(Tempo, 04 Eylül 2008)
Doğu Blokun’nun, ardından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çökmesi, böylece Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Türkiye’ye yeni olanaklar sunmuş ancak, yeni bir dış politika paradigması sorunuyla da karşı karşıya bırakmıştı. Rusya’nın bir büyük güç olarak yükselmesi de şimdi Türkiye’yi tehlikeli dış politika seçenekleriyle karşı karşıya bırakıyor, yine çok önemli dış politika sorunlarını beraberinde getiriyor.
İyimser belirsizlikten kötümser belirsizliğe
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Türkiye üzerinden bir büyük jeopolitik basıncı kaldırırken, aynı anda çelişkili bir duruma yol açtı.
Soğuk Savaş bittiğine göre, Türkiye’nin NATO’nun Güney Kanadı olma konumu anlamını yitirmişti. Öyleyse Türkiye’nin yeni dış politika ilkeleri neler olmalıydı? İkincisi SSCB karşısında ki stratejik konumu Türkiye’ye iki kutuplu dünyada, mali ekonomik olanaklar, askeri kaynaklar, sağlıyordu. Şimdi Türkiye’nin ABD ve Avrupa açısından stratejik önemi azalırsa bu ekonomik kaynaklar kuruyabilir miydi?
Diğer taraftan, SSCB’nin dağılmasıyla Kafkasya, Türki Cumhuriyetler Rusya’nın etki alanından çıkarak dünyaya açılmaya başlıyordu. Böylece Türkiye seçkinlerinin büyük bir iyimserlikle, tarihsel kültürel bağlarından dolayı kolaylıkla nüfuz edebileceklerini düşündükleri bir siyasi ekonomik coğrafya şekilleniyordu. Türkiye’yi yönetenler bu yeni koşullara uyum sağlayabilecek, bir bloğun parçası olmanın koyduğu kısıtlamalardan arınmış, etkin bir dış politika oluşturabilecekler miydi?
Şimdi, Putin yönetimi altında toparlanan ve SSCB’nin eski nüfuz alanları üzerinde etkisini yeniden kurmaya başlayan Rusya’nın bu yükselişi Türkiye açısından yeni ve tehlikeli bir dış politika paradigması sorununu gündeme getiriyor.
Rusya’nın yükseliş süreci, ABD’nin hegemonyasını restore etme çabalarıyla çakışarak, Gürcistan “olayında” olduğu, Türkiye’nin sınırlarında “sıcak noktalar” oluşturmaya başladı. Bu yeni durum Türkiye’yi bu kez, köklü dış politika ilkelerini, örneğin Montreux (Boğazlar) anlaşmasını dahi değiştirmeye zorlayacak seçeneklerle karşı karşıya bırakıyor. Oluşmaya başlayan tehlikeli belirsizliği, ABD dış politika uzmanlarının, Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu bile bile, “Türkiye NATO ile Rusya arasında seçim yapmalıdır” uyarılarından da görmek olanaklı. Örneğin, Hudson Institute’den, Zeyno Baran, Wall Street Journal’daki yorumunda, Türkiye’nin Soğuk Savaş boyunca bile koruduğu Montreux anlaşmasını, Kara Denizi NATO savaş gemilerine açacak biçimde yorumlaması, NATO’un yanında ve Rusya’nın karşısında yer almasını öneriyor. Böylece Türkiye’nin önüne riskli bir dış politika seçeneği gelirken Soğuk Savaş sonrasında oluşan dış politika geliştirme özgürlüğü, belki de o zaman bu özgürlüğünü doğru dürüst kullanamamış olduğu için, şimdi hızla kısıtlanmaya başlıyor.
SSCB’den Yeni Rusya’ya
SSCB, 1980’lerde, Gorbaçev’in liderliğinde ekonomik, toplumsal (Prestorika ve Glaznost) reformlar sürecine girdi, Batı’yla ilişkilerini yumuşatmaya başladı. Gorbaçev’i, 12 Haziran1991 seçimlerini, ekonomik reform ve demokratikleşme programıyla oyların %57’sini ve Batı’nın büyük desteğini alan Boris Yeltsin izledi. Yeltsin’in Ağustos 1991’de kendisine yönelik bir darbe girişimini bastırdıktan sonra, Aralık 1991’de SSCB’yi fiilen dağıttı ve serbest piyasa ekonomisine geçmek amacıyla IMF patentli bir programı Başbakan Chubais yönetiminde uygulamaya koydu. Yeltsin 31 Aralık 2000’de istifa ettiğinde, Soljenitzin, “Yeltsin döneminin bir sonucu olarak, devletimizin bütün temel sektörleri, ekonomik, kültürel ve ahlaki yaşamımız talan edildi” diyecekti (The Nation, 25 Aralık 2000)
Gerçekten’de Yeltsin’in başlattığı ''reform süreci'' döneminde, Dünya Bankası Baş (eski) Ekonomisti Stiglizt 'in de işaret ettiği gibi, Rusya'da yoksulların sayısı 10 kat artarak 14 milyon 147 milyona çıktı; 1989-99 arasında GSMH yüzde 50 geriledi. Bu gelişmelere paralel olarak ekonomi mafyalaştı, ''oligarklar'' denen, bir avuç olağanüstü zengin, güçlü insan ülke ekonomisini, özellikle de petrol ve gaz sanayilerini (Foreign Affaires Mart/ Nisan 2000) ele geçirdi. Moshe Levin 'in Le Monde Diplomatique 'te (12/99) vurguladığı gibi, 1998'e gelindiğinde Rusya'da artık ne devlet ne de ekonomi kalmıştı.
Rusya’nın dünya ekonomisi içindeki konumu da değişmişti. Rusya dün sanayi malları ihraç eden bir ülkeyken Yeltsin döneminin sonunda, doğal kaynaklardan elde ettiği ürünleri ihraç eden, çevre ülkelerine benzemiş, Rusya Bilimler Akademisinden Dr. Dmitri Glinski-Vassiliev’in işaret ettiği gibi, Saudileşmeye başlamıştı (Ponars Conference, 25 Ocak, 2002). Sanayi ürünleri ihracatının %85’ iniyse silah sistemleri oluşturuyordu.
Rusya yönetici seçkinleri ve halkı bu ''reform sürecine'' girerken Batı'nın kendilerine yardım edeceğini varsayıyordu. Ancak yardım gelmek bir yana, tam bir talan, ülkeden dışarıya yılda ortalama 150 milyar dolar sermaye kaçışı yaşandı. Böylece Alman Koeber Vakfı'nın CIS Barometer dergisinde vurgulandığı gibi ''Moskova, geçmişteki ABD (reformlar-E.Y.) saplantısını stratejik bir hata olarak görmeye' başladı. Artık Rus yöneticisi sınıfına göre ''Rusya önce kendi iç sorunlarını halletmeli, ekonomisini toparlamalı, siyasi olarak güçlenmeliydi'' (Le Monde 17/12/02); liberallerin saygınlıklarını tümüyle yitirmiş olmaları, halkın talebinin de bu yönde olduğunu gösteriyordu. Putin'e göre ''geçen on yıl boyunca dünya ekonomisine entegre olma çabası ulusal ekonomik kompleksi tahrip etmişti''.
İkincisi, Batı, Almanya’nın birleşmesi sırasında Gorbaçev’e NATO’nun SSCB nüfuz alanına doğru genişlemeyeceğine ilişkin verdiği sözü de tutmamıştı. Batı, eski SSCB ülkelerini NATO’ya almaya, “Renkli devrimlerle” Rusya’yı kuşatmaya, sivil toplum örgütleri aracılığıyla Rusya’nın iç siyasi yaşamını yönlendirmeye başlamıştı.
Bu iki gelişme Rusya elitini, ekonominin restorasyonu, devleti merkezileştirme ve güçlendirme, doğal kaynakların üzerinde denetimi arttırma, “SSCB’nin çöküşünü 2. Yüzyılın en büyük felaketi” olarak niteleyen Putin’in yönetimi altında SSCB’nin nüfuz alanını restore etme çabalarına hızlandırdı.
Rusya Federasyonu net nüfus kaybederken, “yakın çevrede” 20 milyondan fazla Rus’un yaşıyor olması da ayrıca bu restorasyon çabalarının önemli nedenlerinden biriydi (Spengler, The Asia Times, 19 Ağustos 2008) Böylece Rusya yönetiminde ulusalcı, merkeziyetçi ve emperyalist bir refleks güçlenmeye başladı. Bu gün Kafkaslarda patlak veren krizle açığa çıkan bu refleks, Putin dönemine damgasını vurdu.
Putin dönemine yakından bakınca, İki aşama görebiliyoruz: Birincisi, Batı’yla çatışmamaya çalışarak yürüme, bu arada, medyayı ve siyasi partilerin Batı’nın etkisinden yalıtmaya, yerel yönetimlerin yöneticilerinin seçilmesine ilişkin reformlarla devlet aygıtını ve denetimini merkezileştirme, ülkedeki sivil toplum örgütlerini denetim altına alma çabaları. Bu aşamada, Yeltsin döneminde özelleştirmelerde devlet işletmelerini ele geçirerek büyük servetler oluşturan, sonra özellikle petrol ve gaz alanında doğal kaynakları Batı’ya satmaya başlayan kapitalist elit, “oligarklar” büyük ölçüde tasfiye edildiler, enerji kaynakları, tekrar adım adım devlet denetimi altına alındı. Rusya ile Avrupa arasındaki enerji tedariki ve ticaret alanlarında ekonomik bağlar bu aşamada hızla güçlendi.
İkinci aşamada, Irak’ın işgalinden sonra, petrolün varil fiyatının 20 dolar civarından sürekli yükselerek 110-140 dolar koridoruna ulaşması, dünyanın en önemli petrol ve gaz ihracatçılarından bir olan Rusya’ya yeni avantajlar getirdi. Rusya bu yolla, çok büyük kaynaklara ulaşarak ekonomisinin, askeri yapısının restorasyonunu finanse etmeye, hatta Ukrayna olayında olduğu gibi, uluslararası alanda da etkisini arttırmaya başladı. Bu dönemde, Putin’in giderek Rusya’nın uluslararası konumunu güçlendirmeye başladığını, uluslararası planda, BM Güvenlik Konseyinde, ABD ile çelişen tutumları almaktan çekinmediğini, Şanghay İşbirliği Örgütünün güçlenmesi için çabaladığını, giderek Rusya’da faaliyet gösteren yabancı enerji şirketlerinin sınırlamaya başladığını görüyoruz. Dahası Putin’in Rusya’nın Kafkasya ve Hazar Denizi petrollerinin Batı’ya taşınması üzerinde tekel oluşturması için de çalışmaya başlamıştı.
Enerji piyasalarından elde edilen yeni gelirler Putin’e, Batı’nın Rusya’yı kuşatma stratejine karşı koymaya başlaması için gerekli özgüveni de beraberinde getirdi. Bu yeni özgüvenin, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla oluşan ortamda kendini etkin bir biçimde gösterdiğini söyleyebiliriz.
Tükriye’nin Yeni dış politika ortamı
Yukarda değindiğim gibi, SSCB yıkıldığında açılan jeopolitik alan, Türkiye’ye yeni olanaklar sunuyordu. Rusya’nın yükselmeye başlaması ve Gürcistan’a girdikten sonra Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanıması Türkiye’yi açısından çok önemli bir dış politika paradigması sorunu yarattı.
Özetle, Türkiye, Soğuk Savaş sona erdikten sonra, NATO üyesi bir ülke olmakla birlikte kendi coğrafi konumuna uygun, çok yönlü ve derinliği olan bir dış politika “paradigması” kurmaya çalışıyordu. Bu politikanın bir gereği olarak, Karadeniz’de Rusya ile ekonomik işbirliğine dayalı, siyasi olarak sorunsuz ilişkiler sürdürmeye çalışıyordu. Türkiye ABD’nin İran’la girdiği bilek güreşine katılmıyor komşularıyla kurduğu karmaşık ve çok boyutlu ilişkilere dayanarak gerektiğinde Rusya’yı dengeleyen bir çizgi izliyordu. Bu arada, Kafkaslara yaratmaya çalıştığı dengeler içinde, ABD’nin petrol ve gaz boru hatlarını Rusya’nın tekelinden çıkarma girişimlerine destek veriyor, Baki Tiflis Ceyhan boru hattı projesiyle Hazar denizi petrollerini ve gazını Batıya taşıyan bir enerji platformu işlevini üstlenerek jeopolitik ağırlığını arttırmaya çalışıyordu. AKP hükümeti döneminde bu çizgi izlenmeye devam edilse de, ABD’ye daha fazla dayanma, bu yolla bölgede güç yansıtma eğiliminin (umudunun)dış politika doktrinine daha fazla nüfuz etmeye başladığını da söylemek olanaklı.
Türkiye’nin seçkinlerinin bu çok yönlü dış politikayı izlemeye olanak veren ortamdan yararlanmayı ne kadar başardığı ayrıca tartışmaya değer bir konu, ama şurası kesin ki Gürcistan krizinden, ABD ve NATO gemileri boğazlardan geçerek Karadeniz’e girmesinden sonra, bu ortam hızla kayboluyor.
Şimdi, bölgedeki ülkeler arasında geçerli dengelerin hepsi birden sarsılmaya başlarken Türkiye’nin ABD ve İngiliz dış politika uzmanları tarafından “ya bizdensin ya da bize düşman” anlamına gelen dar bir ikileme sokulmaya çalışıldığı söylenebilir: “Türkiye Boğazları ABD ve NATO gemilerine açarak NATO’nun yanında mı yer alacak? Yoksa Montreux koşullarında ısrar ederek fiilen Rusya’nın yanında mı?” Bu tür bir ikilemin Türkiye açısından ne kadar sınırlayıcı olabileceğini görebilmek için, kendi güvenliği açısından yönetmek zorunda olduğu dengelere kısaca bakmak yeterli.
Karmaşık dengeler dünyası
Türkiye’nin öncelikle Rusya ile ABD arasındaki dengeyi kendisine, gerek uluslararası alanda gerekse ülke içinde, hatta Güney Doğuda ek sorunlar yaratmayacak bir noktada tutması gerekiyor. Gerçekten de, Türkiye’nin, Rusya’yı tümüyle karşısına alması en azından ekonomik nedenlerden dolayı akla uygun değil. Türkiye kendisi için yaşamsal önem sahip doğal gaz tüketiminin %65’ini Rusya’dan ithal ediyor; bu ithalatın durması halinde, bu gün için hemen hiçbir alternatife sahip değil.
İkincisi, Türkiye 2008 yılında vermesi beklenen açığın yarısı Rusya ile gerçekleştirdiği ticaretten kaynaklanacak gibi görünüyor. Türkiye, mali yapısının giderek kırılganlaştığı bir ortamda, bu dış açığı biraz olsun kapatacaksa, Rusya ile ticaretinin aksamaması hatta daha da arması gerekiyor. Dahası Rusya ile ekonomik ilişkiler Türkiye’de, Turizm, inşaat tekstil, nakliyat gibi sektörler açısından büyük öneme sahip. Buna karşılık Rusya’nın Türkiye ile ticareti, toplam ticareti içinde önemsiz bir yer tutuyor. Rusya eğere bir ekonomik baskı uygulamak isterse, bu ticaretin bir kısmından, hata tümünden kolaylıkla vazgeçebilir. Kısacası burada Türkiye aleyhine bir durum söz konusu...
Diğer taraftan Rusya’ya karşı tutum alma konusunda ABD ile AB’nin lider ülkeleri arasında görüş ayrılıkları olduğu, bu görüş ayrılıklarının “transatlantik” ilişkilerine yeni gerginlikler eklediği de bir gerçek. Örneğin Almanya ve Fransa’nın, salt enerji, dış ticaret ve mali ilişkiler alanlarında değil, genelde uluslararası jeopolitik kaygılarla da ABD’nin talepleriyle, Rusya’nınkiler arasında, ağırlığı ABD’den yana olsa da, bir denge oluşturmaya çalıştıkları görülüyor. Türkiye’nin bu dengenin şekillenmesini beklemeden kendine dayatılan ikilemlerden birine bağlanmaktan kaçınması gerçekçi ve temkinli bir tutum olacaktır.
Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu, önerisinin, Avrupa çevrelerinde şiddetli bir itirazla karşılaşmazken, ABD dış politika çevrelerinde, Gürcistan ve Rusya’yı aynı masaya oturtmayı, bu arada ABD ile NATO’yu dışarıda tutmayı amaçladığı varsayımından hareketle, ciddi ölçüde şimşekleri üzerine çektiği anlaşılıyor. ABD, AB dengeleri bağlamında bir diğer belirsizlik de Türkiye’nin AB üyeliğinin geleceğine ilişkin. Örneğin, Reuters’in aktardığına göre Prof William Hale gibi ABD-İngiltere çizgisine yakın kimi yorumcular, “Türkiye, çadırın dışında bırakılırsa, çok daha fazla sorun yaratacaktır” savından hareketle, AB üyeliği olasılığının şimdi daha da güçlendiğini ileri sürüyorlar. Buna karşılık, Eursia Group adlı danışmanlık kurumundan Wolfongo Piccoli adlı bir analiste göre, Gürcistan krizi Türkiye’nin AB üyeliği olasılığını daha zayıflattı. Çünkü böyle bir üyelik “Avrupa’nın sınırlarını Gürcistan’a ve Kafkasların geri kalanına kadar getirir” (12/08/08). Diğer bir değişle Avrupa Türkiye’yi sorunlu alanlarla arasında bir tampon bölge olarak tutmak istemektedir ve bu kriz bu tutumu daha da güçlendirmiş olabilir.
ABD’yle Rusya arasındaki ilişkilerin sertleşmesi, İran’ın nükleer silah üretme çabalarını, Rusya’nın da katkılarıyla hızlandırabilir. Böylece Türkiye, yakın bir gelecekte nükleer silahlara sahip bir İran’la yaşamak durumunda kalabilir. Böyle bir durumun gerçekleşmesi halinde, İran’a saldırma planları yapan bir ittifaktan yana açıkça tutum almanın riskleri, bu risklerin karşılanması için gerekecek savunma tedbirlerinin maliyeti, ülke ekonomisi acısından kaldırılamayacak kadar yüksek olabilir. Karadeniz’in NATO ve Rusya arasında bir çatışma alanı haline gelmesi halinde oluşacak savunma gereksinimleri de benzer bir sonuç yaratacaktır.
Diğer taraftan İran’a karşı ABD/NATO ittifakının yanında açıkça tavır almak, beraberinde Sünni-Arap ülkeleriyle, Türkiye’nin sosyal kültürel yapısını da etkileyebilecek düzeyde yakın ilişkiler kurmayı getirebilir.
Türkiye’nin Kafkasya bölgesinde, bir etnik çelişkiler yumağına rağmen yönetmeye çalıştığı, Ermenistan, Azerbaycan Gürcistan dengeleri, NATO ittifakının Ermenistan’ı Rusya’nın ve İran’ın etkisinden hızla yalıtmak amacıyla, Türkiye’ye, Azerbaycan’la ilişkilerini risk altına sokacak talepler dayatmasıyla bozulabilir. Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerini normalleştirmesi, tarihsel sorunlarını bir an evvel çözmesi önemlidir. Ancak, bu çözüm süreci, Türkiye’nin sorunu yönetmeyi beceremeyeceği, denetimi elinden kaçırabileceği bir hıza ulaşırsa, hem ülke içinde hem de, uluslararası alanda umulandan farklı sonuçlara yol açabilir.
Nihayet göz önüne alınması, dikkatle yönetilmesi gereken bir diğer hassas denge de Suriye ile ilgilidir. Rusya’nın Suriye’nin Tarsus limanında bir üs açarak Doğu Akdeniz’de donanma bulundurmaya başlaması, buradaki dengeleri değiştirecektir. Eğer Türkiye, Karadeniz’de Rusya ile, Monreux anlaşması üzerinden kafa kafaya gelirse, Güneyinde de Rus donanmasının varlığını da hesaba katmak zorunda kalacaktır.
Enerji jeopolitiğinde de korunması gereken hassas dengeler mevcuttur. Rusya’nın Gürcistan’a girmesiyle birlikte, BTC boru hattının güvenliği de tehlike altına, hatta kimi yorumculara göre önemi kaybolma sürecine girmiştir. Bu şimdilik, abartılı bir tespit olmakla birlikte, Türkiye’nin Azerbaycan’la ilişkilerinin bozulması halinde gerçekleşme olasılığı artabilecektir.
Ne ki ABD ve İngiliz yorumcularının, yeni bir “soğuk savaş” projesi peşinde, tüm bu karmaşık dengelerin Türkiye açısından önemini yadsıdıkları, dikkatlerinin Monreux Anlaşması’nın kısıtlamalarının kaldırılarak Karadeniz’in bir NATO gölüne çevrilmesi hedefi üzerinde yoğunlaştırdıkları görülüyor. Besbelli ki, Türkiye dış politikasını yönetmeye çalışanları gerçekten çok zor günler bekliyor.