Krizin durumuna genel bir bakış oluşturmaya olanak verecek ekonomik ve siyasi gelişmelerle dolu bir haftayı geride bıraktık. Kimi göstergeler 1930’u anımsatırken, sanırım, mali kriz yenir bir aşamaya giriyor.
Avrupa Birliği içindeki uyumsuzluklar ve ABD ile AB arasındaki mali politika farklılıkları, uluslararası düzene ilişkin artan belirsizlikler de krizin yeni bir aşamaya girdiğini savunan kötümserleri destekliyor.
‘Korku geri döndü’
Haftanın ilk günlerinden başlamak üzere, piyasaların, 10 Mayıs’ta açıklanan yaklaşık 1 trilyon dolarlık Avrupa Kurtarma Fonu’nun yarattığı olumlu havadan sıyrıldıkları görülüyordu. Dünyanın mali merkezlerinde borsalar geçen hafta da sert sarsıntılar yaşadı. Dow Jones Sanayi Endeksi hafta içinde iki kez 10.000’in altına indi. Financial Times Endeksi, ekimden bu yana, ilk kez geçen hafta 5000’in altına indi. Alman Dax pazartesi ve salı günü üst üste gerileyerek yeniden toparlanmaya başlamadan önce son üç ayın en düşük düzeylerini yokladı.
Wall Street Journal, New York Times, Financial Times hafta boyunca, önde gelen ekonomistlerinin ağzından, “bu kriz Yunanistan krizi değil, tüm Avrupa’nın krizi” gibisinden yorumlar aktardılar. Aslında bilinçlere çıkan çok daha derin bir sorundu. Bu sorunu The Economist, “Korku Geri Döndü” başlıklı yazısında, “hükümetler krizin başında çözüm sunuyorlardı, şimdi kendileri sorunun bir parçası oldu” saptamasıyla özetleyecekti. The Economist’e göre “bir kredi kartının borcunu bir başka kredi kartıyla ödemiştik, o kadar”… “borç, olduğu gibi duruyordu”.
Washington’daki, Peterson Institute for International Economics’ten Morris Goldstein’e göre: “Papaz kaçtı oynar gibi, herkes borcunu ötekinin bilançosuna aktarmaya çalışıyor”. “Korkarım ki” diyor Goldstein, “dünyada bu büyük borç yükünü üstlenerek peyder pey eritilmesine olanak verecek kadar geniş omuzlu kurumlar hızla tükeniyor” (Financial Times, 27/05/10). Aynı gün Financial Times, bankalar arası piyasada faizler yükselirken, vadelerin genelde bir haftayla sınırlı kaldığına işaret ederek Avrupa banka sektöründe krizinin devam ettiğini vurguluyordu.
Çarşamba günü The New York Times’ta yayımlanan, David Einhron imzalı “Kolay Para, Zor Gerçekler” başlıklı yorum, borç krizinin salt Avrupa’ya ait bir sorun olmadığını gösteriyordu. Bank of International Settlements’a göre ABD’nin yapısal bütçe açığı 2007 yılında GSMH’nin yüzde 3.1’inden, 2010’da yüzde 9.2’sine yükselmiş. Üstelik bu oran devletin ev piyasasının borçlarını üstlenmesinin getirdiği yükü içermiyormuş. Einhron, gündemdeki mali krizin geleceğini şu iki sorunun cevabı belirleyecek diyor: “Mali piyasalar, asla tatmin edici bir biçimde ödenemeyecek olan bu borçları ne zamana kadar finanse etmeye devam ederler? Bu borçların ne kadarı klasik yöntemlerin yerine monetizasyon yoluyla, para basılarak ödenecek?” Einhron, yorumunu bir zamanlar risksiz olduğuna inanılan kurumların nasıl battığını anımsatarak bitiriyordu.
Devlet borçlarının ödenebilmesi için ekonominin güçlü ve sürdürülebilir bir toparlanma yaşaması gerekiyor. Ama geçen hafta veriler, ABD ekonomisinin henüz bu noktada olmadığını gösteriyordu. Geçen yılın son üç aylık dönemine ilişkin büyüme oranının yüzde 3.2’den 3.4 revize edilmesi bekleniyordu; yüzde 3’e çekildi. Bu revizyonun arkasındaki en önemli etkenin yatırımlardaki yavaşlama olduğu anlaşılıyor. İşsizlik de ekonomistlerin umduğu hızla gerilemiyor. (Financial Times 27/05)
The Daily Telegraph’tan ekonomik editörü Ambrose Evans-Pritchard’ın, perşembe günü, ABD ekonomisinde para arzında (M3), düşük faizlere ve büyük mali genişlemeye karşın, 1929-1930 dönemindekini aşan ani gerilemeye ilişkin gözlemi de çok düşündürücüydü. M3, ABD ekonomisini bir yıl sonra ulaşacağı noktaya ilişkin önemli bir öncü gösterge olarak kabul ediliyor. Bu yüzden Capital Economics’ten Paul Ashworth ve International Monetary Research’ten Prof. Tim Congdon’a göre; “Bu çok korkutucu” ve “depresyon riskinin artmakta olduğuna işaret ediyor”. ABD öncü göstergeler endeksi de (ECRI) ekim ayından bu yana sürekli düşüyor (Telegraph, 26/05). Legal & General Investment Management’ten ekonomist Tim Drayson, “Piyasalar, yalnızca bir şeye yoğunlaşırlar; şimdi Avrupa’ya bakıyorlar, eğer dönüp ABD ye bakarlarsa geçen hafta yaşadıklarımız bize yumuşak sarsıntılar olarak görünebilir” diyor (The Observer, 30/05).
Siyaset cephesi de karışık
ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS) geçen hafta açıklandı. UGS, bütçe açığını ve borçlarını en önemli güvenlik riskleri arasında sayıyor, böylece ekonomik krizin ABD’nin uluslararası konumu (imparatorluk ya da hegemonya) üzerindeki sınırlayıcı etkisini kabul ediyordu.
UGS, ABD’nin, “bu yüzyılın sorunlarını tek başına üstlenemeyeceğini” açıklayarak imparatorluk stratejisinden (“Amerikan Yüzyılı” / “Pax Americana”) resmen vazgeçiyor. Hillary Clinton, “gücü ve etkiyi doğrudan uygulamadan, dolaylı uygulama eğilimine geçildiğini” vurgularken de ittifaklara dayanan hegemonya stratejisine geri dönüldüğünü açıklıyordu. Ancak, imparatorluk stratejisi zaten ekonomik, kültürel gücün, “dolaylı etkinin” zayıflamasından kaynaklanmamış mıydı? Bugünün, gerileyen küreselleşme, mali kriz, yükselen güçler ortamında, dolaylı etki stratejisi yoluyla liderliği korumanın maddi zemini, ABD açısından çoktan yok olmamış mıydı? Bu soru da bizi dünya ekonomisinin en kritik sorununa, kriz içinde yönlendirici bir merkezin yokluğuna getiriyor.
Geçen hafta uluslararası medya bu yokluğun çarpıcı örnekleriyle doluydu. Avrupa’da mali kriz 1 trilyon dolarlık yardım fonuna karşın derinleşmeye, Avro düşmeye, birliğin geleceği üzerindeki kara bulutlar artmaya devam etti. Çünkü Almanya, Fransa ve İngiltere mali reform ve uygulamalar konusunda anlaşamıyorlar. Fransız Ekonomik Gözlemler Enstitüsü’nden Eloi Laurent’e göre “eşgüdümlü paket değil eşgüdümlü bunalım, hatta eşgüdümlü bir salaklık söz konusu” (Christian Science Monitor 26/05).
Anglosakson medya (New York Times, The Economist, Financial Times) Almanya başta olmak üzere ulusal çıkarların, Avrupa’nın birlik sürecinin önüne geçtiğini, Merkel’in “Thatcher’i anımsatan dar görüşlü tutumunun” AB’nin sonunu hazırladığını vurguluyordu. AB krizi giderek ABD ekonomisini, hatta küresel mali sitemin geleceğini tehdit ederken ABD’nin AB’yi de arkasına alarak ortak bir strateji geliştirmediği dikkat çekiyordu. Der Spiegel’e göre, “maliye politikası söz konusu olduğunda ABD ile Avrupa arasında okyanuslar” vardı. AB hemen borçlarını ödeyerek istikrara geri dönmeyi amaçlarken ABD, genişlemeci politikalara devam edilmesini istiyordu (27/05).
ABD’ye rağmen gerçekleştirildiği düşünülen Türkiye-Brezilya-İran nükleer yakıt anlaşması, uluslararası topluluğun “Kuzey Kore” karşısındaki çaresizliği, Rusya’nın Ortadoğu’ya geri dönüşüne ilişkin, Medvedev’in Suriye ziyareti üzerinden geliştirilen genelde olumlu yorumlar, siyasi merkez yokluğu algısını destekliyor. Ekonomik krizin ortasında, siyasi merkezini de kaybeden “dünya düzeninin” korkutucu senaryolarla dolu bir geleceğe yelken açtığı söylenebilir.
No comments:
Post a Comment