Davos toplantılarını 1990’ların başından bu yana izliyorum. Tabii ki oraya giderek değil… Önceleri yalnızca gazetelerden, sonra da internet üzerinden… Ama hiç bu yıl olduğu kadar açık sözlü, gerçek tartışmalara şahit olmamıştım. Özellikle ilk gün yapılan, “Yeni Normal” ve “Bir Sonraki Kriz” konulu paneller çok aydınlatıcıydı. Bu iki panelde, Roubini, Rogoff, Rajan, Takenaka (Japonya), Zhu Min (Çin), ABD Demokrat Parti’den sendikaların sesi olarak bilinen Frank Barney, Carlyle Grubu’nun kurucusu ve müdürü David M. Rubenstein tartışmalara derinlik kattılar.
Anladığım o ki, dünya ekonomisinin ve siyasi düzeninin karşı karşıya olduğu sorunlar, gündelik medyada yansıtılanlardan çok daha ağır ve kaygı verici. “Küresel büyüme için Yeni Normal nedir” sorusu bu kaygıların ürünü. Bir taraftan bir dönemin, kuralları, alışkanlıkları, açıklayıcı söylemleriyle birlikte geride kaldığında hemen herkes anlaşıyordu. Diğer taraftan yeni kurallar, standartlar, söylemler henüz oluşamamıştı. Üstelik hemen hemen kimse krizin geride kaldığına inanamıyor; çok gerçekçi nedenlerle, yılın ikinci yarısında yeni sarsıntılar, hatta ikinci bir gerileme dalgası bekliyor. “Bundan sonraki küresel kriz ne olacak” sorusu da bu beklentilerle ilgiliydi.
İkinci tartışmaya katılanlardan Financial Times’ın finans sayfaları editörü Gillian Tett’in “Finansal kriz ekonomik makineyi sınava soktu, şimdi siyasi makineyi sınava sokuyor. İkinci sınav da birincisi kadar düş kırıklığı yaratacak” sözleri, iklimi çok iyi yansıtıyordu.
Düşük büyüme yüksek işsizlik
Tartışmalardan, dünya ekonomisinde, ama özellikle gelişmiş ülkelerde, uzun bir süre için “Yeni Normal”in, tarihsel ortalamaların altında bir büyüme hızı, yüksek işsizlik oranları olacağı anlaşılıyor. Tartışmacıların anlaştıkları bir diğer nokta da, bu yılın ikinci yarısında ekonomik toparlanmanın aksamaya başlayacağına ilişkindi. Hükümetlerin ekonomik desteklerinin sonuna geliniyordu, gündemde yeni genişleyici önlemler yoktu. Bu bağlamda, ekonomist Heizo Takenaka iki dipli “W” tipi bir resesyon olasılığının güçlü olduğunu vurgularken Roubini, toparlanmanın “V” değil “U” tipi olduğunu söylüyordu.
Michael J. Elliot’un şirketinin, 52 ülkede 1200 CEO’yu kapsayan anketinin sonuçları da iyimser değildi. CEO’ların yüzde 25’i yeni işçi alabileceklerini söylerken yüzde 25’inin yeni işçi almaya niyeti yokmuş. CEO’ların hepsi, devlet müdahalesi, korumacılık risklerinin, maliyet unsurlarının öneminin artmakta olduğundan yakınıyorlarmış.
Hemen tüm tartışmacılar, gelişmekte olan ülkelerin piyasaları, büyüme oranları konusunda iyimser olduklarını vurguluyorlardı. Ancak, ABD, AB ve Japonya’nın toplam üretimi 40 trilyon dolara ulaşırken Çin’in 4 trilyon dolar düzeyinde dolaşması, toparlanmanın öncelikle merkez ülkelerin performansına bağlı olduğunu gösteriyordu. Merkez ülkelere bakınca da, tüketimin zayıflamaya devam ettiği, kapasite kullanımının yüzde 70’lerde süründüğü, kredi piyasasındaki sıkışıklığın açılmadığı, kaldıraçlı borçların hâlâ çok yüksek düzeyde olduğu görülüyordu.
Carlyle Grubu’nun CEO’su David Rubenstein, “Beni en çok üç ‘D’ (debt, deficit, dollar - borç, açık, dolar) korkutuyor” diyordu. ABD’nin toplam borçlarının 14 trilyon dolara, finansal karşılıkları henüz bulunamamış sosyal harcamaların yükümlülüklerinin 41 trilyona ulaştığına işaret ederek, bu koşullarda doların geleceğinin çok riskli olduğunu vurguluyordu.
Raguran Rajan, “Gelişmekte olan ülkeler geleneksel olarak borçlu hükümetler, gevşek para politikası, piyasa ekonomisine, özel sektöre yönelik kuşku ve kutuplaşmış seçmen özellikleriyle tanımlanırdı. Ancak bugün bu özellikleri gelişmiş ülkelerde görüyoruz” diyerek, çok önemli bir noktaya değindi. Rajan’a göre, Davos’ta her zaman çözüm mültilateral (global) olacak denirdi, ama gerçekte bugün işbirliği çok zordu ve çözümlerin ulusal zeminde şekillenmesi gerekiyordu. Eğer bu çözümler şekillenemezse küreselleşemeden geri gidilebilirdi.
‘Sert güç’ önemli
“Bir Sonraki Kriz” tartışmalarında (ki “Yeni Normal” tartışmalarıyla arasında organik bir bağ olduğu söylenebilir) üç kriz kaynağı olasılığı üzerinde duruldu: Devletlerin borçlarını ödeyemez duruma düşmesi, çok fazla düzenleme, korumacılık. Üç konuşmacı, bu kriz olasılıklarını kısaca savundular; üç konuşmacı da bu savunmaları sorguladı. Sonunda salonda yapılan oylamada kamu borçları sorunu yüzde 50.7, korumacılık yüzde 37 destek alırken düzenleme korkusunun yüzde 12’de kaldığı görülüyordu.
Borç ödeme zorluğunun olası etkilerini açıklarken Rogoff önce, tarihte her büyük mali krizi bir devlet iflası olayının izlediğini anımsattı. Sonra devletlerin bu borçları ödeyebilmek için kemer sıkma politikalarına yöneleceklerini, bunun da yüksek işsizlikle birleşince ciddi siyasi krizlere yol açabileceğini vurguladı. Bu, “Yeni Normal” toplantısında Rajan’ın “ekonomik belirsizlik” döneminden sonra şimdi de siyasi belirsizlikler dönemine giriyoruz” saptamasıyla uyum halindeydi.
Kamu borçları ile ilgili tartışmada, Senatör Barney’in, “savunma harcamalarını kısarak kaynak yaratabiliriz” önerisine, tartışmaya salondan katılan Ian Bremmer, “Doğal kaynaklar üzerinde rekabetin sertleşiyor olması, ‘sert gücün’ öneminin azalmayacağını gösteriyor” diyerek itiraz etti. Bir izleyicinin, “ABD’nin elinde büyük topraklar ve doğal kaynaklar var, neden bunları satarak borçlarını ödemiyor” sorusuna karşılık Carlyle’in CEO’nun ulusal güvenlik, stratejik nedenler sayarak verdiği “olacak iş değil” cevabı, bu politikaları gelişmekte olan ülkelere dayatanların gündemini sergilemesi açısından ibret vericiydi…
Financial Times’dan Gillian Tett de bu tartışmaya, “Önümüzdeki dönemde en önemli sorunlar, sıkıntıları nasıl dağıtacağız, küçülmekte olan pastayı nasıl paylaşacağız, sorularından kaynaklanacak” saptamasıyla katıldıktan sonra “ABD’nin bu konularda hiç deneyimi yok” diyerek çok önemli bir noktaya dikkat çekti.
Her iki toplantıda, konuşmacıların (küresel kapitalist sınıfın temsilcileri olduklarını anımsamakta yarar var) hükümetlerin popülist politikalara yönelmesinden korktuklarını belirtmesi, bir konuşmacının popüler beklentiler kadar “duyarlılık da önemli” uyarısı çok anlamlıydı. Çünkü, duyarlılıktan kastedilen piyasa oyuncularının (kendi sınıfının) duyarlılığıydı. Bir başka konuşmacının, “Kapitalizmin temel taşı hisse senedi sahipliğidir, ama henüz kriz bizi yeterince cezalandırmadı” sözleri de anlamlıydı.
Tartışmacılarda şöyle bir kaygının egemen olduğu görülüyordu: Demokrasi çok önemli; ancak demokrasi için kamuoyu önemli; kamuoyuysa finans kesiminden nefret ediyor… Kamuoyu hükümetlerin bir şeyler yapmasını bekliyor. İşsizlik artarken, hükümetler halklarının, su, gıda gibi temel gereksinimlerini karşılamakta zorluk çekmeye başlarlarsa, korumacılığın gündeme gelmesi kaçınılmaz. Dahası, uluslararası düzeyde işbirliği değil rekabet gündemde ve ortada bunu aşabilecek bir liderlik yok.
No comments:
Post a Comment