Barack Obama’nın Türkiye ziyareti başlıyor. “Hillary Clinton’ın ardından Obama’nın da gelmesi, iki ülke arasında daha yoğun işbirliğinin önünün açıldığı,” şeklinde yorumlanıyor.
ABD’nin imparatorluk rüyaları gördüğü, Başbakan’ın, BOP’un “eş başkanlığına” soyunduğu, günlerden bu yana köprülerin altından çok su aktı. Ama “Yeni ABD” hala emperyalist (Bu kavramı anımsıyor musunuz?) bir ülke. “ABD kaldıracıyla güç yansıtma” hayalleri kuranlar, ilişkilerde bir altın çağ başladığını savunanlar, ABD istedi diye, çocuklarımızı Afganistan çöllerinde ölmeye göndermeden önce, umarım bir kez daha düşünürler.
G20’den İki haber
G20 Nisan toplantısına ev sahipliği yapan İngiltere Başbakanı Brown, kapanış konuşmasında, “yeni bir dünya düzeninin” başladığını muştuladı. “Washington mutabakatı”, “zincirlerinden boşanmış bir küreselleşme dönemi” artık sona ermiş.
Bu kaçıncı “ Yeni Dünya Düzeni” diye sormayalım. Uzun bir süredir dikkat çekmeye çalıştığımız bir olgunun böyle büyük bir platformdan resmen kabul edilmesi, ayakların nihayet yere basması iyi haber. Kötü haber ise şöyle: Küreselleşme sonrası döneme geçiyoruz, ama bu geçişin öbür yakasında bizi neyin beklediğini bilmiyoruz. Yine de, G20 toplantısında “geçiş sürecinin” özelliklerini düşünmemize yardımcı kimi olacak ipuçları vardı.
Birincisi, “Washington mutabakatı” sona erdiğine göre, ortada bir yönetim modeli sorunu var. İkincisi, tarihsel olarak her yönetim modelinin, bir ekonomik siyasi çıkarlar manzumesini ifade ederek, bir hegemonya ilişkisini yansıttığı düşünülürse “yeni model nasıl oluşacak?” sorusu ve “sorunu” karşımızda tüm ağırlığıyla duruyor. Üçüncüsü: Yeni modeli oluşturmak söz konusu olduğunda, karşımızda en azından üç farklı yaklaşımın olduğu görülüyor. Dördüncüsü, işsizlik artışı, dünya ticaretindeki hızlı gerileme, tüm aksi yönde deklarasyonlara rağmen, ulusal düzeyde çözüm arayışlarının giderek öne çıkacağını gösteriyor.
“Primus inter pares”
Obama G20 konuşmasındaki “Roosevelt ve Churchill bir odaya kapanıp pazarlık yapıyor olsaydı çok kolay olurdu, ama o dönem geride kaldı” saptaması iki açıdan anlamlıydı. Birincisi, ABD hala en büyük askeri güç olmakla birlikte hegemonyacı devlet konumunu kaybetmiştir, artık en fazla bir grup ülke arasında “primus inter pares” (eşitler arasında birinci) olmak durumundadır.
İkincisi, Obama’nın Roosevelt- Churchill pazarlıklarına yaptığı gönderme, geçmişte, İngiltere ve ABD arasında yaşanmış “güç transferi” dinamiğini anımsatıyor. Şimdi, yine gündemde bir “güç transferi” sorunu var. “Geçiş sürecinin” öte yakasına geçmek, bu “güç transferi” sorunu çözümlenemeden gerçekleşmeyecek.
G20 toplantısı, olası bir “güç transferi” sürecinin henüz belirlenmekten uzak olduğunu gösteriyordu. Yine de, toplantıdan önce ve toplantı boyunca sürece ağırlıklarını koyan iki aday olduğu söylenebilir: Avrupa Birliği ve Çin. Toplantıda Almanya-Fransa ekseninin ABD’nin kimi taleplerini bloke etmeyi, kendi taleplerini öne çıkarmayı başardığı söylenebilir. Ama AB henüz, Almanya-Fransa ekseninin ötesine geçebilmiş, hegemonya/liderlik sorunlarını aşarak ortak bir irade oluşturabilmiş değil. Çin’in ise giderek, ekonomik siyasi ağırlığını arttırmakla birlikte, ağır sorumluluklar getirecek bir “güç transfer süreci” aramaktan daha çok, şimdilik “katar modelini” (ABD vagonuna atlayarak ilerlemeyi) benimsemiş, gelişmekte olan ülkelere arasında bir liderlik konumu inşa etmeye odaklanmış olduğu söylenebilir. Böylece şekillenmeye başlayan “üç kutuplu” görüntünün, Brezilya, Hindistan, Rusya, hatta Petrol ihracatçısı ülkeler eklenince daha da karmaşık, istikrarsız bir uluslararası “durum” oluşmaya başlıyor. Bu “durum” içinde, bu üçlüye eklenecek ülkeler, tarihsel olarak, daha önce sahip olmadıkları düzeyde bir pazarlık gücü ve dengeleme olanakları elde etmeye başlıyorlar. Umarım, dış işleri ve Başbakan, ABD’nin taleplerini dinlerken, bu yeni “durumu” değerlendirmeyi başarabilirler.
Yeni “durumun” kimi özellikleri…
G20 ortak açıklaması yeni “durumun” tüm özelliklerini yansıtıyordu. Örneğin, ABD-İngiltere ekseninin tüm “Yeni Dünya Düzeni” havasına karşın, ABD hegemonyasının, ticari ve finansal serbestlik, bunları yöneten uluslararası kurumlar gibi dayanaklarını, reformlarla korumaya çalıştığı, verili yapıyı restore etmeyi amaçladığı görülüyordu. “Sürdürülebilir küreselleşme” kavramı, IMF’nin güçlendirilmesi eğilimi, mali piyasaların denetlenmesindeki isteksizlik bu bağlamda değerlendirilebilir. Diğer taraftan, Almanya ve Fransa, kurulu yapıyı, daha fazla yıkılmadan, bir an önce canlandırmayı amaçlayan finansal genişleme taleplerine direniyor, mali piyasaların denetlenmesinde ısrar ederken, ABD hegemonyasını sınırlamayı, Londra’nın mali merkez olma konumunu zayıflatmayı, dolardaki çürümeye ve enflasyon olasılığına karşı korunmayı amaçlıyorlardı. Ekonomileri ağırlıklı olarak mali hizmetler etrafında dönen Anglo-saxon eksenine karşın, Almanya ve Fransa, “kriz sonrası döneme” sanayilerinin ihracat kapasitelerine, toplumsal çelişkileri yumuşatan “refah devleti” mekanizmalarına güvenerek hazırlanıyorlar.
Çin’in, Hong Kong ve Macau’yu vergi cennetleri listesinden çıkartmayı başarmanın yanı, IMF’nin yeniden şekillendirilmesi sürecine ve doların yerine yeni bir para sistemi kurma arayışlarına öncelik verdiğini düşünüyorum.
Diğer taraftan ortamda hazırlanan G20 açıklamasının dünya ekonomisinin geleceği ve mali krizin aşılması açısından çok kritik sorunlara eğilemediği de söylenebilir. Bunlardan biri korumacılıkla mücadeleyse diğeri de bankalardaki zehirli varlıkların temizlenmesiyle ilişkiliydi.
Deklarasyondaki tüm iddiaların aksine korumacılık engellenemeyecek, aslında engellenmesi de gerekmiyor. İşsizliğin ve iflasların artışına paralel sertleşen siyasi çelişkiler ile dünya ticaretindeki ani ve büyük daralma, korumacılığı yalnızca kaçınılmaz değil, bir siyasi istikrar ve savunma aracı olarak zorunlu da kılıyor özellikle gelişmekte olan ülkelerde…
Diğer taraftan, banka sistemi temizlenmeden, kredi piyasasının rahatlaması olanaklı değil. Devletler bankalardaki pisliği üstlenseler bile, bu yükün ekonomileri üzerindeki uzun dönemli basıncının altından nasıl kalkacaklar? Nihayet, geçtiğimiz dönemde, sermaye birikiminin devam edebilmesi için bir kredi köpüğünün oluşmasını gerekli kılan kapasite fazlası, talep yetersizliği sorunu ne olacak! Bunu, batık borçları tasfiye ederek, piyasaya para basarak aşmak olanaklı değil. Bu yollarla, en fazla, andaki sorun, 2001-2006, arasında olduğu gibi bastırılabilir ve ertelenebilir.
Krizin aşılabilmesi için, hem mali piyasalarda ve reel ekonomide birikmiş fazlanın, işsizlik ve talep yetersizliği sorunlarını daha fazla ağırlaştırmadan temizlenmesi, hem de bu temizliği düzenleyecek ya da dayatacak son derecede kırılgan, askeri çatışma riski taşıyan süreçlerin yönetilmesi gerekiyor…
G20 toplantısının, bu süreçleri yönetecek bir iradenin olmadığını ortaya koyması kötü bir haberdi. Tarafların, ama özellikle ABD’nin zaaflarının ayırtında olarak, birbirlerinin gırtlağına atlamaya hazırlanmaya başlamak yerine, sorunları konuşmaya, pazarlık yapmaya başlamış olmalarıysa şimdilik iyi bir gelişme…
No comments:
Post a Comment