Davos toplantılarını izlerken, anlaşılan “dünya ekonomisinin ve siyasi düzeninin karşı karşıya olduğu sorunlar, gündelik medyada yansıtılanlardan çok daha ağır ve kaygı verici” diye düşünmüştüm. Geçen hafta medyanın gündemini dolduran konular, dünya ekonomisinin zirvesinde ve dümenindekilerin, Davos’ta dile getirdikleri kaygılarında haklı olduklarını gösteriyordu.
Sıradan bir ekonomik durgunluktan farkını vurgulamak amacıyla, “bu kriz o kriz” derken, ekonomik ve siyasi sorunların (risklerin) kesişerek oluşturduğu, özel bir “durum”la karşı karşıya olduğumuzu vurgulamak istiyordum. Geçen hafta, medyanın gündemi tam da böyle bir “durumu” yansıtıyordu. Borsalar aniden sarsıldı, Avrupa Birliği’nin geleceği, ABD’nin bütçe açığı mali piyasalarda spekülasyon konusu oldu, egemen büyük güç ABD ile yükselen büyük güç Çin arasındaki gerginlik aniden su yüzüne çıkarak tırmanmaya başladı. Bu sırada egemen kriz yönetim biçimi neo-liberalizme karşı, işçi sınıfının Türkiye’de ve Yunanistan’da ülke çapında gerçekleştirdiği direnişler, “Yunanistan yönetilemiyor mu”, “Sırada Portekiz mi var” sorularıyla birlikte sınıf mücadelesinin siyasi ikliminin de değişmekte olduğunu gösteriyordu. Kısaca, kriz, “ben buradayım” diyordu.
Ekonomik riskler yine gündemde
Geçen hafta perşembe günü, Dow Jones, S&P 500 indeksleri, yüzde 2.6 ve yüzde 3.1 geriledi, Dow Jones kasımdan bu yana ilk kez 10.000’in altına indi. Ancak esas büyük sallantı Avro bölgesinde ve iflası konuşulan ülkelerden alacaklı büyük bankaların piyasalarında yaşanıyordu. Borsalar yüzde olarak İngiltere’de 2.6, Fransa’da 2.9, Almanya da 3.4, İspanya’da 5.5, Portekiz’de 5.3, Yunanistan’da 3.3 düştü; buna karşılık kredi sigortaları (CDS) bir günde Portekiz’de 28, İspanyada 12, Yunanistan’da 21 puan yükseldi. Asya piyasaları da bu süreci izleyerek cuma günü yüzde 2.5 ile 3.4 arasında değer kaybettiler. Cuma günü bu hava büyük ölçüde devam etti, günü 10.000’in altında geçiren DJ kapanmaya yakın yüzde 0.1’lik bir hamleyle 10.012’ye çıkabildi. Ancak Avrupa piyasaları gerilemeye devam etti. Yüzde olarak, Londra 1.53, Paris 3.4, Frankfurt 1.79 düştü. İspanya, Portekiz ve Yunanistan borsalarının haftalık kaybı sırasıyla yüzde olarak; 7.7, 7.4 ve 8.3 oldu.
Geçen haftanın ikinci yarısında, uluslararası medya yeniden 2007/2008 günlerini anımsatan bir dille konuşuyordu. Ülke iflaslarından (borçlarını ödeyemez duruma düşmelerinden), Yunanistan sorununun bulaşıcılığından, Avro bölgesinin çözülme olasılığından söz ediliyordu. Bu sırada ABD’den gelen işsizlik verilerinin, 2007 sonundan bu yana toplam iş kaybının 8.4 milyona ulaştığını göstermesi, piyasalardaki tedirginliği arttırıyordu. Cuma günü işsizlik verileri oranının ocak ayında yüzde 10’dan yüzde 9.7’ye gerilediğini gösteriyor olması da, iş aramaktan vazgeçenlerin sayısındaki artışlar göz önüne alındığında piyasaların moralini pek fazla yükseltemedi. Asya’daysa, Çin’in para politikasında daraltıcı uygulamaların başladığına ilişkin gözlemler etkili oluyordu. Yatırımcı durgunluktan çıkışın gecikeceğini, Davos’ta dile getirilen “yılın ikinci yarısına ilişkin kötümser beklentileri” de düşünerek metaları, enerji kâğıtlarını satarak dolara dönüyor, bu dönüş, Avro’dan kaçışla birleşerek dolarda görülen güçlenmeyi destekliyordu. Dolar yükselirken milyarlarca dolarlık “Carry Trade” (dolarla borçlanıp yatırım yapmak) piramidi sallanmaya başlıyordu. İki gün boyunca dünya ekonomisindeki ekonomik riskler kendilerini yeniden çok güçlü bir biçimde hissettirdiler.
Siyasi riskler de...
Davos’ta dile getirilen siyasi risklere ilişkin kaygılar da geçen hafta gündemdeydi. Bu kaygılar üç risk alanında odaklaşıyordu. 1- ABD’de işsizlikle bütçe açıkları yüzde 10’larda dolaşırken, Çin’in yüzde 10 düzeyinde büyümeye devam etmesi, ABD’de korumacılık eğilimlerini güçlendirebilir; 2- Pasta küçülürken, işsizlik büyürken halkın banka kurtarmalara yönelik kızgınlığı artıyor. Hükümetler bu basınca nasıl cevap verecek? 3- Mali olarak zayıflamış bir “süper güç”, “çok kutuplu” bir dünyanın tepesinde durmaya çalışıyor.
Bu bağlamda, geçen hafta, ABD’nin Tayvan’a 6 milyar dolarlık silah satış anlaşmasına Çin’in beklenenden çok daha sert bir dille tepki vermesiyle dikkatler ABD-Çin ilişkileri üzerinde yoğunlaşınca ortaya kaygı verici bir görüntü çıktı. Bu silah satışına tepki olarak ABD ile askeri temasları kesebileceğini, ilgili ABD şirketlerine yaptırım uygulayabileceğini vurgulayan, Obama’nın Dalay Lama ile planlanan görüşmesinin iptal edilmesini isteyen Çin, uluslararası ilişkilerde giderek daha kararlı, kendine güvenli davranıyor; İran’a yeni yaptırımlar uygulanmasına açıkça karşı çıkıyor. Pasifik Okyanusu’nda kalıcı askeri üsler oluşturmayı gündemine alan Çin, geçen hafta balistik füzeleri vurmayı gerçekleştiren bir füze sistemini başarıyla denedi. “Pekin Mutabakatı” denen ekonomik model de özellikle gelişmekte olan ülkeler arasında giderek daha çok ilgi çekiyor.
Buna karşılık ABD’nin Çin’e karşı Tayvan ve Tibet kartlarını kullanmaya kararlı olduğu anlaşılıyor. Dahası geçen hafta açıklanan Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme (QDR) raporu, giriş bölümündeki, “diğer ülkelerin askeri modernleşme programları” nitelemesiyle, Çin’i uzun dönemde en önemli rakip olarak saptıyordu. Bu bağlamda, öncelikle Çin açısından iki kaygı verici gelişme söz konusu. Birincisi, QDR, hava-deniz kuvvetleri işbirliğine dayalı yeni bir savaş planını gündemine alıyordu. İkincisi, ABD dünyanın herhangi bir noktasındaki bir hedefi bir saat içinde vurabilecek bir konvansiyonel Acil Küresel Vuruş (C-PGS) sistemi geliştiriyordu (The Asia Times, 04/02). Bu sistemle ABD, Çin’in nükleer silahlarını yerinde imha etme olasılığına kavuşmayı amaçlıyordu. Geçen hafta medyada ABD’nin Körfez ülkelerine, ABD silah sistemleriyle eşgüdüm içinde çalışacak füze savunma sistemleri yerleştirmeye, Körfez’deki deniz gücünü arttırmaya başladığına, böylece, İran’a karşı Bush döneminin saldırgan politikalarına geri döndüğüne ilişkin yorumlar da dikkat çekiyordu.
Resesyondan çıkışın yavaş, büyük kamu borçları, bütçe açıklarıyla, işsizlikte bir azalma getirmeden yaşanıyor olmasının ilk toplumsal, siyasi sonuçlarını Yunanistan’da görüyoruz. Yunanistan’da yaşanan mali krizin, toplumsal gerginliklerin giderek benzer sorunları içeren Portekiz, İspanya ve İtalya gibi ülkelere de sıçrayarak, AB’nin bütünlüğünü tehdit edeceğine ilişkin yorumlara da gittikçe daha çok rastlıyoruz. ABD’ye bakınca, The Economist’in işaret ettiği gibi, Avrupa ülkelerinde görünen otomatik düzenleyicilerin (refah devleti kurumlarının) olmaması, toplumsal muhalefeti yumuşatmak açısından önemli bir eksiklik yaratıyor, siyasi iklimin sertleşeceğini haber veriyor.
Tarihte, kimi konjonktürlerde, uluslararası gerginliklerle ülke içi toplumsal gerginlikler arasında çok zehirli bir ilişkinin şekillenebildiğini biliyoruz. Yönetici seçkinler, ülke içinde artan huzursuzluğun hedefi olmamak için milliyetçilik üzerinden uluslararası gerginlikleri kullanabiliyorlar. ABD-Çin ilişkisinde olduğu kadar, AB sürecinde de bu süreci gündeme getirebilecek gelişmelerin başladığı söylenebilir.
No comments:
Post a Comment