Bir dönemin sonunu simgeleyen Titanic faciasının 100. yıldönümündeyiz. Titanic’in bir buz dağına çarparak battığı dönemle günümüz arasında birçok benzerlik bulmak olanaklı. Küreselleşme, teknolojik gelişmeler, ekonomik kriz, hızla değişmekte olan uluslararası dengeler, büyük göç dalgaları, derinleşen gelir dağılımı uçurumu, yoğunlaşan sınıf mücadeleleri, emperyalizm…
Ama, gündemdeki savaş tehlikesine, kazanılmış haklara, en önemlisi kadınların ve çalışanların haklarına yönelik saldırıları, günlük yaşamda sıklaşan, yaygınlaşan “mikro faşizan” gelişmeleri izlerken benim aklıma daha çok büyük, bütünsel bir felaket hızla gelirken, iktidar ve servet biriktirme ihtiraslarının ne kadar boş ve anlamsız olduğunu anımsatan “Titanic’in güvertesinde şezlong kapma yarışı” deyimi geliyor.
Geçen hafta, okuduğum, birbiriyle yakından ilişkili bir seri haber ve bir araştırma, tam da bu deyime uygun bir duruma işaret ediyordu. Haberler Amerika’daki kuraklığın gıda fiyatları üzerindeki etkilerine, araştırma da küresel ısınmayı önleme çabalarındaki başarısızlığın dünyayı hızla, kararlı bir biçimde sürüklemekte olduğu felakete ilişkindi.
Yeni bir gıda krizi gündemde...
Dünya piyasalarında, mısır, soya fasulyesi, buğday ihracatının yaklaşık yarısını gerçekleştiren ABD’yi etkisi altına alan, 1956’dan bu yana görülmemiş şiddetteki, ekim ayına kadar sürmesi beklenen kuraklık gıda fiyatlarını hızla artırmaya başladı. Perşembe günü, mısır ve soya fasulyesi fiyatları beş haftada yüzde 50 artarak, 30 ülkede ayaklanmalara yol açan 2007-08 gıda krizinde ulaştıkları tepe noktaları geçtiler. Buğday fiyatları henüz 2007-8 döneminin üst düzeylerine ulaşmamış olmakla birlikte artmaya devam ediyor. (Financial Times 20/07/12).
Rabobank gıda stratejisti David Nelson’a göre, bugün durum 2007-08 krizinden daha vahim. Çünkü “bu kez fiyatları heç fonların spekülatif hareketleri değil gerçek, üretimden kaynaklanan baskılar artırıyor”.
Oxfam politika danışmanı Ruth Kelly, “ABD’de mısır rekoltesini düşüren sıcak dalgası ve biyoyakıta (mısırdan yapılıyor-E.Y.) olan büyük talep temel gıda fiyatlarını gittikçe daha yüksek düzeylere çektiğine” dikkat çekiyor. ABD Tarım Bakanlığı’ndan Richard Volpe, “Bu fiyat artışlarından ilk önce sığır ve tavuk eti, süt, yumurta fiyatları etkilenecektir” diyor (The Guardian 20/07/12).
Bu yıl Muson yağmurlarındaki aksamalar da gıda krizine katkıda bulunuyor. Hindistan gazetesi Mint’in aktardığına göre iklim değişikliği krizi Hindistan’ı da etkiliyor. Muson yağmurlarında bu yıl, kimi bölgelerde yüzde 40 oranında bir azalma yaşanıyormuş. Bu azalmanın etkilerinin çapı 10-15 güne kadar belli olur diyen yetkililerin, iç göç dalgasına yol açan buğday, un fiyatları, içme suyu sıkıntısı artmaya devam ederse Hindistan’ın buğday ihracatını kısıtlamaya başlamasından korkuluyor. Bu durumda dünya gıda fiyatlarının daha da artması kaçınılmaz görünüyor. Gelirinin yüzde 75’inden fazlasını gıda harcamalarına ayıran yoksul ülkelerin halk sınıflarını yeni bir açlık dalgası bekliyor.
Küresel ısınma krizi ağırlaşıyor
Rolling Stone dergisinin 2 Ağustos sayısında çıkmak üzere, cuma günü web sitesine konan “Küresel ısınmanın dehşete düşüren yeni matematiği” (Global Warming’s terrifying new math) başlıklı araştırma yazısı, bu yıl sıcaklıkların yine rekor düzeylere ulaştığına, ABD’de yaşanan kuraklığa değindikten sonra küresel ısınma sorununun artık önlenemez düzeylere ulaşarak gezegendeki yaşamın geleceğini tehlikeye soktuğunu gösteren verileri aktarıyor, özellikle üç sayıya (2°C, 565 gigaton ve 2.795 gigaton) dikkat çekiyordu.
Küresel ısınmayı engellemeye ilişkin ilk Küresel İklim Konferansı BM bünyesinde Paris’te 1995’te yapılmıştı. O günden bu yana 17 toplantı yapıldı, on sekizincisi kasım ayında Katar’da yapılacak. O günden bu yana bir gelişme olmadığı gibi son Kopenhag zirvesi, toplam Co2 emisyonunun yüzde 40’ından sorumlu ABD ve Çin arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Dahası Kopenhag zirvesinde alınan “toplam küresel ısı artışı 2°C’nin altında kalmalıdır” kararı, dünyanın en ünlü ilkim uzmanı NASA’dan James Hansen’e göre, modern zamanlarda gerçekleşen 0.8°C artışın yarattığı etkiye bakınca, çok yetersiz bir hedef, uzun dönemde de bir felaket reçetesi anlamına geliyor”.
İkinci önemli sayı 565 gigaton. Bilimsel araştırmalar, 2°C sınırının altında kalabilmek için atmosfere bırakılabilecek ek Co2 miktarının toplam 565 tonu aşmaması gerektiğini söylüyor.
Yazar, modern uygarlığın ortalama küresel sıcaklığı çoktan 0.8°C artırmış olduğuna, bundan böyle atmosfere hiç Co2 gazı salınmasa bile yüzyılın ortasına kadar ısının bir o kadar daha artarak Kopenhag hedefinin 3/4’üne ulaşacağına işaret ediyor.
Uluslararası Enerji Ajansı’nın Baş Ekonomisti Fatih Birol da, bugün egemen trendler üzerine son verilerle ilgili olarak “Bunlar yaklaşık 6 derecelik bir ısınmaya işaret ediyor. Bu da adeta kurgubilimlerdekine benzer bir gezegen yaratacak gibi görünüyor” diyormuş.
Üçüncü ve de yazara göre en korkutucu sayı 2.795 gigaton. Çünkü bu sayı, halen varlığı kanıtlanmış petrol ve gaz rezervlerindeki toplam Co2 stokunu temsil ediyor. Özel ve devlet şirketlerinin envanterlerindeki bu stok, 565 gigatonluk limitten beş kat daha fazla. Bu rezervlerin yüzde 80’inin henüz yeraltında olması bir şey değiştirmiyor. Enerji şirketlerinin hisselerinin değeri, kredi alma kapasiteleri, bu stokların kullanılmasıyla oluşacak kâr/rant varsayımı üzerinden oluşuyor. Bu 2.795 gigaton karbon içeren rezervlerin toplam değerinin 27 trilyon dolara ulaştığı hesaplanıyor.
Kısacası bu şirketler bu petrol ve gazı çıkarmaya, satmaya kararlı. Piyasalar da, yapılan yatırımlara karşılık gaz ve petrolün çıkarılmasını, tüketilmesini bekliyor. Aksi yönde, bu petrol ve gazın çıkarılmayacağına ilişkin bir açıklama bu şirketlerin hisselerinin değerlerini bir anda çökertir. Bu şirketlerin, eğer müdahale edilmezse bu rezervleri kullanmaya devam etmesi kaçınılmaz görünüyor.
Bir kez daha vurgularsak, bu varsayımlar, 2°C’nin altında kalabilmek için gerekli maksimum Co2 sınırının beş kez aşılacağı anlamına geliyor.
ABD halkının büyük çoğunluğunun Co2 üretimini sınırlamaktan yana olmasından hareketle, yazar, eğer bu sorunun çözümü vatandaşların iradesine bırakılsa, hızla ilerleme kaydedilebileceğini vurguluyor.
Ama gezegenin kaderini saptama gücü bugün yüzde 99’un değil, yüzde 1’in elinde olduğundan, bu yüzde bir kısa dönemde servetini iktidarını, korumaya öncelik verdiğinden (Titanic’in güvertesinde şezlong kapma yarışı) orta dönemde tüm insanlığın geleceği tehlikeye giriyor. Titanic buz dağına doğru adeta artık değiştirilemez olmaya başlayan rotada seyrine devam ediyor...
Wednesday, July 25, 2012
Monday, July 09, 2012
Bu kapitalizm bu krizden çıkamaz! - (Cumhuriyet-09 Temmuz 2012 - )
Evet! Bu kriz, bu kapitalizmin sürdürülemez olduğunu gösteriyor (yoksa, tanımı gereği kriz kavramını kullanamazdık). Bu kapitalizm bu krizle birlikte bitmiştir. Bu kapitalizm bu krizden çıkamaz!
Kapitalizm bu krizden bir başka kapitalizme dönüşerek, bu kapitalizmin yerini bir başka kapitalizme bırakmasıyla çıkabilir. Ama, bugün, gündemde bir başka kapitalizm yok! Öyleyse, “Bu krizden çıkış yok!” tümcesi bugün doğru bir önermedir. “Bu krizden çıkış yok” önermesi doğruysa, kapitalizmden çıkış yolları, uzun bir aradan sonra yeniden gerçekten düşünülebilir.
Krizde geçen hafta...
Geçen hafta pazartesi günü, ABD Tedarik Müdürleri Enstitüsü’nün(SMI) imalat sanayi performansını gösteren indeksinin (50’nin altı negatif büyüme anlamına geliyor) 49.7’ye gerilediği açıklandı. Cuma günü, yeni istihdam verileri, kötümser beklentilerin de gerisinde kalarak işsizliğin yüzde 8.2’de kalarak 2009’dan bu yana gerilemediğini gösterdi. Aynı gün IMF, büyüme koşullarındaki bozulmanın ABD’yle sınırlı olmadığını, küresel büyüme oranlarına ilişkin öngörüsünü yüzde 3.2’nin altına çekeceklerini açıkladı. Dünya ekonomisinde resesyon sınırının yüzde 2.5 olduğunu, IMF’nin kronik “iyimserliğini” anımsarsak dünya ekonomisinin yeniden resesyon alanına girdiğini kolaylıkla düşünebiliriz. Tabii, 2008’den bu yana aslında hiç çıkmamış olduğunu savunmak olanaklı.
Kısacası, depresyon, mali kriz hâlâ bizimle. Ama daha fazlası da var: Önceki hafta, İngiltere’nin en büyük bankalarından Barclays’ı sarsan LIBOR (Londra bankalar arası faiz oranı) krizi, geçen hafta, Merkez Bankası’na ve politikacılara ulaşarak, ekonomik-siyasi sistemin nasıl köküne kadar çürümüş olduğunu gözler önüne serdi. 2009’da, “Bankacıları suçlama ayinlerine artık bir son verilsin” buyuran Barclays CEO’su Bob Diamond’un, geçen hafta rezil olmuş biçimde istifaya zorlanması da anlamlıydı.
Tüm dünyada kredi maliyetlerini etkileyen LIBOR, siyasi bir otorite tarafından değil, her sabah, o gün bankalar arası piyasada kendilerinden istenecek faiz oranlarına(sermaye maliyetlerine) ilişkin beklentilerini gönderen 19 uluslararası bankanın verileri üzerinden İngiltere Bankacılar Birliği (İBB) tarafından saptanıyor. Barclays, 2005-2009 arasında sermaye maliyetlerine ilişkin verileri, İBB’ye olması gerekenden, kimi zaman yüksek kimi zamanda düşük oranlarda göndermenin ötesinde, LIBOR’u saptırmak amacıyla diğer bankalarla da iletişim içinde olmuş. Bu manipülasyonun, düpedüz sahtekârlık olmanın ötesinde, ekonomi açısından üç etkisi söz konusu. Birincisi, Barclays sermaye maliyetleri konusunda yalan söyleyerek, olduğundan daha sağlam görünmeyi başarmış. LIBOR’un saptanması sürecine katılan tüm bankalar aynı haltı yediğinden, tüm mali sistem olduğundan daha güçlü görünmüş, böylece denetim getirme süreci sabote edilmiş. Barclays, LIBOR’u yukarı itebildiği durumlarda da bu kez sattığı enstrümanların faizlerini yükselterek kazancını arttırmış. Birinci durumda, hazine ve yerel yönetim tahvillerinin olumsuz etkilenmesinde dolayı oluşan mali yükler halkın üzerine yıkılırken, ikinci durumda, zaten zorla ayakta durmaya çalışan birçok işletme, ev sahibi iflasa, evini kaybetme durumuna itilmiş. Kısacası Barclays ve 19 banka, faiz oranlarını maniple ederek kendilerini devlet müdahalesinden korur, bu arada toplumun geri kalanından transfer ettikleri ek değerlerle kasalarını doldurur, genel müdürlerine müstehcen ikramiyeler dağıtırken, toplumun geri kalanı depresyonun yükü altında ezilmeye devam etmiş. Bu manipülasyonların, ABD ve İngiltere’de toplam mali etkisinin kredi “swap” piyasalarında 360 milyar dolara, emtia piyasalarında oluşan gelecek kontratlarında (Futures contracts) 564 milyar dolara ulaştığı hesaplanıyor.
Geçen hafta, Bob Diamonds’tan, zamanın İşçi Partisi hükümetinin, Merkez Bankası’nın manipülasyonlara göz yummuş olduğunu öğrendik. Bugünün muhafazakâr-liberal koalisyon hükümeti de bağımsız, yasal soruşturma açmak yerine, meclis komisyonu araştırmasıyla yetinerek skandalı örtbas etmeye çalışıyor.
... likidite kapanında çırpınırken
Kapitalist ekonominin çıkmaza girdiğinin en çarpıcı göstergelerinden biri “likidite kapanı” denen olgudur. “Likidite kapanında” merkez bankası piyasaya ne kadar para basarsa bassın, faizleri ne kadar düşürürse düşürsün, üretimi, yatırımları, istihdamı etkileyemez; ekonomi büyüyemez. Bu durum “bayağı iktisat” açısından anlaşılamayan, ders kitaplarında şöyle bir değinilerek geçen teorik, ama çok korkutucu bir olasılıktır. Ne ki 2008’den bu yana bu olasılık giderek gerçek olmuştur.
Mali kriz başladığında, bunu bir likidite sorunu olarak algılayan merkez bankaları, faizleri sıfıra doğru çektiler, yüz milyarlarca dolarlık parasal genişlemeye gittiler. Geçen hafta İngiltere merkez bankası 50 milyar sterlinlik yeni bir parasal genişlemeye gidiyordu. Ama ekonomiler hâlâ depresyonda.
Peki, bu paralara ne oldu derseniz? Kimi verilere göre ABD bankalarının (ayakta kalanların) merkez bankası hesaplarındaki para 2007 yılında 20.8 milyar dolardan, 2008 sonunda 860 milyar dolara, 2011 ortasında da 1.6 triyon dolara çıkmış. Buna karşılık banka dışı sektörün kredi dengesi, 2007’de 546 milyar dolardan, 2009’da yaklaşık 900 milyar dolar gerileyerek negatif 346 milyar dolar olmuş, 2010-11 döneminde de sıfır net kredi düzeyinde kalmış. Bankalar paranın üzerinde oturmuşlar, “reel sektöre” kredi vermemişler. Neden?
Kredi, gelecekte üretilecek değerlerin (kârlılığın) krediyi servis edebileceği, ana parayı karşılayacağı varsayımına dayanılarak verilir. Bankalar, “reel ekonomiye” bakınca bu varsayıma uygun ortam görmüyorlar. Merkez bankaları istedikleri kadar parasal genişlemeye gitsinler, faizleri sıfıra çeksinler, bu varsayım restore edilmeden kredi muslukları açılmayacak (likidite kapanı). Diğer bir değişle kâr oranları /beklentisi iyileşmeli. Ama egemen sermaye birikim rejimi bu oranlar düştüğü için krize girdi, karşımıza bir aşırı üretim/kapasite fazlası, aynı anda da talep yetersizliği sorunu çıkardı. Bu sorun da spekülatif köpüğü tetikledi.
Eğer devlet, bankalara öncelik veren parasal genişleme yerine, hem değer yaratacak hem istihdam artıracak, dolayısıyla yeni tüketim kapasitesi sağlayacak yatırımlara gitseydi, talep sıkışıklığı sorunu yumuşamaya başlar, yaratılan değerler de parasal genişlemenin enflasyonist baskısını azaltır, hem de devletin yapmaya başladığı yatırımlar eğer doğru planlanabilirse krizden çıkacak yeni kapitalizmin altyapısını kurmaya başlayabilirdi.
Sırtında akreple nehri geçmeyi kabul eden kurbağanın öyküsünü anımsıyor musunuz? Burada kurbağa kapitalizm, akrep 40 yıldır devleti eline geçirmiş olan mali oligarşidir. Önerdiğim uygulamaları finanse etmek için, önce bankalarda bağlı kaynakları açabilmesi (kamulaştırma, çalınan paraların geri alınması, büyük servetlerin vergilenmesi), ama bundan önce de bu kapitalizmin, bu mali oligarşiden kurtulması gerekiyor. Bu da olanaksız olduğuna göre... Bu kapitalizm bu krizden çıkamaz!
Kapitalizm bu krizden bir başka kapitalizme dönüşerek, bu kapitalizmin yerini bir başka kapitalizme bırakmasıyla çıkabilir. Ama, bugün, gündemde bir başka kapitalizm yok! Öyleyse, “Bu krizden çıkış yok!” tümcesi bugün doğru bir önermedir. “Bu krizden çıkış yok” önermesi doğruysa, kapitalizmden çıkış yolları, uzun bir aradan sonra yeniden gerçekten düşünülebilir.
Krizde geçen hafta...
Geçen hafta pazartesi günü, ABD Tedarik Müdürleri Enstitüsü’nün(SMI) imalat sanayi performansını gösteren indeksinin (50’nin altı negatif büyüme anlamına geliyor) 49.7’ye gerilediği açıklandı. Cuma günü, yeni istihdam verileri, kötümser beklentilerin de gerisinde kalarak işsizliğin yüzde 8.2’de kalarak 2009’dan bu yana gerilemediğini gösterdi. Aynı gün IMF, büyüme koşullarındaki bozulmanın ABD’yle sınırlı olmadığını, küresel büyüme oranlarına ilişkin öngörüsünü yüzde 3.2’nin altına çekeceklerini açıkladı. Dünya ekonomisinde resesyon sınırının yüzde 2.5 olduğunu, IMF’nin kronik “iyimserliğini” anımsarsak dünya ekonomisinin yeniden resesyon alanına girdiğini kolaylıkla düşünebiliriz. Tabii, 2008’den bu yana aslında hiç çıkmamış olduğunu savunmak olanaklı.
Kısacası, depresyon, mali kriz hâlâ bizimle. Ama daha fazlası da var: Önceki hafta, İngiltere’nin en büyük bankalarından Barclays’ı sarsan LIBOR (Londra bankalar arası faiz oranı) krizi, geçen hafta, Merkez Bankası’na ve politikacılara ulaşarak, ekonomik-siyasi sistemin nasıl köküne kadar çürümüş olduğunu gözler önüne serdi. 2009’da, “Bankacıları suçlama ayinlerine artık bir son verilsin” buyuran Barclays CEO’su Bob Diamond’un, geçen hafta rezil olmuş biçimde istifaya zorlanması da anlamlıydı.
Tüm dünyada kredi maliyetlerini etkileyen LIBOR, siyasi bir otorite tarafından değil, her sabah, o gün bankalar arası piyasada kendilerinden istenecek faiz oranlarına(sermaye maliyetlerine) ilişkin beklentilerini gönderen 19 uluslararası bankanın verileri üzerinden İngiltere Bankacılar Birliği (İBB) tarafından saptanıyor. Barclays, 2005-2009 arasında sermaye maliyetlerine ilişkin verileri, İBB’ye olması gerekenden, kimi zaman yüksek kimi zamanda düşük oranlarda göndermenin ötesinde, LIBOR’u saptırmak amacıyla diğer bankalarla da iletişim içinde olmuş. Bu manipülasyonun, düpedüz sahtekârlık olmanın ötesinde, ekonomi açısından üç etkisi söz konusu. Birincisi, Barclays sermaye maliyetleri konusunda yalan söyleyerek, olduğundan daha sağlam görünmeyi başarmış. LIBOR’un saptanması sürecine katılan tüm bankalar aynı haltı yediğinden, tüm mali sistem olduğundan daha güçlü görünmüş, böylece denetim getirme süreci sabote edilmiş. Barclays, LIBOR’u yukarı itebildiği durumlarda da bu kez sattığı enstrümanların faizlerini yükselterek kazancını arttırmış. Birinci durumda, hazine ve yerel yönetim tahvillerinin olumsuz etkilenmesinde dolayı oluşan mali yükler halkın üzerine yıkılırken, ikinci durumda, zaten zorla ayakta durmaya çalışan birçok işletme, ev sahibi iflasa, evini kaybetme durumuna itilmiş. Kısacası Barclays ve 19 banka, faiz oranlarını maniple ederek kendilerini devlet müdahalesinden korur, bu arada toplumun geri kalanından transfer ettikleri ek değerlerle kasalarını doldurur, genel müdürlerine müstehcen ikramiyeler dağıtırken, toplumun geri kalanı depresyonun yükü altında ezilmeye devam etmiş. Bu manipülasyonların, ABD ve İngiltere’de toplam mali etkisinin kredi “swap” piyasalarında 360 milyar dolara, emtia piyasalarında oluşan gelecek kontratlarında (Futures contracts) 564 milyar dolara ulaştığı hesaplanıyor.
Geçen hafta, Bob Diamonds’tan, zamanın İşçi Partisi hükümetinin, Merkez Bankası’nın manipülasyonlara göz yummuş olduğunu öğrendik. Bugünün muhafazakâr-liberal koalisyon hükümeti de bağımsız, yasal soruşturma açmak yerine, meclis komisyonu araştırmasıyla yetinerek skandalı örtbas etmeye çalışıyor.
... likidite kapanında çırpınırken
Kapitalist ekonominin çıkmaza girdiğinin en çarpıcı göstergelerinden biri “likidite kapanı” denen olgudur. “Likidite kapanında” merkez bankası piyasaya ne kadar para basarsa bassın, faizleri ne kadar düşürürse düşürsün, üretimi, yatırımları, istihdamı etkileyemez; ekonomi büyüyemez. Bu durum “bayağı iktisat” açısından anlaşılamayan, ders kitaplarında şöyle bir değinilerek geçen teorik, ama çok korkutucu bir olasılıktır. Ne ki 2008’den bu yana bu olasılık giderek gerçek olmuştur.
Mali kriz başladığında, bunu bir likidite sorunu olarak algılayan merkez bankaları, faizleri sıfıra doğru çektiler, yüz milyarlarca dolarlık parasal genişlemeye gittiler. Geçen hafta İngiltere merkez bankası 50 milyar sterlinlik yeni bir parasal genişlemeye gidiyordu. Ama ekonomiler hâlâ depresyonda.
Peki, bu paralara ne oldu derseniz? Kimi verilere göre ABD bankalarının (ayakta kalanların) merkez bankası hesaplarındaki para 2007 yılında 20.8 milyar dolardan, 2008 sonunda 860 milyar dolara, 2011 ortasında da 1.6 triyon dolara çıkmış. Buna karşılık banka dışı sektörün kredi dengesi, 2007’de 546 milyar dolardan, 2009’da yaklaşık 900 milyar dolar gerileyerek negatif 346 milyar dolar olmuş, 2010-11 döneminde de sıfır net kredi düzeyinde kalmış. Bankalar paranın üzerinde oturmuşlar, “reel sektöre” kredi vermemişler. Neden?
Kredi, gelecekte üretilecek değerlerin (kârlılığın) krediyi servis edebileceği, ana parayı karşılayacağı varsayımına dayanılarak verilir. Bankalar, “reel ekonomiye” bakınca bu varsayıma uygun ortam görmüyorlar. Merkez bankaları istedikleri kadar parasal genişlemeye gitsinler, faizleri sıfıra çeksinler, bu varsayım restore edilmeden kredi muslukları açılmayacak (likidite kapanı). Diğer bir değişle kâr oranları /beklentisi iyileşmeli. Ama egemen sermaye birikim rejimi bu oranlar düştüğü için krize girdi, karşımıza bir aşırı üretim/kapasite fazlası, aynı anda da talep yetersizliği sorunu çıkardı. Bu sorun da spekülatif köpüğü tetikledi.
Eğer devlet, bankalara öncelik veren parasal genişleme yerine, hem değer yaratacak hem istihdam artıracak, dolayısıyla yeni tüketim kapasitesi sağlayacak yatırımlara gitseydi, talep sıkışıklığı sorunu yumuşamaya başlar, yaratılan değerler de parasal genişlemenin enflasyonist baskısını azaltır, hem de devletin yapmaya başladığı yatırımlar eğer doğru planlanabilirse krizden çıkacak yeni kapitalizmin altyapısını kurmaya başlayabilirdi.
Sırtında akreple nehri geçmeyi kabul eden kurbağanın öyküsünü anımsıyor musunuz? Burada kurbağa kapitalizm, akrep 40 yıldır devleti eline geçirmiş olan mali oligarşidir. Önerdiğim uygulamaları finanse etmek için, önce bankalarda bağlı kaynakları açabilmesi (kamulaştırma, çalınan paraların geri alınması, büyük servetlerin vergilenmesi), ama bundan önce de bu kapitalizmin, bu mali oligarşiden kurtulması gerekiyor. Bu da olanaksız olduğuna göre... Bu kapitalizm bu krizden çıkamaz!
Monday, July 02, 2012
Tunus'ta 'değişim' ve düş kırıklığı - Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)
“Ilımlı İslam” ve “değişim” fantezisinin cazibesine kapılarak siyasal İslama destek veren liberal entelijensiya, solun “yararlı salakları” şimdi bu “değişimle” birlikte özgürlükleri sınırlayan yasalar gündeme geldikçe Tunus’ta da büyük bir düş kırıklığı yaşıyorlar. Bunlar, seçimlerden sonra büyük umutlarla işbirliği yaptıkları dinci En Nahda partisinin hükümetini, geçen hafta, düşürmeye çalışıyorlardı.
‘Şeriat’ mı?Ön kapıdan olmaz!
Müslüman Kardeşler hareketinin Tunus kanadı, 1980 öncesinde bir taraftan Zeytuniye Medresesi çevresinde dini ve kültürel etkisini entelijensiya arasında, toplumsal dayanışma etkinlikleriyle de yoksul halk arasında sürdürüyordu. Bin Ali rejimi yıkıldıktan sonra başbakan olan El Gannuşi, 1981’de bu hareketi siyasal alana çekecek olan En Nahda partisinin kurulmasında belirleyici rol oynamıştı. Ancak Tunus’un bağımsızlığını kazanmasının, modernleşme hamlesinin lideri Habib Burgiba hâlâ iktidardaydı. Burgiba, Nahda’nın bu sürece yönelik bir tehdit olduğunu düşünerek seçimlere katılmasını önledi, siyasal İslam üzerindeki baskıları artırdı. Siyasal İslam yeraltına çekildi, kültürel alana geri döndü. El Gannuşi yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Gannuşi, Bin Ali klanı halk hareketiyle devrilene kadar da Tunus’a dönmedi.
Tunus’ta 23 Ekim 2011’de yapılan seçimlerde, artık yasal alana çıkmış olan En Nahda oyların yüzde 41’ini alarak birinci parti oldu. Ancak, En Nahda toplumun yüzde ellisinden fazlasının kendisine oy vermediğini, halkı laiklik yanlısı kesiminin gücünü, seküler-liberal entelijensiyanın devlet aygıtı üzerindeki etkisini, uluslararası baskıları göz önüne alarak şeriat düzeni getirmeyi amaçlamadığını ısrarla anlatmaya, liberallerle işbirliği yolları aramaya başladı. Bu pazarlıklar sonunda, devlet başkanlığı, Tunus’ta insan hakları alanında uzun yıllar mücadele vermiş olan Munsif Marzuki’ye verildi. Hükümeti de Marzuki’nin partisi laik eğilimli Cumhuriyet Kongre Partisi, Emek ve Özgürlük İçin Forum Partisi ile bir koalisyon oluşturan En Nahda kurdu. Gannuşi başbakan oldu.
Bu şekillenme, siyasal İslam ile seküler güçler arasında bir uzlaşmaya, yumuşak ve sancısız, liberal hak ve özgürlükleri koruyacak bir “dönüşüm” sürecine işaret ediyordu. Şeriat düzeni korkusu da yatışmaya başladı. Ancak geçen haftalarda yaşanan kimi olaylar, “şeriat”ın ön kapıdan geri çevrilmesinin aslında bir taktik adım olduğunu, şimdi arka kapıdan içeri alınmakta olduğunu, En Nahda ve Gannuşi’nin, belli mevzileri kazandıktan sonra, artık liberallerle yaptıkları anlaşmaya değer vermediklerini düşündürüyordu.
Siyasal İslam – liberal ittifakı çöküyor.
İslamcı-liberal ittifakın çözülme sürecini Selefi hareketin siyasi arenaya ve de sokaklara En Nahda’nın tabanını da etkileyecek biçimde dönmesinin başlattığı söylenebilir.
Siyasal İslamın, anayasa olarak Kuran’ın kabul edilmesini isteyen, seçimleri, “demokratik” süreçleri anlamsız bulan Selefi kanadı, bir süredir sesini yükseltiyordu. Bu yılın başında “Persepolis” filmini gösteren TV kanalına yönelk protestolar, kanala para cezası verilmesine yol açmıştı. Tunuslu bir futbolcuyla kız arkadaşının açık saçık resimlerini basan gazetenin editörü de yargılanarak benzer bir cezaya çarptırıldı. Bu sırada Selefi gruplar bazı kentlerde içki satan dükkânlara saldırmaya başlamışlardı. Tunus Demokratik Kadınlar Birliği sözcüleri, kadınların 1956’daki bağımsızlıktan bu yana elde ettikleri kazanımlarının tehlikede olduğunu söylüyorlardı.
Bu gelişmeler ufukta kara bulutların toplandığını gösterirken fırtına 10 Haziran gecesi Selefi militanların Abdelia Sarayı’nı basarak “Sanatın Baharı” temalı bir resim sergisindeki resimleri parçalamasıyla patlak verdi. Selefi militanların dini duyarlıklara ters buldukları sanat yapıtlarını hedef alan bu eyleminin ardından, günlerce sokaklarda Selefi kalabalıklarla polis arasında çatışmalar yaşandı. Kimi önde gelen dini liderler, isimleri Facebook’ta da yayımlanan sanatçıların öldürülmesine ilişkin fetvalar verdiler.
Serginin küratörü Meryen Budurbala, “Devrimden sonra sanatçılar bir özgürlük duygusuna kapıldılar. Bu duyguyu serbestçe ifade etmek istediler. Çok güçlü yapıtlar ürettiler”... “Sanatçılar böyle bir tepki beklemiyorlardı” diyormuş (Reuters 27/06/2012).
Bu olaylardan sonra En Nahda hükümeti, yaptığı açıklamada olaylara “sanatçıların özgürlükleri sınır tanımadan kullanmaya kalkmalarının neden olduğunu” saptadıktan sonra, “ifade özgürlüğünün sınırsız olamayacağını”, İslamı duyarlılıkları zedeleyecek etkinlikleri cezalandıracak yasaların acilen çıkarılacağını vurguladı. Kültür bakanlığı da sergiyi düzenleyenlere karşı yasal işlem yapılacağını açıkladı.
Adının açıklanmasını istemeyen bir sanatçı “Sanat aslında tamamen yoruma ilişkin olduğundan, neyin dini değerleri hedef aldığını saptama çabaları kaçınılmaz olarak soru soranları, entelektüelleri hedef alan bir baskı kampanyasına yol açacak” diyor.
Al Akhbar gazetesi, Selefi hareketin tepkilerinin, kültürel alanla sınırlı olmadığını, bir taraftan da silahlanmakta olduklarını aktarıyor. Selefi militanlar Ruhiya bölgesinde orduyla çatışmışlar; bir albay, iki asker ve üç silahlı militan ölmüş. İkinci olay Libya sınırında ülkeye silah sokmaya çalışan bir Selefi grupla güvenlik güçleri arasında yaşanmış, Cezayir sınırında da ciddi olaylar yaşanıyormuş (18/06/2012).
Bir diğer gelişmede de geçen hafta, Gannuşi hükümeti, Kadafi’nin, Tunus’a sığınmış başbakanlarından Ali Al Mahmudi’yi ani bir kararla, Cumhurbaşkanı’nın izni alınmadan apar topar Libya’ya iade etti. Halbuki Cumhurbaşkanı Marzuki, ülkesine dönerse, işkence görür, idam edilir gerekçesiyle Mahmudi’nın Tunus’ta kalmasına izin veriyor, iade taleplerini geri çeviriyordu.
Hükümetin, iade işlemini Cumhurbaşkanı’nın otoritesini hiçe sayarak gerçekleştirmesi, siyasal İslamın liberallerle yaptığı uzlaşmaya artık itibar etmediğini gösterdi. Bunun üzerine, geçen çarşamba günü, liberal partilerin meclisteki temsilcileri, hükümeti düşürmek için bir güvensizlik oylaması örgütleme sürecini başlattılar.
Tunus’ta devrimci demokratik halk hareketi diktatörleri devirdiğinde bir iktidar boşluğu, buna bağlı olarak da bir olasılıklar alanı oluşmuştu. Ne yazık ki bu alan kısa sürede, en örgütlü toplumsal güç, Müslüman Kardeşler hareketi tarafından doldurulmaya başlandı. Bu sürece daha baştan direnmek yerine, Müslüman Kardeşler’in kurduğu Nahda partisinin, uzlaşmacı söylemine, “değişim” vaadine kapılan, liberal entelijansiya, kendi huzur alanlarına çekilerek sürece teslim olmayı seçti. Bunlar, “düşünceyle” değil de hazlarının kısa dönemli talepleri üzerinde şekillenen iyimser kanaatlerle davrandılar, tam anlamıyla bir “stratejik cehalet” örneği sergilediler. Bu liberaller, yükselmekte olan hareketin sadakatlerini, stratejik hedefini anlamaya çalışmak yerine, siyasal İslamla aynı siyasi coğrafyayı, laik yönetimlerin mirası kültürel özgürlüklerini korumaya devam ederek paylaşabileceklerine inanmayı seçtiler. De te fabula narratur.
‘Şeriat’ mı?Ön kapıdan olmaz!
Müslüman Kardeşler hareketinin Tunus kanadı, 1980 öncesinde bir taraftan Zeytuniye Medresesi çevresinde dini ve kültürel etkisini entelijensiya arasında, toplumsal dayanışma etkinlikleriyle de yoksul halk arasında sürdürüyordu. Bin Ali rejimi yıkıldıktan sonra başbakan olan El Gannuşi, 1981’de bu hareketi siyasal alana çekecek olan En Nahda partisinin kurulmasında belirleyici rol oynamıştı. Ancak Tunus’un bağımsızlığını kazanmasının, modernleşme hamlesinin lideri Habib Burgiba hâlâ iktidardaydı. Burgiba, Nahda’nın bu sürece yönelik bir tehdit olduğunu düşünerek seçimlere katılmasını önledi, siyasal İslam üzerindeki baskıları artırdı. Siyasal İslam yeraltına çekildi, kültürel alana geri döndü. El Gannuşi yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Gannuşi, Bin Ali klanı halk hareketiyle devrilene kadar da Tunus’a dönmedi.
Tunus’ta 23 Ekim 2011’de yapılan seçimlerde, artık yasal alana çıkmış olan En Nahda oyların yüzde 41’ini alarak birinci parti oldu. Ancak, En Nahda toplumun yüzde ellisinden fazlasının kendisine oy vermediğini, halkı laiklik yanlısı kesiminin gücünü, seküler-liberal entelijensiyanın devlet aygıtı üzerindeki etkisini, uluslararası baskıları göz önüne alarak şeriat düzeni getirmeyi amaçlamadığını ısrarla anlatmaya, liberallerle işbirliği yolları aramaya başladı. Bu pazarlıklar sonunda, devlet başkanlığı, Tunus’ta insan hakları alanında uzun yıllar mücadele vermiş olan Munsif Marzuki’ye verildi. Hükümeti de Marzuki’nin partisi laik eğilimli Cumhuriyet Kongre Partisi, Emek ve Özgürlük İçin Forum Partisi ile bir koalisyon oluşturan En Nahda kurdu. Gannuşi başbakan oldu.
Bu şekillenme, siyasal İslam ile seküler güçler arasında bir uzlaşmaya, yumuşak ve sancısız, liberal hak ve özgürlükleri koruyacak bir “dönüşüm” sürecine işaret ediyordu. Şeriat düzeni korkusu da yatışmaya başladı. Ancak geçen haftalarda yaşanan kimi olaylar, “şeriat”ın ön kapıdan geri çevrilmesinin aslında bir taktik adım olduğunu, şimdi arka kapıdan içeri alınmakta olduğunu, En Nahda ve Gannuşi’nin, belli mevzileri kazandıktan sonra, artık liberallerle yaptıkları anlaşmaya değer vermediklerini düşündürüyordu.
Siyasal İslam – liberal ittifakı çöküyor.
İslamcı-liberal ittifakın çözülme sürecini Selefi hareketin siyasi arenaya ve de sokaklara En Nahda’nın tabanını da etkileyecek biçimde dönmesinin başlattığı söylenebilir.
Siyasal İslamın, anayasa olarak Kuran’ın kabul edilmesini isteyen, seçimleri, “demokratik” süreçleri anlamsız bulan Selefi kanadı, bir süredir sesini yükseltiyordu. Bu yılın başında “Persepolis” filmini gösteren TV kanalına yönelk protestolar, kanala para cezası verilmesine yol açmıştı. Tunuslu bir futbolcuyla kız arkadaşının açık saçık resimlerini basan gazetenin editörü de yargılanarak benzer bir cezaya çarptırıldı. Bu sırada Selefi gruplar bazı kentlerde içki satan dükkânlara saldırmaya başlamışlardı. Tunus Demokratik Kadınlar Birliği sözcüleri, kadınların 1956’daki bağımsızlıktan bu yana elde ettikleri kazanımlarının tehlikede olduğunu söylüyorlardı.
Bu gelişmeler ufukta kara bulutların toplandığını gösterirken fırtına 10 Haziran gecesi Selefi militanların Abdelia Sarayı’nı basarak “Sanatın Baharı” temalı bir resim sergisindeki resimleri parçalamasıyla patlak verdi. Selefi militanların dini duyarlıklara ters buldukları sanat yapıtlarını hedef alan bu eyleminin ardından, günlerce sokaklarda Selefi kalabalıklarla polis arasında çatışmalar yaşandı. Kimi önde gelen dini liderler, isimleri Facebook’ta da yayımlanan sanatçıların öldürülmesine ilişkin fetvalar verdiler.
Serginin küratörü Meryen Budurbala, “Devrimden sonra sanatçılar bir özgürlük duygusuna kapıldılar. Bu duyguyu serbestçe ifade etmek istediler. Çok güçlü yapıtlar ürettiler”... “Sanatçılar böyle bir tepki beklemiyorlardı” diyormuş (Reuters 27/06/2012).
Bu olaylardan sonra En Nahda hükümeti, yaptığı açıklamada olaylara “sanatçıların özgürlükleri sınır tanımadan kullanmaya kalkmalarının neden olduğunu” saptadıktan sonra, “ifade özgürlüğünün sınırsız olamayacağını”, İslamı duyarlılıkları zedeleyecek etkinlikleri cezalandıracak yasaların acilen çıkarılacağını vurguladı. Kültür bakanlığı da sergiyi düzenleyenlere karşı yasal işlem yapılacağını açıkladı.
Adının açıklanmasını istemeyen bir sanatçı “Sanat aslında tamamen yoruma ilişkin olduğundan, neyin dini değerleri hedef aldığını saptama çabaları kaçınılmaz olarak soru soranları, entelektüelleri hedef alan bir baskı kampanyasına yol açacak” diyor.
Al Akhbar gazetesi, Selefi hareketin tepkilerinin, kültürel alanla sınırlı olmadığını, bir taraftan da silahlanmakta olduklarını aktarıyor. Selefi militanlar Ruhiya bölgesinde orduyla çatışmışlar; bir albay, iki asker ve üç silahlı militan ölmüş. İkinci olay Libya sınırında ülkeye silah sokmaya çalışan bir Selefi grupla güvenlik güçleri arasında yaşanmış, Cezayir sınırında da ciddi olaylar yaşanıyormuş (18/06/2012).
Bir diğer gelişmede de geçen hafta, Gannuşi hükümeti, Kadafi’nin, Tunus’a sığınmış başbakanlarından Ali Al Mahmudi’yi ani bir kararla, Cumhurbaşkanı’nın izni alınmadan apar topar Libya’ya iade etti. Halbuki Cumhurbaşkanı Marzuki, ülkesine dönerse, işkence görür, idam edilir gerekçesiyle Mahmudi’nın Tunus’ta kalmasına izin veriyor, iade taleplerini geri çeviriyordu.
Hükümetin, iade işlemini Cumhurbaşkanı’nın otoritesini hiçe sayarak gerçekleştirmesi, siyasal İslamın liberallerle yaptığı uzlaşmaya artık itibar etmediğini gösterdi. Bunun üzerine, geçen çarşamba günü, liberal partilerin meclisteki temsilcileri, hükümeti düşürmek için bir güvensizlik oylaması örgütleme sürecini başlattılar.
Tunus’ta devrimci demokratik halk hareketi diktatörleri devirdiğinde bir iktidar boşluğu, buna bağlı olarak da bir olasılıklar alanı oluşmuştu. Ne yazık ki bu alan kısa sürede, en örgütlü toplumsal güç, Müslüman Kardeşler hareketi tarafından doldurulmaya başlandı. Bu sürece daha baştan direnmek yerine, Müslüman Kardeşler’in kurduğu Nahda partisinin, uzlaşmacı söylemine, “değişim” vaadine kapılan, liberal entelijansiya, kendi huzur alanlarına çekilerek sürece teslim olmayı seçti. Bunlar, “düşünceyle” değil de hazlarının kısa dönemli talepleri üzerinde şekillenen iyimser kanaatlerle davrandılar, tam anlamıyla bir “stratejik cehalet” örneği sergilediler. Bu liberaller, yükselmekte olan hareketin sadakatlerini, stratejik hedefini anlamaya çalışmak yerine, siyasal İslamla aynı siyasi coğrafyayı, laik yönetimlerin mirası kültürel özgürlüklerini korumaya devam ederek paylaşabileceklerine inanmayı seçtiler. De te fabula narratur.
Subscribe to:
Posts (Atom)