(Cumhuriyet 03.03.2008)
Türk Silahlı Kuvvetleri, 21 Şubat'ta Kuzey Irak'a girerken dünyada, Türkiye'de bir sürü soruya yol açmıştı. Sorular yeterli cevaplar bulamadan TSK, 29 Şubat'ta aniden Irak'tan çıkmaya başladığını açıkladı. Türkiye ve ABD yönetimlerine yakın yorumcular, Kuzey Irak operasyonunun ABD'nin onayı ve desteğiyle yapıldığını düşünüyorlardı. Örneğin, Wall Street Journal' a göre, çıkma işlemi, ABD, Türkiye üzerindeki baskıyı arttırdıktan bir gün sonra başlamıştı. Türkiye'nin ekonomi politiğini, içinde bulunduğu ittifaklar sistemini, "siyasi sınıfını" , jeopolitiğini düşününce, bu yorumların, hükümetin ve Genelkurmay'ın iddialarının aksine, büyük ölçü de gerçeği yansıttığı söylenebilir.
O zaman da aklıma üç soru geliyor ister istemez. Birincisi, PKK ile mücadele asimetrik savaş paradigmasına ait. Türkiye, neden geniş çaplı (finansal ve insan maliyeti yüksek), düzenli güçlerle, ağır silahlarla vb. savaşmayı, adeta "sinek" ezmek için "balyoz" kullanmayı seçiyor? İkincisi, ABD, hatta AB'nin lider ülkeleri, Türkiye'nin bu operasyonunun, hem de bu biçimiyle yapılmasına neden onay, hatta destek verdiler? Üçüncüsü, Türkiye bu operasyonu ABD onayıyla yaparken ABD'nin kısa ve uzun dönemli amaçlarından, bu onayın gerektiği kadar sürdürüleceğinden, en kritik aşamada geri çekilmeye zorlanmayacağından nasıl emin olabilirdi?
'Yükselen hegemon...'
Birinci soru, operasyonun amacının "PKK'nin likidasyonunu" aştığını düşündürüyor. Dahası PKK, gerektiğinde savaşmamayı seçerek bölgenin sivil nüfusu içinde eriyebilecek, daha sonra yeniden ortaya çıkabilecek bir yapılanmaya, yerel desteğe sahip. Genelkurmay'ın bu gerçeği çok iyi bildiğini varsayabiliriz. Öyleyse, operasyonun bölgede PKK'nin vurulmasından öte bir etki yaratmaya yönelik olduğunu da düşünebiliriz. Bu etkiyi bir taraftan Türkiye'nin jeopolitiği üzerinden, diğer taraftan AKP hükümetinin, şu sıralarda gerçek dışişleri bakanı (ve fazlası) gibi davranan, Batı'da da öyle algılanan Ahmet Davutoğlu 'nun "Stratejik derinlik" tezinin, "Yeni-Osmanlı düzeni" eğiliminin ışığında irdelemeye çalışabiliriz.
Türkiye'nin jeopolitiği açısından Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürt devleti oluşumu stratejik bir tehlike, İran'ın nükleer silahlara sahip olma eğilimini, bölgesel dengeleri bozacak bir gelişme. Türkiye, Doğu'yu Batı'ya bağlayan bir petrol ve gaz hatları platformu olmayı, böylece hem Batı açısından stratejik önemini arttırmayı, hem de enerji jeopolitiği içinde bir kaldıraç elde etmeyi amaçlıyor. Gerek Karadeniz jeopolitiği, gerekse de enerji güvenliği bağlamında Rusya'ya karşıt bir duruşu benimsiyor. Başbakan'ın, kendini BOP'un eşbaşkanı olarak gördüğünü de biliyoruz. Bunu salt ABD'yle yakın ilişkilerine bağlamak eksik, indirgemeci bir çözümleme olur. Burada AKP'nin, siyasal İslamın içindeki etkin çevrelerin (örneğin Fethullah Gülen akımının) kendilerince, "tarihsel bir sapmayı" düzeltme anlayışı da önemli bir rol oynuyor. Gülen akımına göre Cumhuriyet ve laiklik, Batıcı ulusalcılık (ulusal proje), Osmanlı'nın kültürel (şeriata dayalı monarşi) bir ulusalcılığa evrimleşmesinin önünü kesen bir "seçkinler cuntasının" ürünüdür, bir "sapmadır" . Şimdi tarih yeniden kendi mecrasına dönmektedir. AKP yanlısı yazarların Fransız Aydınlanması geleneği, "Yurtta sulh cihanda sulh" prensibinin ilk savunucusu Robespierre 'e nefretinin, buna karşılık, Anglosakson düşüncesine yakınlığının nedenlerinden biri de, Cumhuriyetçiliği değil, bir monarşinin emperyalist dış politika geleneğini kendi projelerine çok daha uygun bulmalarıdır . Bu proje "Pax Otomana" tezini, bölgede "güç yansıtma" arzusunu içermekte, Türkiye jeopolitiğiyle de kimi noktalarda kesişmektedir. Bu zeminde Irak'a geniş çaplı girişi kısmen açıklamaya yardımcı olacak teorik-stratejik bir çerçeve sanırım oluşturulabilir. Ama apar topar çıkışı açıklamak zor.
'... mu diyordunuz?'
Devletlerarası ilişkilerde, dostluk, "samimiyet" gibi kavramlar yalnızca söylem düzeyinde anlam taşırlar; gerçekteyse, egemenlik ve bağımlılık ilişkileri geçerlidir. Dostluk, hatta yazılı anlaşmalar temelinde alınan güvenceler, ancak karşılıklı yaptırım uygulayabilme kapasitesine bağlı olarak geçerliliklerini koruyabilirler. Aksi takdirde, anlaşmaların, verilen sözlerin garantisi olmayacaktır. Hele söz konusu olan ABD gibi, uluslararası ilişkilerde, "ekolojik hâkimiyeti" (karşısındaki güçlerin sistemlerine, onların kendi sistemi üzerinde yapabilecekleri etkiden daha büyük etki yapabilme kapasitesi - Bob Jessop ) olan bir güç ise.
Örneğin, Kuzey Irak Kürtleri, bu bağlamda öğretici bir örnek oluşturuyor. ABD yönetiminin Saddam 'a, Saddam devrildikten sonra isyancılara karşı Kürtlerin desteğine gereksinimi vardı. Bu nedenle Kürtler nihayet bağımsız bir devlete sahip olma şansını yakaladıklarını düşündüler. Ancak bölge jeopolitiğinde İran, enerji jeopolitiğinde Rusya yükselmeye, ABD'nin planlarını tehdit etmeye başlayınca, Türkiye'nin önemi arttı. Aynı anda, ABD strateji uzmanları Kürtleri uyarmaya (Örneğin, M. Rubin , AEI, Ocak 2008), Kürt yönetimi açısından da hava değişmeye başlamıştı; ABD karşısında bir yaptırım uygulayacak gücü yoktu, ekonomik açıdan hem ABD'ye hem de Türkiye'ye bağımlıydı. ABD'nin ise Kürt yönetimine olan gereksinimi Türkiye'ye ve Irak'taki Sünni-Şii Araplara olan gereksiniminin gerisinde kalmaya başlıyordu.
Bir örnek de liberal entelijensiya ve Türkiye'deki Kürtlerin AKP'ye verdiği desteğe ilişkin. AKP ikinci döneminde, bu iki kesime karşı "ekolojik egemenlik" kazanmaya başladığının ayırdına varınca, bizim de öngördüğümüz gibi ("Güvenilen dağlara kar yağıyor" , Cumhuriyet 03.10.2007), bu desteği düşünmeden ilerlemeye başladı.
Tabii ki Türkiye Cumhuriyeti, Irak Kürt Yönetimi'yle kıyaslanamaz (Mr. Gates deniyor olsa bile - Oktay Ekşi , Hürriyet , 02/03). Ancak "ekolojik egemenlik" açısından bakınca, Türkiye'nin ABD karşısında, ekonomik, siyasi, askeri alanlardan kolaylıkla istikrarsızlaştırılabilecek bir yapıda olduğu görülebilir. Buna karşılık Türkiye'nin ABD'ye bölgede verebileceği zarar, bu aşamada çok sınırlıdır; pazarlık gücü zayıftır. Nasıl, 1998/1999 IMF programı bu gücü bir ekonomik siyasi krizden geçerek iyice aşındırdıysa, Kuzey Irak operasyonunun da, en azından, ekonomik yükü, beklenmedik geri çekilmenin psikolojik etkileri açısından benzer bir potansiyele sahip olduğunu, Türkiye'nin ABD karşısındaki göreli otonomisini, orduya olan toplumsal güveni sarsarak, tümden yok edebileceğini de düşünmek gerekir. Böylece, iradesi dışında kimi "ağır" senaryolara sürüklenebileceğini de...
Şu iki senaryo son günlerde çokça konuşuluyordu. Birincisi, ABD-İsrail-Türkiye ekseni üzerinden İran'a yönelik bir saldırının platformu , olası bir misillemeyi emecek bir tampon olma işlevi. İkincisi, ABD ' nin Kuzey Irak'ta büyük bir üs projesi olmamasından hareketle, çekilme halinde burada oluşacak stratejik boşluğu , İran ve Rusya'ya karşı doldurma görevi . Bu senaryoların ikisi de Kürtleri ortada bırakırken, Türkiye Cumhuriyeti'ni de düşman bir coğrafyada uzun süreli bir çatışma ortamına kilitlemek anlamına geliyor... Tam bu noktada Soros 'un "En iyi ihraç malınız ordunuzdur" saptamasını da anmakta yarar olabilir. Bu koşullarda içerde nasıl bir siyasi rejimin şekillenmek zorunda kalacağını da sanırım ayrıca vurgulamak gerekmiyor.
No comments:
Post a Comment