Dünya ekonomisinde yaklaşık 18 ay önce bir “kriz” başladı. Eylül ayında borsalar çok sert bir sarsıntı geçirdi, hatta “Crash of September” deyimi söyleme girdi. Geçen hafta gelen haberler krizin derinleşmeye, yayılmaya devam ettiğini gösteriyordu. Haftanın en ilginç olayıysa, cumartesi günü yapılan, medyada da, “Bretton Woods”a benzetilen G20 toplantısıydı.
Her yerden kötü haber
Geçen hafta, Avrupa Birliği ekonomilerinin, ortak para birimi tartışmaları başladığından bu yana ilk kez resesyona girdiği resmen açıklandı. Hong-Kong da resesyonda, Çin’in GSMH’sinin yaklaşık yüzde 20’sine yakın bir ekonomi destek paketi açtı. ABD’de ise Hazine BakanıPaulson’un, bankaların “zehirli varlıklarını” alma planından vazgeçtiğinin açıklanması kafaları karıştırdı.
IMF küresel ekonomik büyüme hızı öngörülerini bir kez daha aşağı doğru değiştirdi: Büyüme 2009’da resesyon sınırı olarak görülen yüzde 2.5’in altına inecek. Eğer Robini’nin “sıfır” ya da “eksi” büyüme öngörüsü gerçekleşirse, depresyon kaçınılmaz.
Bu sırada haberler ekonomik krizin elektronik sektörüne ulaştığını, otomotiv sektörünün özellikle ABD’de çöküşün eşiğine geldiğini, ABD’de tüketici talebi hızla düşerken ihracatta da sert bir gerilemenin başladığını gösteriyordu. Mali piyasalar adeta “yoyo” gibi. Dow Jones bir günde 900 puanlık, yüzde 10’dan fazla bir salınım yaşadı, kısa bir süre için de olsa 8000’in altına indi. Şirket bilançolarına ilişkin haberler gittikçe kötüleşiyor.
1929’dan bu yana en büyük, ama ‘O kriz’ mi?
Bu soruyu ilk kez 2007’nin başında sormaya başladığımda, aklımda 1930’lar vardı. Şimdi cevap ararken dört gelişme üzerinde özellikle duruyorum.
Birincisi: 1970’lerden bu yana yaşanan “yapısal” kriz içinde tekrarlanarak gündeme gelen, kendini dışa vuran kriz eğilimleri (aşırı birikim/üretim, yetersiz talep) ertelendikçe hem ertelenen sorunlar giderek ağırlaştı, hem de ertelemekte kullanılan araçların çapı, etki alanı giderek büyüdü. “Yapısal”kavramını bu yüzden kullanıyorum.
Bu sorunu erteleme çabaları içinde oluşan mali genişleme giderek bir kredi köpüğüne dönüştü, şimdi patlıyor, boşalttığı enerji reel ekonomide yıkıcı etkiler yapıyor.
Diğer taraftan, söz konusu sorunu ertelemeye, aşmaya çalışırken, sermayenin, mekân dışına kaçarak ihracatı, uluslararası yatırımlar, zamana kaçarak gelecekte üretilecek artı değerler üzerinden genişleme (mali sermaye ihracı, finansallaşma), birikmiş değerleri emme, diğer sermayeleri yutma (spekülasyon, yeni yatırım araçlarının icadı), hızlanma (“network”ler, tedarik zincirleri, dikey yatay entegrasyon, yoğunlaşma), nihayet savaşlar gibi yöntemleri, hem büyük bir mali istikrarsızlık yarattı, hem yeni üretim kapasitesi yaratarak sorunu daha da ağırlaştırdı. Hem Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya gibi yeni birikim merkezleri, dolayısıyla güç odakları oluştu, hem de tedarik zincirleri,“network”ler çok daha kırılgan ve sorunların yayılmasını hızlandıran bir yapı oluşturdu.
Özetle, “erteleme mekanizmaları”, aşırı birikim sorununu daha da ağırlaştırdı, mali krize yol açtı, nihayet yeni jeo-politik sorunlara zemin hazırladı.
İkincisi: Buradan erteleme işleminde kullanılan yönteme/modele geçebiliriz. Gördüğüm kadarıyla, devletin kâr oranları düşme eğilimlerinin karşıt eğilimlerini başarıyla harekete geçirmesine olanak veren ekonomi yönetim modeli rejimi/neo-liberalizm (popüler adıyla küreselleşme) tam anlamıyla tükenmiştir: Bu model artık sorunu erteleyemiyor; ertelemeye çalıştıkça ağırlaştırıyor. Bu model, artık çözümün değil sorunun bir parçasıdır.
Bu bağlamda, gelişmekte olan ülkelere dayatılan ihracata, tüketimin dış krediyle finansmanına dayalı, “mantıksız modeli” (dünyada talebin, mali kaynağın sonsuz olduğunu varsayıyor) devam ettirmenin olanaksızlaştığını da vurgulamak gerekir. Sonuç olarak diyebiliriz ki hem “merkez”de hem “çevre”de yeni bir model aranıyor...
Yönetenler eskisi gibi...
Üçüncüsü, demek ki yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyor. Peki yönetilenlerin duyarlılıklarında bir değişiklik var mı?
Geçtiğimiz 25 yıldır, devletin ekonomiye müdahale etmesinin, toplumsal çıkar kavramının,“köleciliğe giden yol” olduğunu öğrenenler şimdi hızla yoksullaşırken, devletin büyük şirketleri kurtarma çabasına bakıp şaşırıyor, arkasından, devletten kendilerine öncelik vermesini istiyorlar, hem de toplumsal çıkar adına...
Devlet, müdahale etmeye başlayınca, göreli özerkliği de artmaya başlıyor, bürokrasi toplumu, sistemik riskleri görmeye başlıyor. Diğer sınıfların taleplerine açılmaya başlıyor: Örneğin, medya, ABD’de devletin“zehirli atıkları” almaktan vazgeçerek batık ipoteklere, tüketici talebine, hatta otomotive ilişkin tedbirler üzerinde odaklaşmaya, bir neo-liberal olarak hükümete gelen Sarkozy’nin hızla “Keynesçi”olmaya başladığına ilişkin kaygıları aktarıyor.
“Obamania”yı “yönetilenlerin”yani bir ekonomik model arayışının yankısı olarak da yorumlayabiliriz.
Bu sırada, sermaye sınıfının en aşırı örneklerinin (“açgözlü bankacılar”, “dolandırıcı heç fonlar” filan), “gösteri toplumunda” dikkat çekiyor ve tüm sınıfı temsil eden, onun yerine geçen örneklere dönüştüğüne şahit oluyoruz. Böylece, toplumun dikkatinin tüm sermaye sınıfı üzerinde yoğunlaştırma, sol düşüncelere olduğu kadar sağ popülist demagoglara açılma olasılığı da artıyor...
Son olarak uluslararası jeopolitikte de önemli yenilikler var. ABD hegemonyasında ikinci bir restorasyon çabası, Irak ve Afganistan sonra da mali krizle duvara çarptı. Bu sırada yeni mali ekonomik ve giderek siyasi güçlerin ortaya çıktığını, örneğin, Çin’in “ikinci vazgeçilmez ülke” olduğunu görüyoruz. Ayrıca Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya, hatta Afrika ve Ortadoğu’ya kadar, giderek ABD etkisinden bağımsızlaşan ülkeler artıyor. Dünyanın ekonomik siyasi merkezinin artık Doğu’ya kaymaya başladığı ileri sürülüyor.
Nihayet krizin bu konjonktüründe karşımıza ABD’nin ya da bir başka hegemonyacı gücün tek başına çözemeyeceği kadar büyük sorunların (küresel ısınma, gıda/su krizi hatta, kredi köpüğü) geldiğini görüyoruz. Besbelli ki, dünya artık yeni bir toplumsal, ekonomik model istiyor.
Tam bu noktada hafta sonu yapılan G20 toplantısının sonuçlarına bakarsak, PNP PARIBAS bankasının, toplantıdan bir gün önce yayımlanan bilgi notunda toplantıyı önce Machbet’in cadı kazanına sonra da, bir türlü karar veremeyen Hamlet’e benzeten saptamasına katılmamak elde değil.
Avrupa liderleri, küresel çapta yeni düzenlemeler ve sınırları aşan denetim organları istiyorlar. Buna karşılık ABD hem eski modelde (neo-liberal küreselleşme) ısrarlı hem de denetim söz konusu olunca ulus devletlere öncelik vermekten yana. G20, IMF’yi güçlendirmek, DTÖ Doha’yı canlandırmak istiyor. IMF’nin eski başekonomisti, MIT’den Prof. Simon Johnson da,“Bunlar önemsiz kararlar, toplantı olmadan da alınabilirdi, G7’nin G20 olmasından başka ne yenilik var ki?” diyor. Kim bilir belki de bu, yeni jeopolitik dengelerin uluslararası platformlara yansıması açısından önemli bir gelişme, bir başlangıçtır. Göreceğiz...
No comments:
Post a Comment