Thursday, June 21, 2012

Demokrasi mi dediniz? Amerika'da mı?

(18 Haziran 2012)
 
Eğer bize söylendiği gibi demokrasinin ilk kuralı halkın kendi temsilcilerini özgürce seçmesiyse, hızlanmaya başlayan ABD Başkanlık seçimleri yarışına bakarak kimin kimi seçtiği, kimin kimi temsil etti, ABD yönetiminin de demokrasiden ne anladığı konusunda iyi bir fikir edinebiliriz. 

Yarışın kuralları 
Aslında, ABD Başkanlık seçimlerinde, seçmenin oy isteyen politikacıları tanımak için birçok olanağa sahip olduğu söylenebilir.

Birincisi, başkanlık seçimlerinde partilerini temsil etmek isteyen adaylar, her eyalette partilerinin üyelerinin oylarını alarak, o eyaletin delegelerini kazanmak için yarışıyor. Bu aşamanın sonunda en fazla delegeyi kazanan, partinin adayı olmaya hak kazanıyor. İkinci aşamada başkan adayları, başkanlık seçimleri kampanyasında tüm ülke çapında yarışıyorlar. 

İkincisi gerek aday adayları, gerekse de son aşamada adaylar, kampanyalarını TV programlarından, gazete ilanlarından duvar panolarına, el ilanlarına ve doğrudan telefon konuşmalarına, internet, SMS mesajlarına kadar tüm medya alanını kapsayan, kapı kapı dolaşmayı da içeren bir iletişim ağı ortamında sürdürüyorlar. 

Böylece, seçmenin kendi çıkarına en uygun adayı seçmeden önce gerekli bilgilere ulaşmak için yeterince zamanı, şansı oluyor. Bu seçmenin oylarıyla yapılacak bir seçim de “ideal demokrasinin” koşullarına uyuyor. 

Ancak iki güçlü etken bu “ideal” koşulları olumsuz yönde etkiliyor. 

Birincisi, TV programlarından, gazete ilanlarından duvar panolarına, el ilanlarına, doğrudan telefon konuşmalarına, internet, SMS mesajlarına kadar tüm medya alanını kapsayan, kapı kapı dolaşmayı da içeren çok yaygın bir iletişim ağı ortamında etkin bir kampanya yürütebilmek için çok büyük finansal kaynaklara sahip olmak gerekiyor. Bu nedenle ABD seçimlerinde her zaman çok büyük paralar harcanıyor. Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin dışındaki adayların, eğer her iki partinin toplam kampanyasıyla rekabet edecek kaynaklara sahip değillerse, seçilme şansı olmuyor, bu güne kadar da hiç olmadı. 

İkincisi TV programlarından, gazete ilanlarından duvar panolarına, el ilanlarına ve doğrudan telefon konuşmalarına, internet, SMS mesajlarına kadar tüm medya alanını kapsayan bir iletişim ağı üzerinde kampanya yürütmek, Marshal McLuhan’ın daha 1964 yılında, “Medium is the message” (Mesajı taşıyan aracın kendisi de mesajdır) saptamasıyla işaret ettiği gibi medya ortamının maddi koşullarına uymak anlamına geliyor. Bu beraberinde, bu medyayı kullanan insanın geliştirdiği algılama alışkanlıklarına, dikkatlerini toplama sürelerinin sınırlarına bağımlı olmayı getiriyor. 

Bu koşulları burada etraflıca tartışmak için yeterli yerimiz yok. Ama kısaca, reklam endüstrisinin mesajını tüketiciye ulaştırmak için geliştirdiği en son yöntemleri düşünmek, izleyicinin, mesajı alacak olanın da artık, giderek artan bir yoğunlukta, okumaya değil, hızı giderek artan bir odyovizüel (sesli-görüntülü) mesajlar, imajlar, “mem” ler (başka mesajlara eklenerek yayılan-parazit-simge ve fikir, slogan parçaları), ünlülerin görüntü, yaşam pratiklerine dayalı “özdeşleşme süreçleri” ortamında yaşadığını anımsamak gerekiyor. Kısacası, adayların siyasi kampanyaları piyasada meta satma pratiklerine, sermaye birikim rejimlerinin öznellik üretme süreçlerine giderek daha çok benziyor. Oy verme pratiğini demokratik kılan bilgilenme süreci de hızla yüzeyselleşiyor, bilgiler bir iki slogana, adayın kişiliğini “betimleyen” “mem”lere indirgenerek anlamsızlaşıyor. 

Bu iki etkeni birlikte değerlendirdiğimizde de, karşımıza şöyle bir sonuç çıkıyor: En büyük finansal kaynaklara ulaşabilen aday, seçimleri kazanma şansı en yüksek adaydır. İkincisi, bu kaynakları partilere ve adaylara sağlayabilecek en güçlü ve zengin kişiler, örgütler, kime destek olurlarsa karşılığında ne alacaklarını, medya ortamının dışında (kulüp, toplantı vb, alanlarda, tartışarak) etraflıca, düşünmek durumunda olduklarından, kararlarını, gerçekten bilgilenmiş olarak verebiliyorlar. Bu tür seçim koşulları da, bu ideal demokrasinin aslında en büyük finansal kaynakları harekete geçirebilen çok az sayıda insan için işleyen bir demokrasi olduğunu söylüyor. 

Platon’un ideal devlet tartışmalarında “demokrasiyi yoksulların”, “oligarşiyi zenginlerin” yönetimi olarak tanımladığını anımsarsak, karşımızdaki devlet biçiminin demokrasi olduğunu kabul etmek olanaksızlaşıyor. 

Parayı veren düdüğü çalıyorsa... 
Ama internet, elektronik para, yaygın, hızlı transfer olanakları ortamında yaşıyoruz. ABD seçim yönetmeliğinin bir kişinin, bir adayın kampanyasına yapacağı bağışı 2500 dolarla sınırladığını biliyoruz. Bu yüzden halk isterse kendi adayına yaygın mali yardım yaparak kampanya kasasını doldurabilir; “Obama birinci dönem kampanyasında bu olanaklardan yararlanmadı mı” diyerek benim çok kuşkucu biri olduğumu düşünebilirsiniz. 

Ancak, geçmişte bu kuralların getirdiği kısıtlamalar yasadışı yollardan, hatta kimi zaman valizle taşınan kayıt dışı fonlarla aşılıyordu. Şimdi finansal denetim çok yoğun ve derin. Bu da doğru. Ama şimdi de “Super Political Action Committees” denen bir araç var. 2010’a kadar partileri ve adayları desteklemek için 1947’de yasallaşmış PAC’ler vardı. Bunlara bir yılda yapılacak yardımlar sınırlıydı, bu kaynakların kullanımı federal denetim altındaydı. 2010 yılında, adaya veya partiye doğrudan bağış yapmayan PAC’lere konan sınırlamalar kaldırıldı, böylece Süper PAC’ler oluştu. 

Süper PAC’ler ABD’nin en büyük zenginlerine, istedikleri adayları, adayların kampanyalarına doğrudan katkı yapmadan, kendi yürüttükleri kampanyalar aracılığıyla sınırsız para harcama olanağı getirdi, seçim sürecini, etkileyen çevreyi iyice daralttı. 

Süper PAC’lerin 2012 seçimlerine damgasını vuracağı da daha şimdiden belli oldu. Geçen hafta, haber sitesi POLITICO, Wall Street mali sermaye çevrelerininn, kitle halinde Obama’yı terk ettiğini aktarıyordu. Obama’nın bu çevrelerden 19 eski destekçisi, halen kasasında 56 milyon dolar toplanan Restore Our Future (Mitt Romney’i destekleyen en büyük Süper PAC) kuruluşuna toplam 37.1 milyon dolar bağış yapmış. POLITICO, bu kuruluşa her biri 500 bin dolardan fazla yardım yapan 49 bağışçının da Obama kampından bu kampa geçtiğini saptamış. Dünyanın en zengin 19 kişisinden biri Las Vegas inşaat sektörü devi Adelson (aşırı sağcı, fanatik İsrail destekçisi) ve karısının Restore Our Future fonuna şimdilik 10 milyon dolar yardım yapmaları, bağışlarının 100 milyona çıkabileceğini, aslında bir sınırının olmadığını, söylemeleri de (New York Times, 13/06/2012) Süper PAC’lere, özellikle Romney’i desteklemek üzere yapılan bağışların ne düzeye ulaşabileceğini, demokrasinin sınırlarının nereye kadar daralmakta olduğunu gösteriyor

No comments: