Gezi Parkı davası, Osman Kavala için ağırlaştırılmış müebbet, Can Atalay, Çiğdem Mater, Mine Özerden ve Tayfun Kahraman için 18’er yıl hapis cezasıyla “sonuçlandı”. Gerekçe, Türk, Kürt, dindar, ateist, Müslüman, gayri müslim, sağcı, solcu, liberal, genç, yaşlı, kadın, erkek gibi çok çeşitli kesimleri içeren bir topluluğu finanse ederek bir araya getirip rejimi yıkmaya kalkmak...
Osman Kavala’yı Gezi davası “kurbanlarını” temsil eden bir simge olarak alırsak bir suçu, delilleri, delillerle sanıklar arasındaki neden sonuç ilişkisini tanımlayamayan, iddialarının hangi yasaya bağlandığı belirsiz bir yargılama sonucunda verilmiş bu müebbet hapis cezasının rejimin “hakikatini”sergilediğini söyleyebiliriz.
İKİ ‘YANLIŞ-TANIMA’
Siyasal İslamın düşünürlerinin, realite ile realitenin anlıklarındaki resmini bağdaştırmakta büyük zorluk çektiğini geçmişte sık sık vurguladım. Bu “realite sorununun” bir sonucu olarak rejimin, “Gezi olayı”na, tepkisi iki “yanlış-tanıma”(misrecognition/ méconnaissance) üzerinden şekillenmişti.
Birinci “yanlış-tanıma”, rejimin aklındaki ideal-mükemmel- kimliğinin imajına ilişkindi. Kendisi mükemmeldi. Çünkü Tanrı’nın arzusunu temsil ediyordu. Milli iradeyi, mükemmel biçimde temsil ediyordu. Çünkü, “milletin yüzde 99 Müslümandı”.
İkinci yanlış-tanıma topluma ilişkindi: Siyasal İslamın anlığındaki resimdeki toplum homojen ve kendisinden yanaydı.
Ancak Gezi olayı, “aniden”, toplumda, rejim karşıtı siyasi, hatta ahlaki değerleri savunan çeşitli kimliklerin olduğunu bunların hep birlikte, aynı yerde güçlü biçimde kendilerini gösterebileceğini ve bu olayın ülkenin geri kalanında da yankılanabileceğini kanıtladı.
Bu iki yanlış-tanım arasındaki, “rejim” yaşanan olayın, anlamlandıramadığı gerçekliği içinde kendine bir yer bulamadı, çaresiz ve edilgen bir konuma düştü, “sonsuza kadar var olma” inancı sarsıldı. Diğer bir değişle “Gezi olayı” rejim açısından tam anlamıyla, bir travma oldu.
No comments:
Post a Comment