bir sahtekârlıktır . Gerçekte Özal, bu özellikleriyle 1980'lerde başlayan, üstelik de Türkiye'ye özgün olmayan bir "restorasyon" sürecinin ürünü, daha doğrusu, "semptomu" dur.

Restorasyon ve çözülme
Bugün adeta bir toplumsal gelişmeymiş gibi sunulan "restorasyon" , insanın kaderini, piyasanın "gizli eline" , adeta denetleyemediği metafizik güçlere bırakmayı amaçlıyordu. İnsanın "yaşam dünyasını", eşitlik, özgürlük, kardeşlik prensipleri etrafında iyileştirebileceğine, tarihin akışını değiştirecek başlangıçlar tasarlayabileceğine ilişkin "Aydınlanma" geleneğine düşmandı. "Restorasyon" zenginlerin iktidarının doğal yasalara uygun, eşitsizliğin de gerekli olduğuna inanıyordu.

Böylece, "refah devleti" anlayışı terk edildi, emekçilerin ekonomik, siyasi kazanımlarına yönelik bir saldırı başladı. Gelişmekte olan ülkelerde de ulusal kalkınma politikaları terk edildi, emperyalist liberalizmin egemenliği kuruldu. Merkez sermayenin, çevre ülkelerde, sömürge sistemi yıkılırken kaybettiği egemenliği, borç kriziyle oluşan konjonktürde, IMF-Dünya Bankası programlarının, Özal tipi politikacıların eliyle "restore" edildi.

"Restorasyon" , bu yeni düzende "herkesin kazanacağını" iddia etti. Gerçekteyse, geçen hafta ortaya dökülen verilerin de gösterdiği gibi, gelir dağılımındaki bozulma müstehcen bir düzeye ulaşacaktı. Dünya ekonomisini, sermayeye tümüyle açık küresel bir "avlanma alanına" dönüştürme çabaları, neo-liberalizm, insanlığı ülkelerin, bölgelerin, kentlerin içinde ve arasında, ekonomik, etnik, dinsel, ulusal temellerde, sınırlarla, duvarlarla, dikenli tellerle, askerle, polisle, bekçi köpekleriyle bölmeyi hızlandırdı. 1989'da "restorasyon", tarihin sonuna geldiğimizi iddia etti. Ama aradan on yıl bile geçmeden, "tarihin sonunun" bir fantezi olduğu ortaya çıktı.

Neo-liberal ütopya, 1997'de Asya kriziyle sarsıldı. Patlayan borsa köpükleri 2001 başında, kapitalizmin krizinin gerçeğini, aşırı üretim/yetersiz talep sorununun aşılamadığını, bir kez daha gösterdi; 1929 buhranının hayaleti dünya piyasalarında dolaşmaya başladı. Restorasyona karşı toplumsal tepkiler de güçlenerek 1999-2001 arasında dünyanın gündemine oturdu. Kitleler dünyanın başkentlerinde sokaklardaydı.

Küreselleşmenin böldüğü insanlık da etnik, ulusal, dini çelişkilerle birbirine girmeye, ABD'yi ve Avrupa'yı ekonomik ve güvenlik açısından tehdit etmeye başlamıştı. Türkiye'de de Özal "reformlarının" bölüşüm ilişkilerinde yarattığı travma ve tahribat, tarımda yarattığı yıkım, 1990'larda ürünlerini etnik çatışma , siyasal İslamın yükselişi , günlük yaşamı kaosa çeviren hızlı kentleşme gibi olgularıyla vermeye başlamıştı.

Çözülmeye başlayan "restorasyonu", ekonomik düzlemde 2001 resesyonu sırasında başlayan, büyük bir mali genişlemeyle, siyasi düzlemde de ABD'nin, 11 Eylül saldırısının yarattığı şoktan yararlanarak enerji kaynaklarını ele geçirerek, askeri gücünün rakipsizliğini kanıtlayarak, yarı resmi bir imparatorluk oluşturarak kurtarma çabaları, bizi bu günkü konjonktüre getirdi.

'Konjonktür'
Şimdi, bu "restorasyonu" kurtarma çabalarının yarattığı "konjonktürde", Özal'ı üreten dünyanın en temel varsayımı olan "serbest piyasa" tezi, gözlerimizin önünde insanlık açısından büyük bir felaketler zinciri yaratarak çöküyor. Bu felaketlerin sorumlularından biri de Özal'dır.

Serbest piyasaya güven önce enerji piyasalarında sona erdi; "serbest piyasa" yerini hızla askeri, jeopolitik rekabete bırakıyor. Dünya Ticaret Örgütü süreci tıkandı, ikili anlaşmalar artmaya, korumacılık eğilimleri "ekonomik ulusalcılık" güçlenmeye başladı. Mali piyasalarda derinleşen kriz, milyonlarca insanı, tasarruflarını, evlerini, işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Şimdi de IMF ve Dünya Bankası'nın serbest piyasa reformlarının, gelişmekte olan ülkelerde yerel koşullara uyumlu tarım yapılarını, ihracata yönelik kalkınma fantezileriyle imha etmiş olduğu ortaya çıkıyor. İhracat gelirleri ise dış borç servisine, yerel seçkinlerin lüks tüketimlerinin finansmanına yönlendirilerek talan edilmişti.

Şimdi gıda fiyatlarındaki, hızla küresel bir açlık tehlikesine yol açan artışların arkasındaki etkenlerden biri de, son 25 yılda kredi köpüğünün de desteğiyle baş döndürücü bir hıza ulaşan tüketim hummasıydı. Bir taraftan bu tüketime paralel hızlanan karbondioksit üretimi iklim değişikliği sürecini hızlandırıyor, kuraklık olaylarını arttırıyordu. Diğer taraftan, Çin ve Hindistan'da hızlanan metalaşma ve kentleşme et, süt gibi gıdalara yönelik talebi arttırarak tahıl fiyatları, su stokları üzerinde tarihte görülmemiş ölçüde baskı yaratıyordu.

Enerji fiyatlarındaki artış, mali krizde, spekülatörlerin maniplasyonları, bu baskıyı daha da ağırlaştırdı. Kimi önemli tahıl ihracatçısı ülkelerde devletlerin, siyasal istikrarı koruyabilmek için, ihracat kısıtlamalarına gitmeye başlamaları da piyasa sisteminin iflasının bir başka göstergesiydi.
Özal'ın da parçası olduğu bir "restorasyon" insanlığa pahalıya patladı, büyük acılara mal oldu

Wednesday, April 16, 2008

'Başlangıcın Sonu'

(Cumhuriyet 14.04.2008)


Mali sarsıntıların merkez bankalarınca denetim altına alınacağına, küresel bir resesyonun gündeme gelmeyeceğine ilişkin rüyalara dalmış olanların geçen hafta uyanmış olmaları gerekiyordu.

Çok yoğun bir hafta oldu

Hafta, hem ekonomik gelişmeler hem de bu gelişmelere ilişkin tartışmalar açısından çok yoğun geçti. Bu tartışmalarda, 1929 bunalımı anımsatılıyor, küreselleşme öncesinin Keynesyen modellerine eğilimli yaklaşımlar dikkat çekiyordu.

Hafta içinde, ABD'de perakende satışlarındaki düşüşlere, borçlarını zamanında ödeyemeyenlerin arttığına ilişkin veriler, dolardaki gerilemeye rağmen, ABD cari açığındaki ani sıçrama (Bloomberg , 10/04) krizin sürmekte olduğunu anımsatırken; şirket bilançoları, sezonu, sanayi devlerinden General Electric'in, UPS ve FedEx gibi kargo şirketlerinin gelirlerindeki büyük düşüşlerin yarattığı şokla açıldı. Financial Times, Wall Street Journal gibi gazetelere göre, GE'nin gelirlerindeki, sağlık hizmetleri ve elektrikli aletler bölümlerini de kapsayan gerilemeler, krizin derinleştiğini gösteriyordu.

Nitekim hafta ortasında yayımlanan IMF raporu, dünya ekonomisine ilişkin büyüme beklentisini yüzde 3.7 gibi resesyona çok yakın (resesyon sınırı yüzde 3) bir düzeye çekiyor, bu yıl ABD'nin resesyon yaşayacağını, toparlanmanın gelecek yıldan önce gelmeyeceğini söylüyor, krizin giderek derinleşmekte, yayılmakta olduğuna işaret ediyordu.

Wall Street Journal 'ın ekonomistler arasında yaptığı bir anket, krizin henüz dibine ulaşılmadığına ilişkin genel bir kanıyı yansıtırken, The Economist, "ABD'de resesyonun hafif ve kısa süreli olacağına ilişkin iddialara inanmak için hiçbir neden yok" diye yazıyordu. Borsalar da haftayı ABD'de yüzde 2'nin üzerine, Avrupa'da yüzde 1.5 civarında gerilemelerle kapattılar.

Finansal yatırım ve sigorta sektörünün devlerinden Standard Life'ın Global Strateji bölümü başkanı Andrew Milligan 'a göre artık "krizin başlangıç aşaması bitiyordu" , Morgan Stanley başekonomisti Berner de " Şimdi mali krizin ekonomik sonuçlarını yaşamaya başlayacağız " diyordu.

Bu koşullarda tartışmaların da giderek serbest piyasa sistemine yönelik eleştiriler , düzenleme ve şeffaflık getirici yeni önlemler, yoksulluk ve küreselleşme karşı tepkilerdeki artışlar bağlamında artan siyasi riskler üzerinde odaklandığı görülüyor.

Düzenleme ve şeffaflık

ABD finans çevrelerinin ağır toplarından, eski FED başkanı, 1978'de neoliberal modelin fiilen başlatıcısı Volcker , Economic Clup'da yaptığı konuşmada, " Mali mimarlar, belirgin bir biçimde kırılgan ve bir tarafta birileri için büyük servetler yaratırken diğer taraftan aynı hızla tüm mali sistemin domino taşları gibi yıkılma tehlikesini gündeme getiren bir sistem inşa ettiler " diyor, düzenlemenin ve şeffaflığın önemini vurguluyordu ( New York Times ,11/04). Volcker'e göre, ABD'de " tüketimin başını çektiği bir ekonomik bir modelden, ihracatın çektiği bir ekonomiye geçiş başlamıştı" . ( McClatchey Newspapers ,09/04). Yatırım Bankası UBS'nin ekonomik danışmanlarından George Magnus da Financial Times 'taki yorumunda, J.K. Galbraight' in 1929 krizine ilişkin kitabını okumayı öneriyor. Küreselleşme teorisinin önde gelen isimlerinden Prof. Ulrich Beck , The Guardian 'da " serbet piyasa ekonomisi komedisinin, devlete ne kadar gereksinim olduğunu bir kez daha gösterdiğini" vurguluyor, piyasalar serbestleştikçe 1929 tarzı kriz riskinin daha çok arttığına işaret ediyordu. Ancak Volcker'in sözlerini aktaran New York Times'ın ekonomi yorumcusu Floyd Norris 'e göre, ortada hâlâ ne yapılacağına ilişkin belirgin, sistemli bir yaklaşım yoktu.

Bu noktada insanın aklına Keynes 'in 1930'larda, ekonomi yöneticilerinin ve mali piyasaların kaptanlarının hâlâ bir önceki, şimdi kapanmaya başlayan dönemin düşüncelerinin etkisi altında olduklarına ilişkin dile getirdiği kaygılar geliyor. Örneğin dünya bankalarının sözcüsü Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), krize ilişkin tepkisini ilk kez belirtirken, sorunları kabul ediyor ama yeni düzenleme ve şeffaflık eğilimlerine şiddetle karşı çıkıyordu. Financial Times'ta bir blog yöneten Prof. Willem Buiter' in (London School of Economics, eski EBRD başekonomisti) sözleriyle, adeta " Biliyoruz çuvalladık, ama dersimizi aldık; valla bir daha yapmayacağız. Bizi düzenlemeye, işimize karışmaya gerek yok" diyorlardı. Prof. Buiter'e göreyse, sistemin kendi kendini düzenlemesi hiç düzenleme olmayacak anlamına geliyordu, artık bu risk alınamazdı. (10/04)

Açlık ve yoksulluk

Geçen hafta tartışmalar, aniden ABD ve genelde İngilizce konuşan ülkelerdeki (neoliberalizmin öncüleri) gelir dağılımı, dünyada açlık, yoksulluk, küreselleşmeye karşı tepkiler üzerinde de yoğunlaşmaya başladı. Sanırım tartışmalar, Nesweek 'in çarşamba yazımda aktardığım, "yeni süper sınıf" la ilgili araştırmasıyla başladı. Financial Times' ta hafta boyunca, Gideon Rachman, John Plender, Daniel Pimlott bu konulara ilişkin tartışmaları aktardılar. Rachman, küreselleşmenin siyasi bir yapıntı olduğunu, siyasetin getirdiğini siyasetin götürebileceğini anımsattı. Yoksulların bu süreçten zararlı çıktığına ilişkin bir algının, gıda fiyatlarındaki artışlarla daha da güçlendiğine, "küreselleşen ülkelerde seçkinler için büyük tehdit olan açlığın geri gelmekte olduğuna" dikkat çekti.

Plender, ABD gelir dağılımı verilerini ayrıntılı bir biçimde analiz ederken, 1979-2005 arasında, en yoksulların gelirinin yıllık ortalama yüzde 1.3, orta sınıfın da yüzde 1 artarken, en zengin yüzde 1'lik kesimin gelirinin yüzde 228 arttığına, "2002-2006 döneminde bu plütokratik grubun toplam gelir artışından aldığı payın yüzde 75'e ulaştığına" dikkat çekiyordu. Plender'in aktardığına göre, dünyanın en büyük bono fonu Pimco'nun genel müdürü Bill Gross "Toplumun emeğinin gelirleri kötü dağıtılmaya başlanırsa, sistem sonunda bozulur" diyordu. Gross sonra da, William Butler Yeats' in 1919 tarihli "İkinci Geliş" başlıklı, dönemin "Zeitgeist" ini yakalamasıyla ünlü şiirine göndermeyle, "O zaman merkez çöker" diyordu. Plender, dünyanın en zengin adamı Buffet'in benzer yakınmalarını da aktarıyordu; gelir dağılımındaki bozulmalara tepkiler salt İngilizce konuşan ülkelerle sınırlı değildi, Japonya'da, Fransa'da da yabancı sermayenin götürdüklerine karşı tepkiler vardı. Daniel Pimlott ise ABD'deki yoksullaşmadaki artışları aktardığı yazısında, 40 yıl önceki kent ayaklanmalarını anımsıyordu. Büyük Muhafazakârlar (2005) kitabının yazarı Martin Hutchinson da, Prudent Bear sitesinde yayımlanan bir yorumunda, Friedman 'ın, "Dünya Düzleşiyor" (-küreselleşme-E.Y.) kitabına atıfla, gittikçe artan korumacılık eğilimlerine, " dünyada yeniden engellerin belirmeye başladığını" vurguluyordu. İşçilerin, sendikaların artık hükümetlerden kendilerini korumalarını istediklerine dikkat çekiyordu.

Yoksulluk, gelir dağılımında bozulma, bunlara karşı siyasi tepkilere ilişkin tartışmalar, akla Prof. Jeffery Willamson' un, "Küreselleşmenin 200 yılı" başlıklı benim de beş yıl önce aktardığım çalışmasını getiriyor. Williamson, geçmişte, tam da bu nedenlere küreselleşmenin çöktüğünü göstermişti.

Volcker " ABD'de tüketimden, ihracata dayalı yeni bir modele geçiliyor" diyor. Geçen yıl emekliliği bırakarak, yatırımcılığa geri dönüp, yaptığı son dakika müdahalelerle Quantum fonunu yüzde 37 kâra geçiren George Soros " Reagan döneminden bu yana oluşan bir köpüğün delinmesine şahit oluyoruz" diyor. Bu saptama aslında, tam da bu 25 yıllık dönemin, küreselleşmenin sona erdiğini söylemiyor mu?

Friday, April 11, 2008

Rusya'nın Gölgesinde NATO

(Cumhuriyet 07.04.2008)

Bükreş'te yapılan NATO zirvesi, tek kutuplu dünya "anının", artık geride kalmış olduğunu bir kez daha sergiledi. ABD hâlâ, Clinton 'ın Dışişleri Bakanı Albright' ın deyişiyle "Vazgeçilemez ülkeydi" ama artık yalnız değildi.

ABD Başkanı Bush , konuşmasında, NATO liderleri arasında, zirve öncesinde oluşan anlayışı bir kenara iterek "Ukrayna ve Gürcistan'ın" NATO'ya üye yapılması isteğini tekrarladı. "Bu benim katılacağım son NATO zirvesi" diyerek adeta, "Tarih önünde beni yalnız bırakmayın, istediğimi verin" diyordu. ABD'nin Avrupa'daki en önemli dış politika örgütlerinden Alman Marshall Fund' un başkanı Ronald Asmus' a göre bu "Rusya'ya güçlü bir sinyal verecekti... Aksi, Rusya'ya bu ülkeler yeşil ışık yakmak..." (International Herald Tribune, 02/03), "Taviz vermek olacaktı" (AFP, 03/03). Ancak NATO'nun önde gelen üyeleri, "Kusura bakmayın, Rusya ile ilişkilerimizi bozamayız" dediler.

Böylece NATO zirvesi, ABD'nin NATO üzerindeki egemenliğinin kırılmış olduğunu, Rusya'nın gücünün ise "Batı ittifakı" üzerinde yadsınamaz ölçüde etki yapacak bir düzeye ulaştığını gösteriyordu.

Yeni 'vazgeçilemez ülke'
NATO zirvesinin gündemini öncelikle Afganistan sorunu oluşturacaktı. Ondan sonra, genişleme, füze kalkanı, Fransa'nın NATO'nun askeri merkezine geri dönmesi gibi sorunlar ele alınacaktı. Bir de, NATO'nun hâlâ bir türlü açıklığa kavuşturulamayan yeni kimliği (görevi) sorunun açıklığa kavuşturulması yönünde adım atılması bekleniyordu. Ancak hemen tüm yorumculara göre Rusya ile ilişkiler, zirveye damgasını vurdu, zirve sonrası değerlendirmelerin optiğini oluşturdu.

Afganistan konusunda, Rusya NATO'ya topraklarında geçiş izni verdi; ancak Rusya hava sahasını açmadı. Ayrıca, geçecek malzemelerin askeri nitelikte olmaması gerekiyordu. Bu bir uzlaşmaydı ama aynı zamanda, Putin' in 4 Nisan'daki basın konferansında vurguladığı gibi, "dünyanın en büyük nükleer güçlerinden biri olan Rusya olmaksızın hiçbir şey yapılamayacağını" (IPS. 04/03) gösteriyordu. Diğer bir deyişle, Rusyada artık "vazgeçilemez bir ülkeydi."

Gerçekten de Rusya'nın bu yeni, en azından Avrupa'nın lider ülkeleri açısından "vazgeçilemez ülke" statüsü zirvede başka alanlarda da özellikle Ukrayna ve Gürcistan'ın NATO üyelikleri gündeme geldiğinde kendini hissettirdi.

Almanya, bu iki ülkeye bu zirvede üyelik verilmesine kesinlikle karşıydı. Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier' e göre bu "akıllı bir hareket olmayacak, Moskova ile ilişkileri daha da zorlaştıracaktı." Fransa, Almanya ile aynı frekanstaydı. Başbakan François Villon , "Avrupa ile Rusya arasındaki güçler dengesini bozacağını" düşünüyordu (Baran, Z, 02/03/08, Hudson Inst.). İngiltere, kararın geçmeyeceğini anlayınca, Fransa ve Almanya ile aynı safta kalmaya karar verdi.

Füze kalkanı projesine gelince, NATO ülkeleri, bu projeyi benimsediklerini açıkladılar. Ancak Rusya'nın itirazlarını göz önüne alarak, bu ülkeye iki önemli güvence verildi. Birincisi, füzeler silolara, İran'ın balistik füze üretme kapasitesi kesinleşmeden konmayacak. İkincisi radar sabit bir beton zemine konarak Rusya'ya doğru dönmesi engellenecek, Rus uzmanlar gerektiğinde bu sistemleri denetleme olanağına sahip olacak. Böylece, füze kalkanının kullanılmasında da Rusya önemli tavizler elde etmesinin yanı sıra, İran'ın balistik füze kapasitesinin saptanması, sistemlerin denetlenmesinin koşulları gibi iki belirsiz alan yaratılmış oluyordu.

NATO'yu, "Avrupa'yı ABD nüfuz alanına bağlayan bir platform" (James Kurth, The Next NATO... The National Interest, 9/1/2001) olarak gören ABD açısından, Fransa'nın askeri kanada geri dönmesi önemli bir "kazanımdı." Ama bu kazanım bile beraberinde, ABD hegemonyasını potansiyel olarak tehdit eden gelişmeleri içeriyordu. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy, ülkesinin NATO'nun askeri merkezine geri dönmesine karşılık, AB'nin NATO'dan ayrı olarak kendi güvenlik örgütünü oluşturmasına yönelik ABD itirazını kaldırmayı başarmıştı. Böylece NATO'nun askeri merkezine yeni bir güç girer ve ABD'nin etkisini sulandırırken aynı zamanda AB kendi askeri gücünü oluşturma konusunda bir adım daha atmış oluyordu.

Nihayet, Bükreş zirvesinin NATO'nun kimlik sorununu açıklığa kavuşturma yolunda önemli bir adım attığını söylemek de zor. Hemen tüm yorumcular, Kosova savaşı sırasında oluşan "yeni konseptin" yetersiz, bulanık olduğunda anlaşıyorlar. NATO bir ABD-Avrupa ittifakı olmanın çok ötesine geçti ve küreselleşmeye başladı ama hâlâ NATO genel sekreteri, Jaap Hoop Scheffer' e göre "ittifakın Taliban'a ve dünyada teröre karşı mücadele etmek için yeni bir konsepte gereksinimi var." Ne ki Der Spiegel'in aktardığına göre, "bu konu Bükreş'te gündeme bile gelmedi."

Özetle, zirvenin Rusya'nın gölgesi altında yapıldığında hemen herkes anlaşıyordu. Ama NATO zirvesinin bilançosunu çıkarmaya sıra gelince, ortaya çok farklı bir görüntü çıkıyordu.

Zor bilanço
Zirvenin kesin bir bilançosunu çıkarmanın zorluğu, esasen, uluslararası alanda, oluşmaya başlayan yeni güçler dengesinin karmaşıklığından, belirsizliğinden kaynaklanıyor. Bu bağlamda, NATO zirvesinin önemli odağı olan ülkelerdeki önde gelen gazetelerin değerlendirmelerindeki vurgulara bakmak öğretici olabilir.

İngiltere'de Financial Times, NATO'nun saflarını sıklaştırdığını vurgulamaya çalışırken Almanya'da Der Spiegel' in yorumunun başlığı, "Transatlantik-kimlik krizi", alt başlığıysa "NATO derin ayrılıkları aşmayı başaramadı" idi. Spiegel, "eski-yeni Avrupa" ayrımını, "Rusya'nın taleplerini göz önüne almanın önemini, en önemli sorunların çözümünün geleceğe bırakıldığını" vurguluyor. Washington Post ve New York Times pazar günü, esas olarak ABD'nin genişlemeden yana isteğini vurguladılar, Putin'in kaygılarına yer verdiler.

Le Monde da soruna önce Fransa'nın ulusal çıkarları, ikinci olarak AB açısından bakıyor; Sarkozy' nin NATO'ya dönme kararını, karşılığında aldığı tavizler bağlamında yorumluyor, Bush'un AB savunma gücü konseptini kabul etmiş olmasının altını çiziyordu.

Zirvenin Rusya'nın yükselen güç statüsünün, Türkiye'yi de içine alan bölgede, artık Rusya'sız hemen hiçbir şey yapılamayacağı gerçeğinin altını çizdiği söylenebilir.

Rusya'nın özellikle AB açısından "vazgeçilmez ülke" olmasının arkasında sanırım iki neden var. Birincisi, ABD basınının kaygıyla işaret ettiği gibi, Rusya, artık "AB ekonomisinde önemli bir oyuncudur": Rusya, AB'nin gaz ve petrolünün yüzde 25'ini sağlıyor, dünya ekonomisi daralırken büyük mali kaynaklara sahip bir pazar sunuyor. George Town Üniversitesi'nden Prof. Wallemder' in deyişiyle "AB iş çevreleri Rusya'ya büyük ilgi gösteriyorlar. Dış politikada bu ilgi son derecede önemlidir" (Washington Post 05/03). İkincisi, Hindistan'ın eski Türkiye elçisi (1998-2001), Asia Times yazarlarından Bhadrakumar' ın 29 Mart yorumunda ayrıntılarıyla vurguladığı gibi Rusya, İslam dünyasında, ABD'nin aksine, hemen her konuda "doğru" tarafta yer alarak diplomatik destek, dengeleyici öğe , silah tedarikçisi, Şii-Sünni ayrımını aşan, bu anlamda birleştirici bir basınç olarak etkisini hızla arttırıyor.

Wednesday, April 02, 2008

Bir fantezinin ölümü

Yaklaşık 30 yıldır bir fanteziyi yaşıyoruz: Serbest piyasa, özelleştirme, serbestleştirme (deregülasyon) dünyasında herkes kazanır. Çünkü piyasalar kendi sorunlarını en kısa, en verimli yoldan çözer, kaynakları en uygun biçimde dağıtırlar. Devlet müdahalesi bu denklemi bozar, hepimiz kaybederiz.

Bu fantezi önceki hafta öldü. Financial Times’dan Martin Wolf’a bakılırsa, öldüğü an bile belli. Wolf’a göre “küresel serbest piyasa rüyası”, ABD Merkez Bankası’nın 80 yıllık geleneğini bozarak, Bear Sterns adlı özel finans kurumunu kurtardığı gün (18 Mart) öldü.

“Şimdi Keynes’çi olduk”
Keynes, 1930’arda, büyük buhran sırasında, piyasaların kendiliklerinden dengeye gelmeyeceğini görmüş, devletin, talebi, yatırımları güçlendirme yönünde müdahale etmesi gerektiği sonucuna ulaşmıştı. Keynes’e göre kapitalizm, istikrarı güçlendirecek politikalarla düzenlenmeli, vatandaşlar en aşırı yıkıcı etkilerinden korunmalıydı.

1980’lerde Ronald Reagan ve Margret Thatcher hükümetleri, vatandaşlarını koruma ilkesini bir kenara iterek, önceliği sermayenin taleplerine verdiler. Bu iki politikacının hükümetleri döneminde piyasaların serbestçe işleyişinin önündeki, vatandaşları koruyan, düzenlemeler kaldırılmaya başlandı. Serbest piyasanın insan doğasına en uygun ekonomik model olduğu inancı teşvik edildi, giderek yerleşti. Vatandaşlar “yaşam dünyasındaki” her etkinliğin piyasalaşması gerektiğine ikna edildiler.

Her ekonomik sarsıntıda bu inanç yinelendi, istikrarsızlıkları aşmak için daha fazla serbestleşme, özelleştirme önerildi. Bu aymazlık, ABD Merkez Bankası eski başkanı Greenspan’ın deyimiyle, “II. Dünya savaşından bu yana en yıkıcı mali kriz” olarak nitelenen sarsıntılar geçen yılın başında başlayana kadar sürdü.

Sarsıntılar ABD ev piyasalarından başlayarak, önce ABD’de sonra dünyada hızla tüm mali sisteme yayıldı. Giderek mali piyasaların sorunlarını kendiliklerinden çözemeyeceği anlaşıldı. Eğer piyasalara müdahale edilmezse, kapitalizmin bizzat kendisi tehlikeye girecekti. United Press International’ın emektar editörü Martin Walker’in deyimiyle “Kapitalizm kapitalistlere bırakılamayacak kadar önemliydi. Böylece ABD ‘establishment’i, piyasaların serbest kalma özgürlüğünün maliyetinin çok artmaya başladığı görüşüne geldiler” (UPI, 24/08). Gerçekten de bu yeni mutabakat bankacılar arasında da hızla yayılıyor. Örneğin Deutsche Bank Genel Müdürü, Joseph Ackerman “Piyasaların kendi kendini iyileştirme gücüne artık inanmıyorum” diyor. Martin Wolf’a göre “deregülasyon artık sınırlına ulaştı” (Financial Times 25/08).

Wall Street Journal “Kapitalizmi değiştiren 10 gün” başlıklı başyazısında (27/08), “geçen 10 gün, ABD yönetiminin Amerika’nın mali kapitalizmini çökmekten kurtarmak için 50 yıllık işleyiş kurallarını terk ettiği dönem olarak anılacak” diye yazıyor. Financial Times da bir yorum “Washingon tüm gücünü sergilemeye başlayan krizle mücadele etmek için süvarileri gönderiyor” başlıklı bir yazıda, Bear Sterns’in kurtarılmasının yanı sıra, ABD yönetimi, ev piyasasında çalışan devlet destekli Fanne Mae, Freddie Mac ve Federal Konut Kredileri Bankası’nı devreye sokuyordu. FED, bunların, özel sektörün borç piyasalarını felç etmiş olan ipoteğe dayalı menkulleri (MBS) satın alma yetkisini genişletiyor, bir anlamda, JP Morgan ekonomistlerinden Michael Feroli’nin deyimiyle “ev finansmanını toplumsallaştırıyordu” (27/03). ABD mali sisteminin kurtarılması sürecine, Petrol zengini ülkelerden, Asya’dan devlet fonları da katılıyor.

Böylece, krize müdahaleye piyasaya likidite basarak başlayan FED, giderek bankaların şüpheli alacaklarını devralma, faizleri düşürme, banka sektörü dışındaki finans kurumlarını kurtarma, ABD hane halkına kişi başına 600 dolarlık çek gönderme, nihayet doğrudan desteklediği, denetlediği kurumlarla batık ipotekleri devletleştirme noktasına gelmişti. Böylece FED 900 milyar dolarlık bilançosunun yarısına yakın 400 milyar dolarlık bir sorumluluk üstleniyordu, hem 1930’lardan bu yana en büyük mali krizin ortasında(Wall Street Journal, 26/03). Öyleyse, FED’in bundan sonra mali sistemi daha yakından düzenlemesi ve izlemesi kaçınılmazdı. Bu gelişmeleri değerlendiren bir Wall Street Journal başyazısı “Şimdi hepimiz Keynes’çi olduk” (18/03) diyordu.

Topun ağzındakiler
Hükümetler, Merkez Bankaları, büyük bankaların zararlarını üstlenmeye başlarken, giderek gündeme gelmeye başlayan soru şu: 1930’lardan bu yana en büyük mali krizdeysek, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere dünya ekonomisi yavaşlamaya başlıyorsa, bu krizin yükünü kimler üstlenecek?

Uluslararası İşçi Örgütünün (ILO) Cenevre’de, Dünya Bankasıyla ortak düzenlediği bir toplantıda (IPS, 19/03) sendika liderleri, mali krizinin yükünün, işsizlik, ev piyasasındaki kayıplar, giderek artan yoksulluk yoluyla, ağırlıklı olarak işçilerin üzerine yıkılacağını savundular. ILO bünyesindeki İşçiler Grubu yönetim kurulu başkanı Roy Trotman’a göre “piyasalar kendi hallerine bırakıldığında krizleri çözemiyor, neticede çalışanların yaşamlarını olumsuz etkiliyorlar”. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick ise, “Bu kez kriz farklı. Dünyada birden çok büyüme merkezi var. Gelişmekte olan ülkeler krizin etkilerini hafifletebilirler” diyerek iyimser bir tablo çizdi. Ama ya hafifletemezlerse?

Bu bağlamda bir ILO raporu, gelişmekte olan ülkelerin ihracat bağımlılıklarını azatlatarak, iç tüketimi ve iş yaratıcı yatırımları destekleyerek krizin etkilerini yumuşatabileceğini söylüyor. Rapor bu önerilerin, mali ve cari dengeleri sağlam, döviz rezervleri güçlü ülkeler için geçerli olabileceğine işaret ediyor.

Bu açıdan bakınca, Asya ülkelerindeki emekçiler açısından nispeten iyimser olunabilir. Buna karşılık, kimi Baltık Denizi ülkeleri, Balkan ülkeleri, Macaristan, Türkiye, Güney Afrika gibi, mali ve cari açıkları büyük, paraları aşırı değerli, döviz rezervleri zayıf, açıklarını da gittikçe azalan ve maliyeti artan dış kredilerle kapatmaya çalışan ülkeler için krizin zor geçeceği söylenebilir. Hele bu ülkeler Türkiye gibi kendilerini, merkez sermayenin gereksinimlerin öncelik veren IMF’nin eline bırakmışlarsa.

Bu ülkelerin emekçileri açısından koşullar kısa sürede çok ağırlaşabilir. Bu bağlamda, en güçlü senaryo, çökme noktasına hızla yaklaşan İzlanda banka sisteminde başlayacak bir krizin, bu ülkelere ilişkin risk algısını daha da kötüleştirerek, sermaye çıkışını hızlandıracağına ilişkin (Daily Telegraph, 27/03/08). Bu senaryoyu aktaran Telegraph yorumunda, yazarın, Türkiye üzerinde uzun uzadıya durarak, reyting kurumu Fitch’in Türkiye notunu ‘BB-’ye indirdiğini aktarmasıysa kaygı verici. Reuters de Cuma günü, JP Morgan’ın Türkiye menkulleri için “sat” tavsiyesinde bulunduğunu yazıyordu.

Bu ülkelerde iç talebi güçlendirecek “Keynes’çi” politikalar uygulansa bile, serbest ticaret koşullarında, meyvelerinin, güçlü çok uluslu şirketler tarafından değil de ülke içindeki üreticiler tarafından toplanması nasıl sağlanacak. Bu “Keynes'çi” talep teşvik politikalarıyla, ülke kaynaklarının, yerel düzeyde işsizliği azaltamadan, merkez ülkeleri beslemek için kullanılması olasılığı da çok güçlü. Dolayısıyla, krize karşı korunmak isteyenlerin, daha fazla vakit kaybetmeden, yazının başında aktardığım fanteziden vazgeçerek kendi özgün yollarını aramaya başlamaları gerekiyor. Yoksa yine gelişmiş ülkeler için, kırılana kadar kullanılacak, bir koltuk değneği olmaları kaçınılmaz.