-I- (12 Mart 2012)
Geçen hafta, “büyük resmi” görmeye yardımcı olacak yazı yorum ve raporlara rastladım. Bunlara dayanarak kriz coğrafyasında bir ufuk turu atmayı deneyeceğim.
Ekonomik kriz, yükselen güçler, ortak tehditler
İlk durağım, İngiltere’nin yarı resmi düşünce kuruluşu Chatham House’un kuruluşun direktörü Robin Niblett’in yakında çıkacak kitabından alarak yayımladığı bir bölüm. Geçen hafta devletler arasında, ekonomik rekabetin, kaynaklara ulaşma yarışının hızlandığından, “jeoekonomi”nin yükselmesinden yakınan bir çalışmaya değinmiştim. Niblett’in savı bu çalışmadan oldukça farklı, ama bence onu tamamlıyor. Niblett “var olan uluslararası düzene esas tehdidin, yerleşik ya da yükselen güçlerden değil onların denetimi dışındaki, küreselleşme sürecine karşıt devlet dışı (non-state) unsurlardan ve gruplardan kaynaklandığını” savunuyor.
Niblett’e göre, uluslararası düzenin “önümüzdeki on yıllarda da yaşamaya ve derinleşmeye devam edebilmesi için”, “hem Batı’nın hem de yükselen güçlerin ülkelerinin iç ve dış şoklara dayanıklılığını (çabuk toparlanabilme - resilience) daha da arttırmaları, bölgesel entegrasyonu, daha üst düzey uluslararası işbirlikleri için bir sınav olarak kullanmaları” gerekiyor. “Bu da, her ay yayımlanan bir sürü denemeden biri” diyerek geçecektim ki “resilience” kavramı dikkatimi çekti. Son yıllarda, Batı’da devletlerin söylemi içinde gittikçe artan oranda yer almaya başlayan bu kavramın önemini Mark Neocleous’un çalışmalarından biliyoruz. Neocleous, devletlerin çeşitli tehlikelere işaret ederek toplumda gerginlik, korku yarattıktan sonra, “resilience” geliştirme bahanesiyle çeşitli denetim politikalarını topluma dayattıklarını vurguluyor. Bu “çabuk toparlanabilmek” kapitalizmin ayakta kalabilmesi, (“Capitalist resilience”) anlamına geliyor.
Niblett’in metnini bu sözcüğün “merceğinden” okuyunca da karşımıza, küresel kapitalist düzene yönelik esas tehlikenin, bu düzeni hedef alan, “aşırı, anarşist, suç örgütleri”... “hackers” gruplarından geleceğine ilişkin bir saptama çıkıyor; “sürdürülebilir büyümenin yanı sıra, güvenlik hizmetlerinin iyileştirilmesi önerisi geliyor”. Bunları, “jeoekonominin” geri dönüşüne ilişkin kaygıların, Prof. Dani Rordrik, Prof. Sergei Karaganov’un “Project Syndicat”ta yayımlanan denemeleri ışığında değerlendirince de Niblett’in esasen, kaynak ulusalcılığından ve yükselmeye başlayan kapitalizm karşıtı dalga’dan korktuğu anlaşılıyor.
Rodrik’in, “Yeniden Doğan Ulus Devlet” başlıklı denemesinin ana hattı, küreselleşmecilerin “ulus devlet etkisini kaybediyor mitolojisinin”, teknolojinin ve “çok kimlikliliğin” etkilerini abartan “sınırlar üstü varoluşlara”, “ulusal kimlikleri silen etkilere” ilişkin yaklaşımların, ekonomik krizin basıncı altında dağılmaya başladığı yönünde. Karaganov, “Otoriter Demokrasi Çağı” başlıklı denemesinde, “Arap Baharı” denen “olay”a, “eski baskıcı rejimlerin İslamcılıkla sentez oluşturmaya başlamalarına” dikkat çekmekle birlikte, esas olarak Batı’da ortaya çıkan, “toplumsal (toplum karşıtı) hareketler” üzerinde duruyor.
Karaganov’a göre bu protestoların arkasında iki etken var: Birincisi, geride bıraktığımız 25 yıl boyunca, “kısmen Sovyetler Birliği’nin, komünist yayılma tehlikesinin ortadan kalkmasıyla, Batı’da toplumsal eşitsizliklerin serbestçe büyümesi”. İkincisi, milyonlarca iş olanağının “Batı’dan Doğu’ya kayarken Batı’nın sınırsız büyüme hayali ve komünizme karşı zafer sarhoşluğuyla gereken önlemleri alamamasının yanı sıra, toplumsal refahın ağırlıklı olarak borçlanmaya dayandırılması”. Karaganov’a göre, “ekonomik kriz bu borçlanmayı sürdürmeyi olanaksız kılarken, alınması (kapitalizmi ayakta tutmak için-E.Y) gereken önlemlerin, seçmenin büyük kısmını olumsuz yönde etkilemesi, geçen dönemden yararlanmış azınlığın da elde ettiklerini vermemekte kararlı olması” hükümetleri çok zor bir denklemle karşı karşıya bırakıyor. Bu koşullarda geleneksel liberal demokrasi verimliliğini kaybediyor, ister istemez, gittikçe daha da otoriter özellikler kazanıyor.
Toparlarsam; Robin Niblett’in çalışması, yükselen güçleri ve Batı devletlerini, birbiriyle çatışmak (jeoekonomi politikaları) yerine, hep birlikte kapitalizmi korumak için, serbest piyasa ve kapitalizm karşıtı, ulusalcı, komünist, anarşist akımlara karşı işbirliği yapmaya, adeta bu otoriter, güvenlik saplantılı demokrasi modelini yaygınlaştırmaya çağırıyor.
Akrebin dediği gibi...
Bu çağrı cevapsız kalmaya mahkûm. Çünkü, akrebin, kurbağaya dediği gibi “doğasında var”. Bu yüzden işbirliği olanaklı değil. Niblett’in unuttuğu, aslında kapitalist oluğu için anlaması olanaksız şey de bu. Yaklaşık yüz yıl önce Karl Kaustky de böyle bir işbirliğinin gündemde olduğunu, savaşların bir seçenek olmaktan çıktığını savunuyordu. Lenin’in bu “fanteziyi” paramparça eden cevabını burada aktarmaya yerim yok, ama I. ve II. dünya savaşlarını anımsatmakla yetineceğim.
“Doğasında olan”ın dışavurumunun (akrebin kurbağaya yaptığının) kimi örneklerini şuralarda görebiliriz: Mali krizin ortasında, halklar kemer sıkmaya zorlanırken, küresel silah satışları bütün hızıyla artmaya devam ediyor. Veriler şöyle (yıl/yüzde artış hızı): 2006/14; 2007/15; 2008/16; 2009/15; 2010/9 (Stockholm International Research Institute). Bu sırada, Avrupa’nın efendileri Yunanistan’a yaşam standardını en az yüzde 30 indirecek bir borç ödeme programı, bütçe disiplini dayatırken 2010 yılında, Fransa 662 milyon, Almanya 336 milyon sterlin olmak üzere toplam 1 milyar sterlinlik bir silah alım kontratını imzalatmayı da unutmamışlar (The Daily Telegraph 08/03/1012).
Bu madalyonun öbür yüzünde de en az bunun kadar korkutucu bir resim var. Geçen hafta International Institute of Strategic Studies tarafından yayımlanan Askeri Denge 2012 (Military Balance 2012) başlıklı rapor (240 sterline satıldığı için ne yazık ki, IISS Basın Açıklaması metninden ve ikinci elden aktarmak zorundayım), dünyada askeri dengenin değişmekte olduğunu, Asya’nın savunma harcamalarının Avrupa’yı yakaladığını, bu yıl geçeceğini yazıyor.
ABD ve Avrupa savunma harcamalarını azaltırken, Asya ülkeleri arttırıyormuş. Asya ülkelerinin toplam savunma harcamaları 2011 yılında yüzde 3.5 artmış. Listenin başında, bölgenin toplam harcamalarının yüzde 30’unu gerçekleştiren Çin geliyormuş. Çin’in savunma harcamaları 2001-11 arasında toplam olarak yüzde 250 artmış (IISS); bu yıl da yüzde 11.2 artarak 110 milyar dolara ulaşacakmış (Financial Times, 04/03). Wall Street Journal, “Amerika’nın Krizi, Çin’in Fırsatı” başlıklı yorumunda, bu gelişmenin “liberal uluslararası düzeni tehdit ettiğini” ileri sürüyordu (09/03). Rapora dönersek, 2015 yılına gelindiğinde Çin’in savunma bütçesi ABD dışındaki tüm NATO üyelerinin toplam harcamalarını geçecekmiş (F.T., 07/03). Özetle: jeoekonomi, silahlanma harcamaları, “kapitalizme karşı olanları bastırmak için işbirliği arzusu” ve “otoriter demokrasi”...
Ekonomik kriz, yükselen güçler, ortak tehditler
İlk durağım, İngiltere’nin yarı resmi düşünce kuruluşu Chatham House’un kuruluşun direktörü Robin Niblett’in yakında çıkacak kitabından alarak yayımladığı bir bölüm. Geçen hafta devletler arasında, ekonomik rekabetin, kaynaklara ulaşma yarışının hızlandığından, “jeoekonomi”nin yükselmesinden yakınan bir çalışmaya değinmiştim. Niblett’in savı bu çalışmadan oldukça farklı, ama bence onu tamamlıyor. Niblett “var olan uluslararası düzene esas tehdidin, yerleşik ya da yükselen güçlerden değil onların denetimi dışındaki, küreselleşme sürecine karşıt devlet dışı (non-state) unsurlardan ve gruplardan kaynaklandığını” savunuyor.
Niblett’e göre, uluslararası düzenin “önümüzdeki on yıllarda da yaşamaya ve derinleşmeye devam edebilmesi için”, “hem Batı’nın hem de yükselen güçlerin ülkelerinin iç ve dış şoklara dayanıklılığını (çabuk toparlanabilme - resilience) daha da arttırmaları, bölgesel entegrasyonu, daha üst düzey uluslararası işbirlikleri için bir sınav olarak kullanmaları” gerekiyor. “Bu da, her ay yayımlanan bir sürü denemeden biri” diyerek geçecektim ki “resilience” kavramı dikkatimi çekti. Son yıllarda, Batı’da devletlerin söylemi içinde gittikçe artan oranda yer almaya başlayan bu kavramın önemini Mark Neocleous’un çalışmalarından biliyoruz. Neocleous, devletlerin çeşitli tehlikelere işaret ederek toplumda gerginlik, korku yarattıktan sonra, “resilience” geliştirme bahanesiyle çeşitli denetim politikalarını topluma dayattıklarını vurguluyor. Bu “çabuk toparlanabilmek” kapitalizmin ayakta kalabilmesi, (“Capitalist resilience”) anlamına geliyor.
Niblett’in metnini bu sözcüğün “merceğinden” okuyunca da karşımıza, küresel kapitalist düzene yönelik esas tehlikenin, bu düzeni hedef alan, “aşırı, anarşist, suç örgütleri”... “hackers” gruplarından geleceğine ilişkin bir saptama çıkıyor; “sürdürülebilir büyümenin yanı sıra, güvenlik hizmetlerinin iyileştirilmesi önerisi geliyor”. Bunları, “jeoekonominin” geri dönüşüne ilişkin kaygıların, Prof. Dani Rordrik, Prof. Sergei Karaganov’un “Project Syndicat”ta yayımlanan denemeleri ışığında değerlendirince de Niblett’in esasen, kaynak ulusalcılığından ve yükselmeye başlayan kapitalizm karşıtı dalga’dan korktuğu anlaşılıyor.
Rodrik’in, “Yeniden Doğan Ulus Devlet” başlıklı denemesinin ana hattı, küreselleşmecilerin “ulus devlet etkisini kaybediyor mitolojisinin”, teknolojinin ve “çok kimlikliliğin” etkilerini abartan “sınırlar üstü varoluşlara”, “ulusal kimlikleri silen etkilere” ilişkin yaklaşımların, ekonomik krizin basıncı altında dağılmaya başladığı yönünde. Karaganov, “Otoriter Demokrasi Çağı” başlıklı denemesinde, “Arap Baharı” denen “olay”a, “eski baskıcı rejimlerin İslamcılıkla sentez oluşturmaya başlamalarına” dikkat çekmekle birlikte, esas olarak Batı’da ortaya çıkan, “toplumsal (toplum karşıtı) hareketler” üzerinde duruyor.
Karaganov’a göre bu protestoların arkasında iki etken var: Birincisi, geride bıraktığımız 25 yıl boyunca, “kısmen Sovyetler Birliği’nin, komünist yayılma tehlikesinin ortadan kalkmasıyla, Batı’da toplumsal eşitsizliklerin serbestçe büyümesi”. İkincisi, milyonlarca iş olanağının “Batı’dan Doğu’ya kayarken Batı’nın sınırsız büyüme hayali ve komünizme karşı zafer sarhoşluğuyla gereken önlemleri alamamasının yanı sıra, toplumsal refahın ağırlıklı olarak borçlanmaya dayandırılması”. Karaganov’a göre, “ekonomik kriz bu borçlanmayı sürdürmeyi olanaksız kılarken, alınması (kapitalizmi ayakta tutmak için-E.Y) gereken önlemlerin, seçmenin büyük kısmını olumsuz yönde etkilemesi, geçen dönemden yararlanmış azınlığın da elde ettiklerini vermemekte kararlı olması” hükümetleri çok zor bir denklemle karşı karşıya bırakıyor. Bu koşullarda geleneksel liberal demokrasi verimliliğini kaybediyor, ister istemez, gittikçe daha da otoriter özellikler kazanıyor.
Toparlarsam; Robin Niblett’in çalışması, yükselen güçleri ve Batı devletlerini, birbiriyle çatışmak (jeoekonomi politikaları) yerine, hep birlikte kapitalizmi korumak için, serbest piyasa ve kapitalizm karşıtı, ulusalcı, komünist, anarşist akımlara karşı işbirliği yapmaya, adeta bu otoriter, güvenlik saplantılı demokrasi modelini yaygınlaştırmaya çağırıyor.
Akrebin dediği gibi...
Bu çağrı cevapsız kalmaya mahkûm. Çünkü, akrebin, kurbağaya dediği gibi “doğasında var”. Bu yüzden işbirliği olanaklı değil. Niblett’in unuttuğu, aslında kapitalist oluğu için anlaması olanaksız şey de bu. Yaklaşık yüz yıl önce Karl Kaustky de böyle bir işbirliğinin gündemde olduğunu, savaşların bir seçenek olmaktan çıktığını savunuyordu. Lenin’in bu “fanteziyi” paramparça eden cevabını burada aktarmaya yerim yok, ama I. ve II. dünya savaşlarını anımsatmakla yetineceğim.
“Doğasında olan”ın dışavurumunun (akrebin kurbağaya yaptığının) kimi örneklerini şuralarda görebiliriz: Mali krizin ortasında, halklar kemer sıkmaya zorlanırken, küresel silah satışları bütün hızıyla artmaya devam ediyor. Veriler şöyle (yıl/yüzde artış hızı): 2006/14; 2007/15; 2008/16; 2009/15; 2010/9 (Stockholm International Research Institute). Bu sırada, Avrupa’nın efendileri Yunanistan’a yaşam standardını en az yüzde 30 indirecek bir borç ödeme programı, bütçe disiplini dayatırken 2010 yılında, Fransa 662 milyon, Almanya 336 milyon sterlin olmak üzere toplam 1 milyar sterlinlik bir silah alım kontratını imzalatmayı da unutmamışlar (The Daily Telegraph 08/03/1012).
Bu madalyonun öbür yüzünde de en az bunun kadar korkutucu bir resim var. Geçen hafta International Institute of Strategic Studies tarafından yayımlanan Askeri Denge 2012 (Military Balance 2012) başlıklı rapor (240 sterline satıldığı için ne yazık ki, IISS Basın Açıklaması metninden ve ikinci elden aktarmak zorundayım), dünyada askeri dengenin değişmekte olduğunu, Asya’nın savunma harcamalarının Avrupa’yı yakaladığını, bu yıl geçeceğini yazıyor.
ABD ve Avrupa savunma harcamalarını azaltırken, Asya ülkeleri arttırıyormuş. Asya ülkelerinin toplam savunma harcamaları 2011 yılında yüzde 3.5 artmış. Listenin başında, bölgenin toplam harcamalarının yüzde 30’unu gerçekleştiren Çin geliyormuş. Çin’in savunma harcamaları 2001-11 arasında toplam olarak yüzde 250 artmış (IISS); bu yıl da yüzde 11.2 artarak 110 milyar dolara ulaşacakmış (Financial Times, 04/03). Wall Street Journal, “Amerika’nın Krizi, Çin’in Fırsatı” başlıklı yorumunda, bu gelişmenin “liberal uluslararası düzeni tehdit ettiğini” ileri sürüyordu (09/03). Rapora dönersek, 2015 yılına gelindiğinde Çin’in savunma bütçesi ABD dışındaki tüm NATO üyelerinin toplam harcamalarını geçecekmiş (F.T., 07/03). Özetle: jeoekonomi, silahlanma harcamaları, “kapitalizme karşı olanları bastırmak için işbirliği arzusu” ve “otoriter demokrasi”...
-II- (14 Mart 2012)
Kısa “ufuk turu” denemesinin ilk bölümünü bitirirken, gözlemlerimi “jeo-ekonomi (emperyalizm), silahlanma harcamaları”, “kapitalizme karşı olanları bastırmak için işbirliği arzusu” ve “otoriter demokrasi” olarak özetlemiştim.
Bu gözlemlerle, “20. yüzyılın başında küreselleşme neden çökmüştü” sorusuna cevap arayan çalışmaların ortaya çıkardıkları bulgular arasında korkutucu paralellikler var. 1990’ların başından bu yana yaşananlar, o dönemde bu köşede tartıştığımız öngörülere uygun yönde ilerlemiş olduğundan, söz konusu araştırmaların bulgularını bir kez daha aktarmak yararlı olabilir.
Bu araştırmalar, küreselleşme (emperyalist ülkelerin sermayesinin kriz eğilimlerini, mal, sermaye, nüfus fazlasını göndererek öteleme gereksinimlerine açık bir küresel kapitalist ekonomi oluşturma) sürecinin, üç çelişkinin derinleşmesiyle çöktüğünü gösteriyordu.
Gelişmiş kapitalist devletler içinde gelir dağılımının daha da bozulmasıyla derinleşen “toplumsal sorun”, yükselen toplumsal muhalefet, yoğunlaşan kapitalizme alternatif arama çabaları; hükümetler bunlara cevap verirken korumacılığın yükselmesi. İkincisi, gelişmiş kapitalist devletler arasında, güç dağılımının bozulmaya, dengelerin değişmeye başlaması. Üçüncüsü, ikincisine bağlı olarak yeni açılmakta olan coğrafyalarda, büyük güçler arasında paylaşım rekabetinin, emperyalizme karşı yerel direnişlerin yoğunlaşması. Bu üç çelişki üzerinden, devrimler, emperyalist savaşlar, sömürge katliamları, bağımsızlık savaşları küreselleşme sürecini çökertmişti.
Yirminci yüzyılın başında çöken “küreselleşme” İngiliz hegemonyası altında inşa edilmişti; bugün dağılmaya başladığından giderek daha çok sayıda yorumcunun şüphelenmeye başladığı küreselleşme süreci, ABD hegemonyası altında şekillendi. Bugün de “küreselleşmenin krizi” bir hegemonya (ABD) kriziyle birlikte ilerliyor.
Hegemonya, bir grup ülkeyi belli dış politika hedefleri doğrultusunda, zor kullanmaya gerek kalmadan, ikna ve liderlikle, kabule dayanan bir süreç içinde yönlendirebilme kapasitesi anlamına geliyor. ABD’nin bu bağlamda gittikçe daha fazla zorlandığını görüyoruz. Örneğin, Prof. Roubini ve Eurasia Group’un direktörü oIan Bemmer, Foreign Policy dergisiyle geçen hafta yaptıkları bir söyleşide, Rusya ve Çin’in artık ABD’nin ne düşündüğüne pek fazla aldırmadıklarına dikkat çekiyorlardı. Aynı dergide James Traub, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkelerinin yanı sıra, Güney Afrika, Endonezya’nın, Suriye sorununda ABD ve Avrupa’nın yanında yer almamakta ısrar ediyor olmalarından yakınıyordu.
‘Yüzde 99’ her yerde
Devletler arası ilişkiler alanında çelişkiler derinleşirken, ülkelerin içindeki çelişkiler de derinleşiyor, “toplumsal sorun” gündemin başına oturmaya başlıyor.
Geçen hafta Wall Street Journal’da, Prof. Metzer’in (Carnegie Mellon ve Standford) bir yorum çok ilginç iki gelişmeye ışık tutuyordu. Birincisi, 1903-2004 arasında yalnızca ABD’de değil daha birçok gelişmiş ülkede en üst yüzde birin geliri yüzde 99’unkine göre artmış. İkincisi Metzer’in sunduğu grafik bu artışların 1900-1910 arasında en sert olmak üzere 1900-1930 arasında belirgin sıçramalar yaşadığını, 1950-1980 arasında dalgalanmaların yavaşladığını, artışların zayıfladığını sergiliyor. Aynı grafik, 1980’lerin sonundan itibaren, “finansallaşma başladıktan sonra, artışlardaki dalgalanmaların sertleştiğini, artışlarda sıçramalar başladığını” da gösteriyor. Kısacası, gelir dağılımındaki bozulmalar kapitalizmin tümüne ait bir olgu. İkincisi, finansallaşma (küreselleşme) dönemlerinde daha da bozuluyor. Toplumsal altüst oluşlarla bu dalgalanmaların artması, şiddetlenmesi arasında doğrudan bir ilişki olduğu görülüyor.
“Toplumsal sorunun” böyle yeniden gündeme gelmesiyle birlikte, genelde “liberal demokrasilerin”, liberal (kişi özeli, bireysel haklar ve özgürlükler vb.) özellikleri terk ederek otoriter demokrasilere “güvenlik devletlerine” dönüşmeye başladıklarını görüyoruz.
Bugün, bu süreç iki yoldan ilerliyor. Birincisi, pazartesi aktardığım araştırmacı, Prof. Mark Neocleous’un çalışmalarının ışık tuttuğu gibi, savaşı ve “terorizm” tehlikesine “doğal felaketlere” karşı “hazırlıklı olma” uygulamalarını, ülke içinde halkı denetim altına alma, pasifleştirme ve muhalefeti bastırma aracı olarak kullanmaktan geçiyor. İkincisi de, Northern College, Sheffield Hallam Üniversitesi’nden John Grayson’un geçen hafta Open Democracy sitesinde “Britain as a private security state: First they came for the asylum seeker” (Özelleştirilmiş güvenlik devleti olarak Britanya: Önce sığınmacılar için geldiler) başlıklı yazısında aktardığı gibi “göçmenler ve sığınmacılar” (yabancılar) sorunu üzerinden ilerliyor. Bunlara, The Weekly Standard dergisinin (Neocon) editörü Caldwell’in Financial Times’taki köşesinde yayımladığı “En sinsi bela olarak Hackers” başlıklı yorumuna bakarak, internet güvenliği sorununu da eklemek gerekiyor. İngiltere hükümeti şu sırada çıkarmakta olduğu bir yasayla tüm vatandaşlarının internet trafiğini, cep telefonu konuşmalarını izlemeye hazırlanıyor.
Yine dışarda emperyalizm, sömürge savaşları, içerde, otoriter eğilimler, siyasi gericilik... Akrebin dediği gibi “doğasında var...”
Bu gözlemlerle, “20. yüzyılın başında küreselleşme neden çökmüştü” sorusuna cevap arayan çalışmaların ortaya çıkardıkları bulgular arasında korkutucu paralellikler var. 1990’ların başından bu yana yaşananlar, o dönemde bu köşede tartıştığımız öngörülere uygun yönde ilerlemiş olduğundan, söz konusu araştırmaların bulgularını bir kez daha aktarmak yararlı olabilir.
Bu araştırmalar, küreselleşme (emperyalist ülkelerin sermayesinin kriz eğilimlerini, mal, sermaye, nüfus fazlasını göndererek öteleme gereksinimlerine açık bir küresel kapitalist ekonomi oluşturma) sürecinin, üç çelişkinin derinleşmesiyle çöktüğünü gösteriyordu.
Gelişmiş kapitalist devletler içinde gelir dağılımının daha da bozulmasıyla derinleşen “toplumsal sorun”, yükselen toplumsal muhalefet, yoğunlaşan kapitalizme alternatif arama çabaları; hükümetler bunlara cevap verirken korumacılığın yükselmesi. İkincisi, gelişmiş kapitalist devletler arasında, güç dağılımının bozulmaya, dengelerin değişmeye başlaması. Üçüncüsü, ikincisine bağlı olarak yeni açılmakta olan coğrafyalarda, büyük güçler arasında paylaşım rekabetinin, emperyalizme karşı yerel direnişlerin yoğunlaşması. Bu üç çelişki üzerinden, devrimler, emperyalist savaşlar, sömürge katliamları, bağımsızlık savaşları küreselleşme sürecini çökertmişti.
Yirminci yüzyılın başında çöken “küreselleşme” İngiliz hegemonyası altında inşa edilmişti; bugün dağılmaya başladığından giderek daha çok sayıda yorumcunun şüphelenmeye başladığı küreselleşme süreci, ABD hegemonyası altında şekillendi. Bugün de “küreselleşmenin krizi” bir hegemonya (ABD) kriziyle birlikte ilerliyor.
Hegemonya, bir grup ülkeyi belli dış politika hedefleri doğrultusunda, zor kullanmaya gerek kalmadan, ikna ve liderlikle, kabule dayanan bir süreç içinde yönlendirebilme kapasitesi anlamına geliyor. ABD’nin bu bağlamda gittikçe daha fazla zorlandığını görüyoruz. Örneğin, Prof. Roubini ve Eurasia Group’un direktörü oIan Bemmer, Foreign Policy dergisiyle geçen hafta yaptıkları bir söyleşide, Rusya ve Çin’in artık ABD’nin ne düşündüğüne pek fazla aldırmadıklarına dikkat çekiyorlardı. Aynı dergide James Traub, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkelerinin yanı sıra, Güney Afrika, Endonezya’nın, Suriye sorununda ABD ve Avrupa’nın yanında yer almamakta ısrar ediyor olmalarından yakınıyordu.
‘Yüzde 99’ her yerde
Devletler arası ilişkiler alanında çelişkiler derinleşirken, ülkelerin içindeki çelişkiler de derinleşiyor, “toplumsal sorun” gündemin başına oturmaya başlıyor.
Geçen hafta Wall Street Journal’da, Prof. Metzer’in (Carnegie Mellon ve Standford) bir yorum çok ilginç iki gelişmeye ışık tutuyordu. Birincisi, 1903-2004 arasında yalnızca ABD’de değil daha birçok gelişmiş ülkede en üst yüzde birin geliri yüzde 99’unkine göre artmış. İkincisi Metzer’in sunduğu grafik bu artışların 1900-1910 arasında en sert olmak üzere 1900-1930 arasında belirgin sıçramalar yaşadığını, 1950-1980 arasında dalgalanmaların yavaşladığını, artışların zayıfladığını sergiliyor. Aynı grafik, 1980’lerin sonundan itibaren, “finansallaşma başladıktan sonra, artışlardaki dalgalanmaların sertleştiğini, artışlarda sıçramalar başladığını” da gösteriyor. Kısacası, gelir dağılımındaki bozulmalar kapitalizmin tümüne ait bir olgu. İkincisi, finansallaşma (küreselleşme) dönemlerinde daha da bozuluyor. Toplumsal altüst oluşlarla bu dalgalanmaların artması, şiddetlenmesi arasında doğrudan bir ilişki olduğu görülüyor.
“Toplumsal sorunun” böyle yeniden gündeme gelmesiyle birlikte, genelde “liberal demokrasilerin”, liberal (kişi özeli, bireysel haklar ve özgürlükler vb.) özellikleri terk ederek otoriter demokrasilere “güvenlik devletlerine” dönüşmeye başladıklarını görüyoruz.
Bugün, bu süreç iki yoldan ilerliyor. Birincisi, pazartesi aktardığım araştırmacı, Prof. Mark Neocleous’un çalışmalarının ışık tuttuğu gibi, savaşı ve “terorizm” tehlikesine “doğal felaketlere” karşı “hazırlıklı olma” uygulamalarını, ülke içinde halkı denetim altına alma, pasifleştirme ve muhalefeti bastırma aracı olarak kullanmaktan geçiyor. İkincisi de, Northern College, Sheffield Hallam Üniversitesi’nden John Grayson’un geçen hafta Open Democracy sitesinde “Britain as a private security state: First they came for the asylum seeker” (Özelleştirilmiş güvenlik devleti olarak Britanya: Önce sığınmacılar için geldiler) başlıklı yazısında aktardığı gibi “göçmenler ve sığınmacılar” (yabancılar) sorunu üzerinden ilerliyor. Bunlara, The Weekly Standard dergisinin (Neocon) editörü Caldwell’in Financial Times’taki köşesinde yayımladığı “En sinsi bela olarak Hackers” başlıklı yorumuna bakarak, internet güvenliği sorununu da eklemek gerekiyor. İngiltere hükümeti şu sırada çıkarmakta olduğu bir yasayla tüm vatandaşlarının internet trafiğini, cep telefonu konuşmalarını izlemeye hazırlanıyor.
Yine dışarda emperyalizm, sömürge savaşları, içerde, otoriter eğilimler, siyasi gericilik... Akrebin dediği gibi “doğasında var...”
No comments:
Post a Comment