Bu yazıyı hazırlamaya oturduğumda, iki konu aklımda birbirleriyle rekabet ediyordu. Birincisi son haftalarda, uluslararası basında rastladığım, gıda, su, krizlerine ve ekonomik modelin tükenişine ilişkin bir sürdürülebilirlik tartışmasıydı. İkinci konu, kaçınılmaz olarak pazar günü yapılacak olan referandumun olası sonuçlarıyla ilgiliydi. Bu iki konu arasında gidip gelirken, bu ikisini birbirine bağlayan bir soru aklımda şekillenmeye başladı: Ya insanlığın geleceğine ilişkin birbirine taban tabana zıt iki seçenekten oluşan bir yol ayrımında duruyorsak? Ya bu iki konu arasındaki bağlantı, bundan sonra ne tür rejimlerle yönetileceğimize ilişkin bir soruysa?
Uygarlığın sürdürülemezlik çıkmazı
Önce Akdeniz sonra, dünya pazarının şekillenmesiyle, bunun içinde başlayan sanayi devriminin etkisiyle çeşitli uygarlıklar, kapitalist üretim tarzının elinde özgünlüklerini kaybederek birbirlerine benzemeye başladılar. Zamanla tüm yerel “yaşam dünyaları”/kültürler/“uygarlıklar”kapitalizmin ekolojik egemenliği altına girdiler: Bu “yerellikler”, artık kapitalizmi yeniden üretebildikleri ölçüde varlıklarını sürdürebiliyorlar. Diğer bir deyişle, artık tek bir dünya var kapitalizmin dünyası.
Ancak tam bunu söyleyebildiğimiz noktada, bu dünyanın artıksürdürülemezliğinin de ayırtına varmaya başlıyoruz. Bu algıyı yaratan etkenlerin başında, yaşamımızı doğrudan etkileyen ekonomik kriz geliyor. 2007’de başlayan mali krizi, 1980’den bu yana kârların gerçekleşmesi için gerekli talebi krediyle destekleyerek aşırı birikim (kapasite fazlası) sorununu öteleyen (ötelerken doğal kaynakların tüketimini daha da hızlandıran) kriz yönetme modelinin (neoliberal küreselleşme) tükendiğini gösterdi. Böylece hem mali kriz etkisini sürdürmeye devam ediyor hem de kapitalizmin krizi, sorunlarını öteleyecek yeni bir model bulamadığından, kendini en temel özellikleriyle dayatıyor.
Bu dayatma, pratikte devletlerin krizin yükünü doğrudan geniş halk kitlelerinin üzerine yıkma çabası olarak karşımıza çıkıyor: Toplumsal harcamalara yönelik kesintiler derinleşiyor; sosyal hakların, özgürlüklerin kısıtlanma süreci hızlanıyor; işsizlik ve yoksulluk artıyor, artmaya da devam edeceği anlaşılıyor. Tüm bunlara karşın kimse bu krizden nasıl çıkılabileceğini söyleyemiyor.
Böylece kapitalist üretim tarzının, 1970’lerde başlayan yapısal krizin bir dönüm noktasında, belirsizliğe takılıp kaldığını söyleyebiliyoruz. Geçen 20 yıl boyunca insanların kafasını serbest piyasa, fırsat eşitliği, küreselleşme safsatalarıyla dolduran, tüm dikkatleri bedenlerin hazlarına, hedonist tüketime odaklaştıran, “pasif nihilizmi” genel ruh hali olarak egemen kılan kapitalizminekonomik krizi şimdi, bu yarattığı öznelliklerin iktidarsızlığının üzerinde, giderek bir uygarlık krizine dönüşüyor. Çünkü bu “pasif nihilist” insan, uygarlığın karşı karşıya olduğu yaşamsal sorunları çözebilecek, uzun soluklu, haz ilkesinin ötesine geçen çözümlere açık değildir.
Gittikçe ağırlaşan su, gıda, enerji kıtlığı iklim ve çevre aşınması sorunları, kapitalist uygarlığın nasıl bir yaşamsal, bekli de “terminal” bir krizle karşı karşıya olduğunu kolaylıkla gösterebiliyor. Bugünkü yaşam koşullarını koruyabilmek için bile, insanlığa 2040 yılına kadar ikinci bir gezegen daha bulmak gerekiyor.
Bunu bulacak durumda olmadığımıza göre, geçen hafta yayımlanan ABD dış politikasında etkin bir düşünce kuruluşuCouncil on Foreign Relations’un bir yorumundaki şu paragraf üzerinde düşünerek devam edebiliriz: “Sel felaketleri, gittikçe hızlanan çölleşme, yerel halkların ve hükümetlerin önüne, uluslararası etkileri de olabilecek büyük sorunlar koyuyor. Devletler gittikçe azalan kaynaklar üzerinde rekabet ediyorlar, büyük göç dalgaları oluşuyor. Hükümetler ülke içindeki siyasi basınçları komşularının üzerine yansıtmaya çalışıyorlar.”
Bilim insanları tartışadursun, dünyanın büyük güçlerinin orduları, iklim değişikliğinin getireceği krizlere, bu şokların yaratacağı durumları yönetmeye yönelik planlar, simülasyonlar yapıyorlar (Michael L. Baker, Council on Foreign Relations 07/09/2010). Afrika, Latin Amerika ve Asya’da büyük güçlerin tarım alanları edinme yarışı hızlanıyor. Gelişmiş, ülkelerin içinde yabancı düşmanlığı, ırkçı eğilimler, emperyalizme bağımlı ülkelerde dini, etnik çatışmalar, diğer bir deyişle “günah keçisi” (bizi bu hale düşüren, aklımızı bozan yabancı unsur) arama eğilimleri güçleniyor.
‘Demokrasi’ bitiyor
Uygarlığın dokusu, ekonomik, ideolojik (pasif nihilizme karşı, dinci fanatizm), siyasi, ekolojik krizlerin basıncı altında çözülürken egemen sınıfların, seçkinlerinin, siyasi, ekonomik güçlerinin maddi zemininin giderek aşınmasına seyirci kalmaları düşünülemez. Bu kesimlerin ellerindeki devletin disiplin ve ceza aygıtları (bürokrasi, ordu, polis) ve ideolojik (itaat yaratma) aygıtları yoluyla gidişe el koyarak kendi çözümlerini dayatmaları kaçınılmaz.
Hatta 11 Eylül 2001’den bu yana, uygulamaya konan güvenlik önlemleri, kurumları, dini, ırkçı söylemlere bakarak bu sürecin başladığını söyleyebiliriz. Bu sırada devlet, finans kapitalin yönetim kurumu olarak ekonomiye müdahale pratiklerine geri dönüyor. Yükselen güçlerin bünyesinde devlet kapitalizmi şekilleniyor. Kıt kaynaklara erişimde serbest piyasaya güvenilemeyeceği ortaya çıkıyor. Tüm bunları, yeni model arayışıyla birlikte, oluşmaya başlayan yeni ortamın parçaları olarak düşünebiliriz.
Bu ortamın sergilediği sürdürülemezlik, karşısında seçkinler, halk kitlelerini, aptalca kendi hazlarının peşinde koşan, bunun nedenlerini ve sonuçlarını kavramaktan aciz, kendi gerçek çıkarlarını bilemeyen, edilgen bireyler sürüsü olarak tanımlıyorlar. Bu tanımlamalar, totaliter ideolojilerle desteklenen otoriter rejimlere açılıyor. Nitekim, daha şimdiden kapitalist uygarlığı kurtarabilmek için, bireyi, tüketim alışkanlıklarına, zaman ve mekânına kadar denetlemeye niyetli bir biyopolitik rejiminin yavaş yavaş, (bazı ülkelerde daha hızlı) gündeme geldiğini görüyoruz.
Egemen güçler yeni muhafazakâr-liberal burjuva düşüncesinin son sığınağı olan bireysel “özgürlükler” kavramını da bir kenara itmeye, kendi gereksinimlerine göre yeni değerleri gündeme getirmeye başlıyorlar. Liberal- muhafazakâr ittifakı çatlıyor, liberal eğilimler geriliyor; yeni muhafazakârlığın, reaksiyoner, totaliter eğilimleri öne çıkmaya başlıyor…
AKP hükümetini destekleyen ve taşıyan uluslararası eğilimleri, siyasal İslamın gelişmesine verilen desteği yukarıdaki tanımlamalar altında anlamlandırabiliriz. Eğer referandumdan “evet” sonucu çıktıysa, birinci, totaliter seçeneğin Türkiye’deki yansıması giderek güçlenecek demektir.
Öyleyse, Türkiye’nin de ufkunun ötesinde“büyük resme” bakarak, geniş kitleleri pasif, çocuksu, yönetilecek kalabalıklar olarak değil, ortak çıkarların etrafında bütünleşmiş, aktif bir irade olarak düşünen bir başka seçenek gerekiyor.
Bu seçenek uygarlık krizinin gündeme getirdiği sorunları, büyük çoğunluğun çıkarları açısından ele almalıdır. Bu nedenle “genel irade” kavramına geri dönülmelidir. “Genel irade”, kamusal alan, kamu katılımı kavramlarıyla birlikte, sermayenin küreselleşmesinin, karşısına çalışanların, emeklilerin, çocukların, engellilerin, genel çıkarlarını temsil eden evrensel haklarını koyarak, yeniden düşünülmelidir.
Şimdi bir yol ayrımındayız. Bu yollardaniyice aşınmış olanını seçersek, önümüzde totaliter kapitalizm var. Eğer farklı bir şey istiyorsak (Robert Frost’un ünlü şiirinden çalarak) “daha az gidilmiş olanı”seçebiliriz.
No comments:
Post a Comment