Cumhuriyet: 17/12/207)
Geçen Çarşamba günü ABD Merkez Bankası FED ve dört banka mali piyasalara 40 milyar dolar likidite enjekte edeceklerini açıkladılar. Açıklamadan sonra, ne bankalar arası piyasada faizlerde bir düşme görüldü ne de borsalardan olumlu bir tepki geldi. Dahası, bu müdahale merkez bankalarında ve banka sisteminde korkunun bir paniğe dönüştüğünü gösteriyordu. Ancak, Prof Krugman’a göre “bu öyle akıl dışı bir panik değil. tümüyle akılcı bir panik” idi. (New York Times, 14/12). Çünkü durum gerçekten çok vahim…
Bir taraftan “panik” diğer taraftan, dünya ekonomisinden dengelerin “geri çevrilemeyecek yönde değişmeye başladığına” ilişkin tartışmalar, bu krizin “o kriz” olduğuna ilişkin kanımızı güçlendirmeye devam ediyor. Dünya Bankası da bu krizin daha şimdiden 1990’arın başında Japonya’yı sarsan mali krizinin maliyetine ulaştığını,1970’den bu yana yaşaman 117 banka krizini gölgede bıraktığını düşünüyor (Financial Times 13/12)
Önce bankaları kurtar…
FED, Avrupa Merkez Bankası, İngiltere, Kanada İsviçre merkez bankalarının bu müdahalesi, kriz başladıktan bu yana dördüncü girişim. Merkez bankaları bankalara, sundukları karşılıkların kalitesine bakmadan borç verecekler. Yani, bu merkez bankaları, bankaların, bu gün piyasada satılamayacak kadar değer kaybetmiş varlıklarını, yine bankaların defterlerindeki fiktif değerlerden, karşılık olarak kabul edecek, böylece bankaların sırtından alacaklar.
Haftanın ikinci yarısında yoğunlaşan tartışmalar, bizim daha önce bir çok kez vurguladığımız bir noktada artık bir mutabakat oluşmaya başladığını gösteriyordu: Karşımızdaki bir likidite yetersizliği krizi değil, bir borç krizi; çapı ve esas olarak nerelerde, kimlerin elinde olduğu bir türlü saptanamayan bir batık borç kütlesi söz konusu. Bu yüzden bankalar ellerinde likidite olmasına karşın, bunu kimseye, hatta birbirlerine bile borç olarak vermek istemiyorlar. Bu, Prof Rubini’nin “mali küreselleşmenin ilk krizi” dediği durumu aşabilmenin yolu tam anlamıyla, (Goldman Sachs’ın hesaplarına göre en az 2 trilyon dolara ulaşacak) bir temizlik (varlık imhası) gerektiriyor. İkincisi, Merkez Bankaları en büyük bankaları kurtarmaya çalışıyor (her zaman olduğu gibi) ama, batık krediler esas olarak banka dışı mali oyuncuların, yerel yönetimlerin vb… elinde, bu nedenle son girişim işe yaracak olsaydı bile etkisi çok sınırlı olacaktı; dahası, enflasyonu körükleyecek, hak etmeyen yatırımcıyı kurtararak, ahlaksızlığa prim vermiş olacaktı. Ancak kimi analistler, “tüm bunlar önemli değil, bankaları kurtarın” diyorlar.
Örneğin, bir Financial Times baş yazısı (14/12), Merkez Bankalarının, bankalara, olağan faizlerinden, karşılıklara aldırmadan sınırsız kredi açmasını öneriyordu. UBS ekonomisti George Magnus, Financial Times’daki, bu önerilere karşı çıkanlara cevap veren yazısında, likidite enjeksiyonunu ve faizi indirimlerini savunurken, mali sermayenin acımasız mantığını da ortaya koyuyordu: Merak etmeyin, faizlerdeki indirimler ev piyasasındaki yıkımı engellemez, çünkü borçlarını ödenememesinin arkasında esas olarak, faizlerin yüksekliği değil, işsizlik ve ücretlerin yetersizliği var; hak etmeyenleri kurtarıyoruz gibi ahlaki kaygılarda ısrar etmek de anlamsız, demokratik toplumlar gerektiğinde bundan vazgeçebilirler; esas olarak gıda ve enerji piyasalarını etkileyecek (yani halkı ve üretimi) bir enflasyona değil, banka sistemini etkileyen deflasyona odaklanmak gerekir. Likidite belki sorunu çözmez ama yine de önemli (13/12) Özetle bankaları kurtarın toplumun gerisi önemli değil.
Ancak bu da boş hayal. Çünkü, şimdi krize yol açarak patlamaya başlayan kredi köpüğünün nedenlerine, bu günlerde, ABD ekonomisinde ilk önce resesyona giren sektörlere bakınca, karşımıza muazzam bir kapasite fazlası sorunu (aşırı üretim) çıkıyor. Bu sorun 2001 resesyonunda yine başını çıkardığında, bu merkez bankalarının eliyle başlatılan mali genişlemeyle ertelendi. Ertelendi ama, bu kez sanayideki aşırı üretim sorununa bir de inşaat sektörü ekledi. Her ikisini de kredi ile ayakta tutma hayali, sonunda banka sisteminin elinde patlamaya başladı. Özetle “bütünsel” bir kriz var karşımızda…
Madalyonun öbür yüz
Bu tür krizler, yeniden yapılanmaların ebesidirler; sermayenin ve coğrafyaları tümünü aynı biçimde etkilemezler. Bu nedenle dengeler değişmeye başlar. Şimdi de öyle oluyor. Örneğin Asya bankaları, bu beş bankanın operasyonuna katılmadılar. Çünkü dünyanın bu bölgesinde mali piyasalar daha az istikrarsız, ağır bir kredi krizi, likidite sorunu yok. Genel kaygı, “ekonomik ısınmaya”, enflasyona ilişkin. ABD ve Avrupa ekonomileri yavaşlamaya, tüketici havlu atmaya, ücretler gerilemeye, işsizlik artmaya başlarken, Asya ülkelerinde ekonomik büyüme, ücretler artışları, güçlenmeye devam eden bir tüketim eğilimi söz konusu; kapasite fazlası sorunu burada henüz gündemde değil.
Bu bölgede gerektiğinde, devreye sokulabilecek büyük döviz rezervleri var. Hem Asya ülkeleri hem de petrol zengini ülkeler bu rezervlerini, mali piyasalarda spekülasyona yönlendirmek yerine, değerli üretim birimlerini, Batı’nın şimdi, krizin etkisiyle borsada %50’dan fazla değer kaybederek felç olmuş dev bankalarını satın almaya yöneliyorlar (J. Markman, MSN Money, 13/12).
Geçtiğimiz haftalarda Afganistan’daki devasa bakır madenlerini satın alan, ABD, Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi İran’da nükleer silah olmadığını açıklayınca, hemen İran’la yeni bir petrol çıkarma anlaşması yapan Çin özellikle dikkat çekiyor. Asia Times’da, M.K Bhadrakumar’a göre, ABD’yi ve Hindistan’ı şaşırtan bu hamle, Çin’in zamanlamada ve stratejik plan yapmakta ne kadar başarılı olduğunun bir kanıtıydı. Bir başka yorumcu da, “Asya ülkelerinin Egemen Varlık Fonları, Dow Jones indeksindeki tüm firmaların yönetim kurullarında etkin yer edinmelerine olanak verecek hisseleri satın alacak kadar büyük diyordu” (J. Randall, Daily Telegraph, 14/12). Gerçekten de geçtiğimizi haftalarda, Abu Dhabi, Çin Dubai, Singapur kaynaklı fonlar sırasıyla Citi Group, Barclays Bank, Sony, UBS gibi dev şirketlerin hisselerinden satın alarak yönetim kurullarına girmeye hak kazandıklarını gördük. MSN Money’den Markman, JP Morgan ve Chase Manhattan’ın da sırada olduğunu düşünüyor, hatta bu süreci “tersine sömürgeleştirme” olarak niteliyordu.
Bu ortamda da Newsweek’in editörü Fred Zakaria, geçen haftaki yazısında,, içine girdiğimiz “yeni dönemde”, artık dünyada eski yapılara sığmayan çok fazla yeni oyuncunun varlığına, yeni güçlerin yükseldiğine işaret ediyor ve “Post-Amerika dünyasına hoş geldiniz” diyordu. Daha iddialı konuşanlar da var. Örneğin, geçen hafta Avustralya’daki Uluslararası Politika Üzerine Lowy Enstitüsü bünyesinde yayımlanan “Vasco da Gama döneminin sonu” başlıklı ilginç bir çalışma, isminden de anlaşılacağı gibi, beyaz adamın keşiflerle başlayan, dünyayı, kendi çıkarları ve yaşam tarzı temelinde, küreselleştirme döneminin sona erdiğini ve sürecin merkezinin doğuya kaydığını ileri sürüyordu.
Friday, December 21, 2007
Wednesday, December 12, 2007
Bir Nefret Nesnesi olarak Putin
(Cumhuriyet 10.12.2007)
Bush ilk görüştüklerinde “Putin’in gözüne bakmış ruhunu görmüş güvenilir adam” demiş dost olmaya karar vermişti. Önceki pazar yapılan Duma (Meclis) seçimlerinden bir hafta önce bir Wall Street Journal baş yazısı, “Artık Rusya’yı düşman bir ülke olarak görmeye başlamak gerekir” diyordu.
Gerçekten de son yıllarda, Putin ABD-İngiltere ekseninin, bir nefret nesnesine dönüştü. ABD dış işleri sözcüleri. Council on Foreign Relations gibi dış politika alanının önde gelen düşünce kuruluşlarının etkili analistleri, büyük medya, 2006 yılının başından bu yana sistemli bir biçimde Putin’in Rusya’da demokrasiyi geri çevirmeye başladığını ileri sürüyorlar. İngiltere’de de genel olarak muhafazakar basında, Financial Times gibi daha soğuk kanlı yayınlarda, BBC gibi sözde tarafsız kanallar ve The Observer gibi sosyal demokrat gazetelerde de aynı hava var.
Bu hava, son Duma seçimlerinden önce inanılmaz bir kampanyaya dönüştü. Bu arada da, “Batı dostu” Gorbacev’in, The Times, Wall Street Journal gibi yayınlarda, yayımlanan söyleşilerde, gazetelerin tüm ısrarına karşılık, Putin’i savunması, desteklemekte ısrar etmesi, “halkın %85’i Putin’i destekliyor, beni ilgilendiren gerçeklik budur” demesi “herkesi” çok şaşırtıyordu.
Bu yayın organları, daha seçimler yapılmadan seçimlerin demokratik olmayacağını iddia ettiler. Seçmene sandığa gitmeleri ve Putin’in partisine oy vermeleri yönünde müdahale ediliyormuş. Bu koronun, İşgal altında yapılan Irak seçimlerine toz kondurmadığını, muhalefet partilerinin gösterilerini sopayla dağıttırarak liderlerini hapse attıran Gürcistan Başkanını demokrasi abidesi ilan ettiklerini anımsayınca…
Seçimlerden sonra çıkan Newsweek, “Rusya’da demokrasi öldü” diyordu. The Observer, kantarın topuzunu kaçırıp, “Stalin’in gölgesinden”, “SSCB rejiminin restore edilmeye başlandığından” söz ediyordu. Putin sütten çıkmış ak kaşık değil, ama bu kadar nefret çekmesini anlamak da kolay değil. Ya da, kolay….
Çaresizlik kötü şey…
Putin’in (ve onu iktidara taşıyan eski SSCB egemen sınıflarından, ayakta kalmayı başaran güvenlik aygıtı nomenklaturasının) en büyük günahı, Rusya’nın zenginliklerinin uluslararası sermaye, ve içerdeki bir avuç hırsız tarafından talan edilmesine son vermeye başlaması. İkincisi, de son Münih Güvenlik konferansındaki konuşmasında dobra dobra ifade ettiği gibi Putin’in ABD’nin tek kutuplu dünya projesini, hegemonyacı, antidemokratik ve tehlikeli ilan ederek cepheden karşı çıkması. ABD diş politika çevreleri bunu hazmedemiyorlar ama ellerinden bir şey gelmiyor. Sinir krizleri geçirmeleri de bu yüzden.
Anımsarsanız, 1990’larda Yeltsin döneminde, Batı kapitalizmi Rusya ekonomisini ve zenginliklerini artık ele geçirdiğini düşünüyordu. ABD’de Rusya’yı, parçalayarak kendi etki alanı içine çekmeye hazırlanıyordu.
Putin iktidara geldikten sonra önce bir süre Batı ile birlikte yürüyormuş gibi yaptı, gerekli siyasi gücü topladıktan, devlet iktidarını restore ettikten sonra, Rusya ekonomisini ve kaynaklarını yavaş yavaş Batının talanına kapatmaya başladı. Özelleştirme sürecinin hırsız baronlarını (olikarkları) tasfiye etti, çaldıklarını geri aldı. Enerji fiyatlarındaki artıştan elde ettiği kaynakları akıllıca kullanarak askeri, ekonomik toplumsal yapıyı tamir etmeye girişti. 450 milyar dolarlık bir fon yaratarak, uluslararası mali sermayenin olası bir saldırısın karşı ülkeyi güvenceye aldı. Bu sırada Rusya’nın uluslararası etkisini de arttırmaya başladı. Böylece, SSCB gibi bir süper güçten sonra, sarhoş Yeltsin döneminde Batının soytarısı olmuş bir devlet başkanıyla yaşamaktan utanç duyan Rusya halkına onurunu iade etti. Ama belki de “en kötüsü”, Putin yönetimi, siyasi muhalefetin ve sivil toplum örgütlerinin (vakıfların vb…) ülke dışından mali yardım almalarını yasakladı. Böyle Soros takımının CIA’nin Demokrasi örgütlerinin Rusya’nın iç politikasına doğrudan katılarak, demokrasi oynamalarının, renkli devrim tezgahlamalarının önünü, onların parazitlerinin mali kaynaklarını kesti. Ama ne ilginçtir, Rusya halkı bu “kötü”, “antidemokratik” gelişmelerden hiç şikayetçi olmadı, Gorbaçev’in de işaret ettiği gibi %85’i Putin’i desteklemekte inat ediyor. Batı’nın sesini yansıtan politikacıların ve siyasi partilerin toplumsal destekleri %1’lerde dolaşıyor.
Batı’nın hırçınlığı da bu gelişmelerden kaynaklanıyor. Batı Rusya’nın etki alanının dışın çıktığını gördükçe çaresizlikten ağzını bozuyor.
Putin “modeli”
Batı’yı kızdıran, dahası aslında korkutan esas olarak şu: Putin sosyalizmi restore etmiyor. Aksine, özel mülkiyete, iş yaşamına getirdiği güvenceler, iktidardaki bürokratik yönetimin iş yaşamına çok uygun bir kültürle, tam bir devlet kapitalisti, zaman zaman da özel kapitalist olarak (hemen hepsi büyük işletmelerin yönetimlerinden geliyorlar ve hala kısman doğrudan yönetmeye devam ediyorlar) düşünüyor ve yaşıyorlar. Bu yüzden de Rusya’da iş yapan uluslararasi sermaye Putin yönetiminden memnun. Dahası Dış politika çevrelerinin demokrasiyi geri çevirme diye gördükleri ekonomik kararlara çabucak uyum gösteriyor, bu propagandaları yaymaya çalışanların çaresiz ve ihanete uğramış bakışları altında…
İkincisi, Putin neoliberal ve küreselleşmeci modelin kurallarını hiçe sayan bir model izliyor ve sonuç alıyor. İktidara geldiğinden Rusya’nın sanayi kapasitesi yarı yarıya imha olmuş, Gayri Safi Milli Hasılası 260 milyar dolara gerilemişti. Bu gün GSMH 1.1 trilyon dolara, kişi başına gelir de 2000 dolardan 7,500 dolara yükseldi (UPI, 03/012/07). Moskova Goldman Sachs analistleri’ bu büyümenin hepsinin petrol gelirlerin dayalı olmadığına, bir çok üretici sektörü kapsadığına, bu arada mantar gibi biten IKEA mağazaları zincirine işaret ederek, yeni ve alım gücü yüksek bir orta sınıfın şekillendiğine dikkat çekiyorlar (Charles Grant, The Guardian, 03/12)
Batı, Çin’in başarısından sonra, bu kez de Rusya’da, neoliberalizmin, küreselleşmeciliğin dışında, yeniden kalkınmacı paradigmayı ve “ulusal projeyi” anımsatan bir modelle karşı karşıya olmaktan çok rahatsız. Ya bazı gelişmekte olan ülkeler de benzer modelleri benimserlerse…
Üstelik, model aslında karmaşık değil. IMF gibi uluslararasi mali kuruşlara bağını koparacaksın. Özelleştirmeyle çalınan stratejik varlıkları geri alacaksın. Ülkenin ekonomik kapasitesini arttıracak, iç pazarını, derinleştirecek, bütünleştirecek, bu arada halkın temel gereksinimlerini karşılayacak politikalar izleyeceksin. Bu arada, buradan elde edilen siyasi güçle ekonomik artığın önemli bir kısmını orta sınıfa ve devlet seçkinlerine transfer etmeyi unutmayacaksın (dedik ya Putin sosyalizmi restore etmiyor). Ülke tabii ki kapitalist bir ülke olarak kalmaya, hatta dünya ekonomisi içinde oyuncu olmaya devam edecek.
Ama, hiç olmazsa, ülkenin egemen sınıfı da varlığını, halkına da son derecede büyük maddi ve manevi, yükler getirecek biçimde, “kendi kuyruğunu yiyerek yaşan bir yılan” gibi sürdürmeye çalışmaktan kurtulacak.
Bush ilk görüştüklerinde “Putin’in gözüne bakmış ruhunu görmüş güvenilir adam” demiş dost olmaya karar vermişti. Önceki pazar yapılan Duma (Meclis) seçimlerinden bir hafta önce bir Wall Street Journal baş yazısı, “Artık Rusya’yı düşman bir ülke olarak görmeye başlamak gerekir” diyordu.
Gerçekten de son yıllarda, Putin ABD-İngiltere ekseninin, bir nefret nesnesine dönüştü. ABD dış işleri sözcüleri. Council on Foreign Relations gibi dış politika alanının önde gelen düşünce kuruluşlarının etkili analistleri, büyük medya, 2006 yılının başından bu yana sistemli bir biçimde Putin’in Rusya’da demokrasiyi geri çevirmeye başladığını ileri sürüyorlar. İngiltere’de de genel olarak muhafazakar basında, Financial Times gibi daha soğuk kanlı yayınlarda, BBC gibi sözde tarafsız kanallar ve The Observer gibi sosyal demokrat gazetelerde de aynı hava var.
Bu hava, son Duma seçimlerinden önce inanılmaz bir kampanyaya dönüştü. Bu arada da, “Batı dostu” Gorbacev’in, The Times, Wall Street Journal gibi yayınlarda, yayımlanan söyleşilerde, gazetelerin tüm ısrarına karşılık, Putin’i savunması, desteklemekte ısrar etmesi, “halkın %85’i Putin’i destekliyor, beni ilgilendiren gerçeklik budur” demesi “herkesi” çok şaşırtıyordu.
Bu yayın organları, daha seçimler yapılmadan seçimlerin demokratik olmayacağını iddia ettiler. Seçmene sandığa gitmeleri ve Putin’in partisine oy vermeleri yönünde müdahale ediliyormuş. Bu koronun, İşgal altında yapılan Irak seçimlerine toz kondurmadığını, muhalefet partilerinin gösterilerini sopayla dağıttırarak liderlerini hapse attıran Gürcistan Başkanını demokrasi abidesi ilan ettiklerini anımsayınca…
Seçimlerden sonra çıkan Newsweek, “Rusya’da demokrasi öldü” diyordu. The Observer, kantarın topuzunu kaçırıp, “Stalin’in gölgesinden”, “SSCB rejiminin restore edilmeye başlandığından” söz ediyordu. Putin sütten çıkmış ak kaşık değil, ama bu kadar nefret çekmesini anlamak da kolay değil. Ya da, kolay….
Çaresizlik kötü şey…
Putin’in (ve onu iktidara taşıyan eski SSCB egemen sınıflarından, ayakta kalmayı başaran güvenlik aygıtı nomenklaturasının) en büyük günahı, Rusya’nın zenginliklerinin uluslararası sermaye, ve içerdeki bir avuç hırsız tarafından talan edilmesine son vermeye başlaması. İkincisi, de son Münih Güvenlik konferansındaki konuşmasında dobra dobra ifade ettiği gibi Putin’in ABD’nin tek kutuplu dünya projesini, hegemonyacı, antidemokratik ve tehlikeli ilan ederek cepheden karşı çıkması. ABD diş politika çevreleri bunu hazmedemiyorlar ama ellerinden bir şey gelmiyor. Sinir krizleri geçirmeleri de bu yüzden.
Anımsarsanız, 1990’larda Yeltsin döneminde, Batı kapitalizmi Rusya ekonomisini ve zenginliklerini artık ele geçirdiğini düşünüyordu. ABD’de Rusya’yı, parçalayarak kendi etki alanı içine çekmeye hazırlanıyordu.
Putin iktidara geldikten sonra önce bir süre Batı ile birlikte yürüyormuş gibi yaptı, gerekli siyasi gücü topladıktan, devlet iktidarını restore ettikten sonra, Rusya ekonomisini ve kaynaklarını yavaş yavaş Batının talanına kapatmaya başladı. Özelleştirme sürecinin hırsız baronlarını (olikarkları) tasfiye etti, çaldıklarını geri aldı. Enerji fiyatlarındaki artıştan elde ettiği kaynakları akıllıca kullanarak askeri, ekonomik toplumsal yapıyı tamir etmeye girişti. 450 milyar dolarlık bir fon yaratarak, uluslararası mali sermayenin olası bir saldırısın karşı ülkeyi güvenceye aldı. Bu sırada Rusya’nın uluslararası etkisini de arttırmaya başladı. Böylece, SSCB gibi bir süper güçten sonra, sarhoş Yeltsin döneminde Batının soytarısı olmuş bir devlet başkanıyla yaşamaktan utanç duyan Rusya halkına onurunu iade etti. Ama belki de “en kötüsü”, Putin yönetimi, siyasi muhalefetin ve sivil toplum örgütlerinin (vakıfların vb…) ülke dışından mali yardım almalarını yasakladı. Böyle Soros takımının CIA’nin Demokrasi örgütlerinin Rusya’nın iç politikasına doğrudan katılarak, demokrasi oynamalarının, renkli devrim tezgahlamalarının önünü, onların parazitlerinin mali kaynaklarını kesti. Ama ne ilginçtir, Rusya halkı bu “kötü”, “antidemokratik” gelişmelerden hiç şikayetçi olmadı, Gorbaçev’in de işaret ettiği gibi %85’i Putin’i desteklemekte inat ediyor. Batı’nın sesini yansıtan politikacıların ve siyasi partilerin toplumsal destekleri %1’lerde dolaşıyor.
Batı’nın hırçınlığı da bu gelişmelerden kaynaklanıyor. Batı Rusya’nın etki alanının dışın çıktığını gördükçe çaresizlikten ağzını bozuyor.
Putin “modeli”
Batı’yı kızdıran, dahası aslında korkutan esas olarak şu: Putin sosyalizmi restore etmiyor. Aksine, özel mülkiyete, iş yaşamına getirdiği güvenceler, iktidardaki bürokratik yönetimin iş yaşamına çok uygun bir kültürle, tam bir devlet kapitalisti, zaman zaman da özel kapitalist olarak (hemen hepsi büyük işletmelerin yönetimlerinden geliyorlar ve hala kısman doğrudan yönetmeye devam ediyorlar) düşünüyor ve yaşıyorlar. Bu yüzden de Rusya’da iş yapan uluslararasi sermaye Putin yönetiminden memnun. Dahası Dış politika çevrelerinin demokrasiyi geri çevirme diye gördükleri ekonomik kararlara çabucak uyum gösteriyor, bu propagandaları yaymaya çalışanların çaresiz ve ihanete uğramış bakışları altında…
İkincisi, Putin neoliberal ve küreselleşmeci modelin kurallarını hiçe sayan bir model izliyor ve sonuç alıyor. İktidara geldiğinden Rusya’nın sanayi kapasitesi yarı yarıya imha olmuş, Gayri Safi Milli Hasılası 260 milyar dolara gerilemişti. Bu gün GSMH 1.1 trilyon dolara, kişi başına gelir de 2000 dolardan 7,500 dolara yükseldi (UPI, 03/012/07). Moskova Goldman Sachs analistleri’ bu büyümenin hepsinin petrol gelirlerin dayalı olmadığına, bir çok üretici sektörü kapsadığına, bu arada mantar gibi biten IKEA mağazaları zincirine işaret ederek, yeni ve alım gücü yüksek bir orta sınıfın şekillendiğine dikkat çekiyorlar (Charles Grant, The Guardian, 03/12)
Batı, Çin’in başarısından sonra, bu kez de Rusya’da, neoliberalizmin, küreselleşmeciliğin dışında, yeniden kalkınmacı paradigmayı ve “ulusal projeyi” anımsatan bir modelle karşı karşıya olmaktan çok rahatsız. Ya bazı gelişmekte olan ülkeler de benzer modelleri benimserlerse…
Üstelik, model aslında karmaşık değil. IMF gibi uluslararasi mali kuruşlara bağını koparacaksın. Özelleştirmeyle çalınan stratejik varlıkları geri alacaksın. Ülkenin ekonomik kapasitesini arttıracak, iç pazarını, derinleştirecek, bütünleştirecek, bu arada halkın temel gereksinimlerini karşılayacak politikalar izleyeceksin. Bu arada, buradan elde edilen siyasi güçle ekonomik artığın önemli bir kısmını orta sınıfa ve devlet seçkinlerine transfer etmeyi unutmayacaksın (dedik ya Putin sosyalizmi restore etmiyor). Ülke tabii ki kapitalist bir ülke olarak kalmaya, hatta dünya ekonomisi içinde oyuncu olmaya devam edecek.
Ama, hiç olmazsa, ülkenin egemen sınıfı da varlığını, halkına da son derecede büyük maddi ve manevi, yükler getirecek biçimde, “kendi kuyruğunu yiyerek yaşan bir yılan” gibi sürdürmeye çalışmaktan kurtulacak.
Tuesday, December 04, 2007
Annapolis barış Zırvası
(Cumhuriyet, 03.12.07)
Annapolis barış zırvasından (pardon zirvesi diyecektim) Filistin tarafı zararla çıktı, Araplar aşağılandılar. Zirve sonrası yorumlarda ve tartışmalarda Türkiye’nin adı ise hiç geçmiyor. Belki bir kez geçmiştir, Suriye’nin vaatlerle kandırılarak zirveye katılmasının sağlanması bağlamında… Buna karşılık ABD ve İsrail tarafı sonuçlardan hoşnut görünüyorlar.
İroni şu ki (eğer böyle şeyleri hala ironi olarak görecek enerjimiz kaldıysa) “barış sürecini” yeniden başlatmak iddiasıyla tasarlanan Annapolis zirvesi, biri İran’a yönelik diğeri de Filistin’de bir iç savaş olmak üzere iki savaş olasılığını birden güçlendirmeyi başardı.
Mahmut Abbas fiyaskosu
Arafat öldükten(!?) sonra Filistin halkı tam anlamıyla lidersiz kaldı. Arafat’ın yerine FKÖ’nün ve Filistin İdaresi başına geçen Abbas tam anlamıyla bir fiyasko oldu. Hamas, seçimleri kazandı, güçlendi ve hiç beklenmedik bir biçimde, hiç zorlanmadan Gazze'yi ele geçirdi. Abbas, ABD-İsrail kuklası desek çok yanlış olmayacak, bir adam. Bu yüzden ABD, Annapolis’e yalnızca Abbas’ı çağırdı. Filistin halkının en azından yarısını temsil eden Hamas’ı görmezden gelmeye devam ediyor. Bu yüzden, Filistin halkının zirvede meşru bir biçimde temsil edilmediğini söyleyebiliriz.
Dahası, Al Ahram Weekly’nin İsrail basınından aktardığına göre (29/11/07), zirvede Bush ve İsrail başbakanı Olmert, üçlü konuşmalarında Abbas’tan bir an evvel Gazze’ye geri almasını istemişler. Diğer bir değişle, Hamas zirveye tümüye karşı ve iyice silahlı oluğuna göre, gündemde bir Filistin iç savaşı var. Ya da Gazze’de büyük çaplı bir İsrail operasyonu. Son günlerde, İsrail savunma çevrelerinden kimi görevliler, böyle bir operasyonun, Abbas’ın de işini kolaylaştıracağını savunuyorlarmış (Jarusalem Post, 28/11).
Annapolis toplantısı sonrasında, Bush’un okuduğu ortak açıklama metnine bakınca, fiyaskonun boyutları daha bir belirginleşiyor. Abbas Filistin halkına, barış sürecinin Filistin devletinin sınırları, Kudüs’ün statüsü, sürgünlerin geri dönmesi gibi ana konuları kapsayan prensipleri içermeyen bir anlaşma metni oluşmadan Annapolis’e gitmeyeceğine söz vermişti. Bush’un okuduğu metinde bu konulara değinilmiyor bile. Ama, Bush İsrail’i tanımlarken, “Yahudilerin Ana vatanı” ifadesini kullandı. Diğer bir değişle bir cümlede hem göçmenlerin geri dönmesini engelleyecek hem de, Al Ahram’dan Al Naami’nin işaret ettiği gibi bir etnik temizliğe olanak sağlayacak anlamı yaratmış oldu. Bu anlamı benimserse, İsrail 1948’de gitmeyip kalan Arapları, yabancı unsur kabul ederek sınır dışı edebilir… Ramalla’daki Filistin Yönetiminden kimi üst düzey görevliler, “Mahmut Abbas zirveden tümüyle uzak kalsaydı belki de daha iyi etmiş olurdu” diyorlarmış (Ali Waket, Yedioth.net, 28/11). Ali Waket, bu görevlilerin, Bush’un Annapolis’te barış süreci için tek yönlendirici olarak “Yol Haritasını” kabul etmesinden hareketle, şimdi “İsrail 2008 sonuna, hatta sonsuza kadar, Filistinlilerin anlaşma gereğince üstlerin düşeni yapmadığını iddia edebilir”… “ne olup bittiğini saptayacak, kabul edilebilir bir denetleme mekanizması da yok” dediklerini aktarıyor.
Kısacası Filistin cephesinde, düş kırıklığı, belirsizlik, yeni bir İsrail operasyonu ve iç savaş korkusu… İsrail tarafında da bir “şimdi ne oldu yani” havası hakim. Likud’un sağ kanadı, “Olmert sattı” diye feryat ederek parsa toplamak istiyor. Aşırı sağcı Şas partisinin lideri, “Annapolis'dekilerin gerçeklikten kopuk olduklarını” söylüyor (Haaretz, 28/11). Çok satan gazetelerden Yedioth Ahranot’da “Annapolis pembe dizisi” başlıklı bir yorumda “sonu gelmez zirveler dizisine bir yenisi eklendi” dendikten sonra, İsrail medyasına ilişkin, “bu kadar şamatanın nedeni, söylenecek bir şey olmamasıdır” saptaması yapılıyordu (28/11). Batı yakasındaki İsrailli yerleşimcilerin lideri Shaul Goldstein ise memnundu İsrail aşır sağının sesi Kanal 10 TV’sinde konuşurken, “Annapolis’in yerleşimlerin Batı Yakası’na doğru genişlemesine olanak sağlayacağını” savunuyordu (Al Ahram Weekly).
Korkmuşlar cephesi
CIA Ulusal İstihbarat Konseyi eski başkanı, halen Brooking Institute’de Ortadoğu Politikası ile ilgili Saban Merkezi direktörü, Martin Indyk’in, Bush’un Annapolis’te kendini konuya vermiş gibi görünmediğini söylemesine karşın (Council on Foreign Relations, 28/11), Büyük basına bakılırsa, ABD tarafı genel olarak sonuçtan hoşnut. Ama başka bir nedenden.
Sanırım en iyi New York Times’ın basitleştirme ve bayağılaştırma uzmanı Thomas Friedman koydu: “Ortadoğu uzun süredir görmediğimiz bir şeye şahit oluyor: ılımlılar, kendilerini toplayıp kötülere karşı titrek adımlarla da olsa tavır koymaya başladılar”. Ilımlılar başta Suudi’ler olmak üzere zirveye katılan Arap devletleri (Friedman değinme nezaketi göstermiyor ama, sanırım Türkiye’de bunlara dahil). Ama bu ılımlıları bir araya getiren, ortak bir vizyon değil, İran korkusuymuş. “Şimdilik bu korkmuşlar barışı” diyor Friedman. Annapolis’teki Filistin görüşmeci grubundan, adının açıklanmasını istemeyen bir görevli de “Araplar buraya, Yahudileri ya da Filistinlileri sevdiklerinden gelmediler. İran’a karşı ABD ile stratejik bir ittifak istiyorlar” diyormuş. “Bu Arap ulusları, tarihin kendilerini arkada bırakarak uzaklaştığını, gençlerini dinci militanlara kaptırdıklarını” düşünüyorlarmış (New York Times, 28/11). Benzer aşağılayıcı yorumları, Haaretz, Financial Times, Washington Post’tan Ignatius ve Martin Indyk’te yapıyor. Suudi parasıyla çıkan, Al Hayat’ta yayımlanan bir yorumda da Suriye’nin toplantıya katılmasından hareketle “Şii Hilal’i çatlıyor mu?” diye sorulduktan sonra, Annapolis öncesinde “Arap liderlerinin Suriye’yi İran’la ittifak yerine Arapların genel çıkarlarına yararlı bir politika uygulamaya ikna etmeye çalıştıkları” anlatılıyor (29/11). Belli ki Suudilerin korkusu, aşağılanmaya aldırmayacakları bir düzeye ulaşmış.
Annapolis sonrası hakim olan söyleme dikkatle bakınca, ABD medyasının, İran’ı bölgedeki terörizmin, lideri ılımlıların düşmanı olarak yeniden tanımlamaya, Suriye’den kopararak tecrit etmeye, Arap devletlerini de korkmuş koyunlar olarak bir araya toplamayı amaçladığı görülüyor. Lübnan’da yeni devlet başkanı olarak Suriye ile iyi ilişkilere sahip bir generalin adının geçmesi de bu bağlamda değerlendirilebilir. Böylece ABD’nin “İran sorunu”nu askeri operasyona uygun bir “olgunluğa” getirmeye çalıştığı söylenebilir.
Ancak, ABD’nin Suriye’yi toplantıda hiç kale almadığını, Suriye’nin istediği hiç bir konuyu gündeme getiremediğini, bu nedenle kendini aldatılmış hissetliğini düşünen, örneğin Helena Cobban gibi saygın analistler de var. Just World News ve Christian Science Monitor yazarı Cobban, ABD’nin Annapolis ile ilgili olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine verdiği, karar taslağını, Rice hazırlamış olmasına karşın Dick Chaney bürosunun ve İsrail’in baskısıyla, Cuma günü geri çekmiş olmasına da dikkat çekerek “Chaney/İsrail -1 Dünya sıfır” diyor. Şaka bir yana bu da, Annapolis’in barış sürecini yeniden canlandırma iddiasının tam bir zırvalık olduğunu gösteren bir başka gösterge.
Annapolis barış zırvasından (pardon zirvesi diyecektim) Filistin tarafı zararla çıktı, Araplar aşağılandılar. Zirve sonrası yorumlarda ve tartışmalarda Türkiye’nin adı ise hiç geçmiyor. Belki bir kez geçmiştir, Suriye’nin vaatlerle kandırılarak zirveye katılmasının sağlanması bağlamında… Buna karşılık ABD ve İsrail tarafı sonuçlardan hoşnut görünüyorlar.
İroni şu ki (eğer böyle şeyleri hala ironi olarak görecek enerjimiz kaldıysa) “barış sürecini” yeniden başlatmak iddiasıyla tasarlanan Annapolis zirvesi, biri İran’a yönelik diğeri de Filistin’de bir iç savaş olmak üzere iki savaş olasılığını birden güçlendirmeyi başardı.
Mahmut Abbas fiyaskosu
Arafat öldükten(!?) sonra Filistin halkı tam anlamıyla lidersiz kaldı. Arafat’ın yerine FKÖ’nün ve Filistin İdaresi başına geçen Abbas tam anlamıyla bir fiyasko oldu. Hamas, seçimleri kazandı, güçlendi ve hiç beklenmedik bir biçimde, hiç zorlanmadan Gazze'yi ele geçirdi. Abbas, ABD-İsrail kuklası desek çok yanlış olmayacak, bir adam. Bu yüzden ABD, Annapolis’e yalnızca Abbas’ı çağırdı. Filistin halkının en azından yarısını temsil eden Hamas’ı görmezden gelmeye devam ediyor. Bu yüzden, Filistin halkının zirvede meşru bir biçimde temsil edilmediğini söyleyebiliriz.
Dahası, Al Ahram Weekly’nin İsrail basınından aktardığına göre (29/11/07), zirvede Bush ve İsrail başbakanı Olmert, üçlü konuşmalarında Abbas’tan bir an evvel Gazze’ye geri almasını istemişler. Diğer bir değişle, Hamas zirveye tümüye karşı ve iyice silahlı oluğuna göre, gündemde bir Filistin iç savaşı var. Ya da Gazze’de büyük çaplı bir İsrail operasyonu. Son günlerde, İsrail savunma çevrelerinden kimi görevliler, böyle bir operasyonun, Abbas’ın de işini kolaylaştıracağını savunuyorlarmış (Jarusalem Post, 28/11).
Annapolis toplantısı sonrasında, Bush’un okuduğu ortak açıklama metnine bakınca, fiyaskonun boyutları daha bir belirginleşiyor. Abbas Filistin halkına, barış sürecinin Filistin devletinin sınırları, Kudüs’ün statüsü, sürgünlerin geri dönmesi gibi ana konuları kapsayan prensipleri içermeyen bir anlaşma metni oluşmadan Annapolis’e gitmeyeceğine söz vermişti. Bush’un okuduğu metinde bu konulara değinilmiyor bile. Ama, Bush İsrail’i tanımlarken, “Yahudilerin Ana vatanı” ifadesini kullandı. Diğer bir değişle bir cümlede hem göçmenlerin geri dönmesini engelleyecek hem de, Al Ahram’dan Al Naami’nin işaret ettiği gibi bir etnik temizliğe olanak sağlayacak anlamı yaratmış oldu. Bu anlamı benimserse, İsrail 1948’de gitmeyip kalan Arapları, yabancı unsur kabul ederek sınır dışı edebilir… Ramalla’daki Filistin Yönetiminden kimi üst düzey görevliler, “Mahmut Abbas zirveden tümüyle uzak kalsaydı belki de daha iyi etmiş olurdu” diyorlarmış (Ali Waket, Yedioth.net, 28/11). Ali Waket, bu görevlilerin, Bush’un Annapolis’te barış süreci için tek yönlendirici olarak “Yol Haritasını” kabul etmesinden hareketle, şimdi “İsrail 2008 sonuna, hatta sonsuza kadar, Filistinlilerin anlaşma gereğince üstlerin düşeni yapmadığını iddia edebilir”… “ne olup bittiğini saptayacak, kabul edilebilir bir denetleme mekanizması da yok” dediklerini aktarıyor.
Kısacası Filistin cephesinde, düş kırıklığı, belirsizlik, yeni bir İsrail operasyonu ve iç savaş korkusu… İsrail tarafında da bir “şimdi ne oldu yani” havası hakim. Likud’un sağ kanadı, “Olmert sattı” diye feryat ederek parsa toplamak istiyor. Aşırı sağcı Şas partisinin lideri, “Annapolis'dekilerin gerçeklikten kopuk olduklarını” söylüyor (Haaretz, 28/11). Çok satan gazetelerden Yedioth Ahranot’da “Annapolis pembe dizisi” başlıklı bir yorumda “sonu gelmez zirveler dizisine bir yenisi eklendi” dendikten sonra, İsrail medyasına ilişkin, “bu kadar şamatanın nedeni, söylenecek bir şey olmamasıdır” saptaması yapılıyordu (28/11). Batı yakasındaki İsrailli yerleşimcilerin lideri Shaul Goldstein ise memnundu İsrail aşır sağının sesi Kanal 10 TV’sinde konuşurken, “Annapolis’in yerleşimlerin Batı Yakası’na doğru genişlemesine olanak sağlayacağını” savunuyordu (Al Ahram Weekly).
Korkmuşlar cephesi
CIA Ulusal İstihbarat Konseyi eski başkanı, halen Brooking Institute’de Ortadoğu Politikası ile ilgili Saban Merkezi direktörü, Martin Indyk’in, Bush’un Annapolis’te kendini konuya vermiş gibi görünmediğini söylemesine karşın (Council on Foreign Relations, 28/11), Büyük basına bakılırsa, ABD tarafı genel olarak sonuçtan hoşnut. Ama başka bir nedenden.
Sanırım en iyi New York Times’ın basitleştirme ve bayağılaştırma uzmanı Thomas Friedman koydu: “Ortadoğu uzun süredir görmediğimiz bir şeye şahit oluyor: ılımlılar, kendilerini toplayıp kötülere karşı titrek adımlarla da olsa tavır koymaya başladılar”. Ilımlılar başta Suudi’ler olmak üzere zirveye katılan Arap devletleri (Friedman değinme nezaketi göstermiyor ama, sanırım Türkiye’de bunlara dahil). Ama bu ılımlıları bir araya getiren, ortak bir vizyon değil, İran korkusuymuş. “Şimdilik bu korkmuşlar barışı” diyor Friedman. Annapolis’teki Filistin görüşmeci grubundan, adının açıklanmasını istemeyen bir görevli de “Araplar buraya, Yahudileri ya da Filistinlileri sevdiklerinden gelmediler. İran’a karşı ABD ile stratejik bir ittifak istiyorlar” diyormuş. “Bu Arap ulusları, tarihin kendilerini arkada bırakarak uzaklaştığını, gençlerini dinci militanlara kaptırdıklarını” düşünüyorlarmış (New York Times, 28/11). Benzer aşağılayıcı yorumları, Haaretz, Financial Times, Washington Post’tan Ignatius ve Martin Indyk’te yapıyor. Suudi parasıyla çıkan, Al Hayat’ta yayımlanan bir yorumda da Suriye’nin toplantıya katılmasından hareketle “Şii Hilal’i çatlıyor mu?” diye sorulduktan sonra, Annapolis öncesinde “Arap liderlerinin Suriye’yi İran’la ittifak yerine Arapların genel çıkarlarına yararlı bir politika uygulamaya ikna etmeye çalıştıkları” anlatılıyor (29/11). Belli ki Suudilerin korkusu, aşağılanmaya aldırmayacakları bir düzeye ulaşmış.
Annapolis sonrası hakim olan söyleme dikkatle bakınca, ABD medyasının, İran’ı bölgedeki terörizmin, lideri ılımlıların düşmanı olarak yeniden tanımlamaya, Suriye’den kopararak tecrit etmeye, Arap devletlerini de korkmuş koyunlar olarak bir araya toplamayı amaçladığı görülüyor. Lübnan’da yeni devlet başkanı olarak Suriye ile iyi ilişkilere sahip bir generalin adının geçmesi de bu bağlamda değerlendirilebilir. Böylece ABD’nin “İran sorunu”nu askeri operasyona uygun bir “olgunluğa” getirmeye çalıştığı söylenebilir.
Ancak, ABD’nin Suriye’yi toplantıda hiç kale almadığını, Suriye’nin istediği hiç bir konuyu gündeme getiremediğini, bu nedenle kendini aldatılmış hissetliğini düşünen, örneğin Helena Cobban gibi saygın analistler de var. Just World News ve Christian Science Monitor yazarı Cobban, ABD’nin Annapolis ile ilgili olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine verdiği, karar taslağını, Rice hazırlamış olmasına karşın Dick Chaney bürosunun ve İsrail’in baskısıyla, Cuma günü geri çekmiş olmasına da dikkat çekerek “Chaney/İsrail -1 Dünya sıfır” diyor. Şaka bir yana bu da, Annapolis’in barış sürecini yeniden canlandırma iddiasının tam bir zırvalık olduğunu gösteren bir başka gösterge.
Sunday, December 02, 2007
Restorasyon ve çözülme
[Türkiye Sosyal Bilimler Derneği tarafından 28-3- Kasım tarihlerinde düzenlenen 10. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde “1980-2000, Bir dönemin sonu mu?” başlıklı oturumunda yaptığım sunuşun metni)
Gerçekten de 20. yılın son 20 yılını anlamlandırmak çok önemli, hem bu günü hem de olası yarınları düşünebilmek için.
Prof. Wallerstein, 1980’lerde çok önemli bir kültürel kaymanın yaşandığına, Fransız ve Rus devrimlerinin, genel anlamda “Aydınlanma” geleneğinin kaybolduğuna işaret ediyor. Felsefeci Alain Badiou’da bu 20 yılı düşünürken Restorasyon kavramını kullanıyor.
Bence de Restorasyon kavramı yararlı bir başlangıç noktası.
Ama neyin restorasyonu?
· Öncelikle, İnsanın kaderini elinden alarak, denetleyemediği güçlere, örneğin piyasaya, bırakan bir geleneğin restorasyonu. Bu gelenek “Aydınlanma olayından” önce, insanın kaderini tanrının, onun sözcülerinin eline terk ediyordu
Toplumsal Gelişme düşüncesini, insanın rasyonel bir varlık olduğu varsayımını, bilimsel düşüncenin temelini, kuran Aydınlanma “olayı”, İnsanın kendi “yaşam dünyasını”, eşitlik, özgürlük, kardeşlik prensipleri etrafında iyileştirebileceğini, hatta “yeni insanı” yaratarak, tarihin akışını değiştirerek yeni başlangıçlar tasarlayabileceğine ilişkin geleneği kurmuştu.
· Restorasyon, devrimlerin, “toplumsal mühendisliğin” kötü ve imkansız, zenginlerin iktidarının doğal ve mükemmel olduğunu savunan, eşitsizliğin gerekli olduğuna inanan bir geleneği hakim kılmaya çalışıyor. Restorasyon, insanın kaderini “serbest piyasa” denen bir kurgunun, hatta fantezinin eline, aslında sermaye birikimi sürecinin kaprisine teslim etmeyi amaçlıyor.
Her Restorasyon gibi bu Restorasyon da fikirlerden, teoriden, büyük projelerden nefret ediyor, kanaatlere bayılıyor. Özellikle, “aç gözlülük iyidir”, “zengin olmak gerekir”, “bedensel zevkler birincildir” diyen kanaatlere.
Bir başka açından, soyutlama düzeyimiz değiştirerek baktığımızda, bu restorasyonun dört başka boyutunu da söyle saptayabiliriz:
1- İkinci dünya savası sonrasında sendikal hareketin, sosyal demokrasinin ve komünizm korkusunun basıncıyla şekillenen sınıf uzlaşmasının, sosyal devletinin yıkılarak, engelsiz kapitalist sınıf egemenliğinin, “piyasa-devletinin” Restorasyonu. Diğer bir değişle, Egemen sermayenin Ulusal Keynesgil modeli yıkarak “küresel serbest piyasa projesiyle” emperyalist liberalizmin Restorasyonu.
2- 1970’lerde ekonomik kriz, siyasi açıdan Vietnam savaşı gibi etkilerle gerileyen ABD hegemonyasının, 1980’lerde Reagan yönetimi altında restorasyonu.
3- Egemen sermayenin, çevre ülkelerde, sömürge sitemi yıkılırken kaybettiği egemenliğinin, borç kriziyle oluşan konjonktürde, IMF-Dünya bankası, eliyle, restorasyonu.
4- 20 yüzyılın son 20 yılında, post-modernizmin de katkısıyla, sınıf mücadelesi düşüncesinin siyasi ontolojinin merkezinden kovularak, yerine, dini temelde betimlenen uygarlıklar çatışması düşüncesinin, etnik aidiyetlere dayalı milliyetçi projelerin restorasyonu girişimleri. Bu sırada birileri açıktan açığa, ABD’de yeni Roma’nın restorasyonundan, Türkiye’de Yeni-Osmanlı dünyasının restorasyonundan söz etmeye başladılar. Bu, aynı zamanda, modern vatandaşlığın temelini oluşturan laiklik ilkesinin, yıkılarak, siyasal İslam kimliğinin Restorasyonu olarak da karşımıza çıktı.
Ancak, Restorasyonlar tarihin hareketini durduramazlar. Bir süre sonra, kendi çelişkileri altında çökerken, yeni dönemin doğuşuna zemini oluşturacak enkazı da yaratırlar.
Bu gün, işte böyle bir enkazın şekillenmekte olduğunu düşünüyorum. Restorasyon kimi bileşenleri, sürerken kimi boyutlarıyla da çöküyor. Yine tarihe bir eşik, oluşuyor.
Şimdi bu Restorasyonun çöküşünün iki belirgin örneğine, ekonomik liberalizm ve ABD hegemonyası üzerinde kısaca durmak istiyorum.
I- Ekonomik Liberalizmin restorasyonu ve tükenişi:
Egemen kapitalizmin 1970’lerde başlayan yapısal krizine çözüm arayışları 1970’lerin sonunda sonuçlandı. 1980’lerin başında ABD, İngiltere önderliğinde “küresel serbest piyasa” projesiyle, liberalizmin restorasyonu başladı
1982 borç krizinin yarattığı ortamda da gelişmekte olan ülkelere IMF- Dünya Bankası “reformları” yoluyla dayatılan liberal restorasyonun bileşenlerini sanırım şöyle özetleyebiliriz:
1- İşçi hareketinin 1950-70 döneminde sermayeden kopardığı tavizleri geri alarak, sermayenin kesin hakimiyetini yeniden kurmak.
2- Az gelişmiş ülkelerin piyasalarını egemen sermayeye açarak, ekonomik mekanlarını yeniden düzenleyerek yönetmeye başlamak.
3- Böylece oluşmaya başlayan “bir düzenleme sistemi” içinde, egemen sermayeye özellikle, mali sermayeye küresel çapta sınırsız hareket, birikmiş kaynaklara mülksüzleştirme yoluyla el koyma olanakları sağlamak.
Bu düzenleme sistemi 1990’ların sonunda ilk tükenme belirtilerini sergilemeye başladı:
· 1997/98/2000 Asya, Brezilya, Rusya, Arjantin, Türkiye krizleri
· 1999/2000, gelişmiş ülkelerin borsalarında yaşanan ani düşüşlerle patlayan köpükler
· 2001/2002’de, köpüklerin enkazı üzerinde başlayan resesyonla birlikte gündeme gelen, 1929 benzeri bir depresyon tehlikesi.
Depresyon tehlikesine karşı, ABD Merkez Bankası önderliğinde küresel çapta devreye sokulan büyük mali genişlemeyse, tükenişin çöküşe dönüşmesini geciktirirken, Liberal Restorasyonun krizini daha da derinleştirdi: Dünya mali piyasalarında 380 trilyonluk, küresel üretimin yedi katı bir kredi köpüğü oluştu.
Şimdi, Ağustos ayından bu yana, bu köpüğün delinmesini, Restorasyonla gelen neo-liberal sistemin çöküşünü yaşıyoruz. Goldman Sachs, mali piyasalarda, en az iki trilyon dolarlık bir mali daralma ön görüyor. Bu daralma, ister istemez bir resesyona ve hatta belki de depresyona yol açacak. Küresel mali sistemin çöküş olasılığı her gün biraz daha güçleniyor.
Kredi krizi ortamında, geçmiş 20 yılın temel ekonomik varsayımları (Bizzat Restorasyonun kendisi) sermayenin denetimsiz bırakılmasının sonuçları sorgulanırken,
1990’lerde hızlanan küresel serbest piyasa oluşturma projesinin de 1999 Seattle toplantısından sonra içine girdiği tıkanıklığı aşamadığını, korumacılık, ikili anlaşmalar, kaynak ulusalcılığı olarak nitelenen “küreselleşme” öncesi dönemin savunma ve rekabet yöntemleri, siyasetin ekonomiye müdahale etmesine ilişkin talepler tekrar gündeme geliyor.
II - ABD hegemonyasının restorasyonu ve tükenişi
1980’de Reagan döneminde “küresel serbest piyasa kurma projesi” ABD hegemonyasını restorasyonuna üç yönden katkı yaptı
1- Egemen sermayeye yeni bir kriz yönetimi biçimi sunarak ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini kullanıma açarak, ABD, hegemonyasının liderlik ayağını yeniden inşa etti.
2- Komünizme karşı, özgürlük ve demokrasi projesi olarak sunulan, serbest piyasa projesi, gerek soğuk savaşta, gerekse de gelişmekte olan ülkelerin “ulusal proje”, bağımsızlık geleneklerine, karşı güçlü bir ideolojik silah oluşturdu, ABD’nin kültürel liderliğini güçlendirdi.
3- İkinci “soğuk savaş”, “Yıldız Savaşları” projeleri, Nikaragua, El Salvador, nihayet Afganistan’a yönelik müdahaleler ABD’nin hegemonyasının şiddete dayalı ayağını da yeniden güçlendirdi.
Restorasyon başlarken en önemli rakip gücün, SSCB’nin çoktan çöküş sürecine girmiş olması, Restorasyonu kolaylaştırdı, 1989’da bir sözde zaferle taçlandırdı.
1990’larda, ABD muzaffer tek süper güç olarak rakipsiz kaldığında, hegemonya Restorasyonu süreci de ilk zorluklarla karşılaşmaya başlayacaktı:
Bu kez ABD’nin karşısında gerileyen SSCB değil, Avrupa Birliği ve Çin, Hindistan, Brezilya gibi yükselen güçler vardı. Daha sonra bunlara Putin Rusya’sı da katıldı. Bu güçler ABD’nin, manevra alanını, küresel hegemon olma projesini gittikçe daha etkin bir biçimde sınırlamaya başladılar.
III- Bu güne gelirsek,
ABD, ekonomik ve kültürel liderliğinin zayıflamasıyla oluşan açığı, özellikle, 11 Eylül’den sonra, askeri kapasitelerine dayanarak kapatmaya kalkınca, kendini, yükselen güçlerin ekonomik ve siyasi kapasitelerinin iyice karmaşıklaştırdığı bir dünya içinde buldu.
Bu dünyada, özellikle Irak’ın işgalinden sonra, ABD’nin uluslararası prestiji, güvenilirliği ve destekleri hızla aşındı. Beklenen askeri başarıların gerçekleşememesi, hegemonya restorasyonu açısından önemli bir girişim olan BOP’un tıkanması, ABD’nin askeri kapasitesinin hegemonyasını, bir kez daha, restore etmeye yetmediğini gösterdi.
Dahası, Irak, Afganistan, giderek Pakistan, Lübnan belki İran gibi sıcak noktalarda, ABD müdahaleleri istikrara değil yeni krizlere yol açıyor.
Egemen sermayenin yeniden derinleşmeye ve depresyon olasılığını yeniden gündeme getirmeye başlayan mali krizi içinde, enerji piyasalarından, döviz ve borç piyasalarına kadar ABD çözümün değil sorunun parçası haline geliyor.
Bu gün, ekonomik ve kültürel bir dev olarak Çin, bir enerji devi olarak Rusya’nın basıncı,
Bu ülkelerin de desteğiyle güçlerini birleştirerek DTÖ Doha Raundunu felç eden 20’ler grubu, Ekolojik kriz ve enerji krizi gibi hızlandırıcıların etkileri
Bir dönem biterken yeni oluşumların gündeme gelmekte olduğunu düşündürüyor.
Bu gün yaşanmakta olan mali kriz, keskinleşen uluslararası ticari rekabet, elinde büyük kaynaklar biriktiren devletlerin Egemen Varlık Fonları’nın etkinlikleri, yükselen ekonomik ulusalcılık, kaynak ulusalcılığı gibi gelişmeler
Neo-liberal serbest piyasa modelinin, onun ideolojik ifade biçimi olan küreselleşmeciliğin, diğer bir değişle 1980’lerde başlayan ekonomik siyasi ve kültürel restorasyonun tükendiğini gösteriyor.
Tüm bunlar, insanın yeniden kendi geleceğini piyasanın elinden alarak, kendini yeniden yönetmeye, başlaması, ekonomik jeopolitik ve ekolojik krizlerin kesişerek yarattığı “durum” içinde, acilen, tüm insanlığın ortak çıkarlarını gözeten toplumsal mühendislik projelerini tasarlamaya başlamasını gerektiriyor.
Ancak, dünyada bir taraftan, genelde dini görüşlerin, özelde siyasal İslam'ın hala yükselmeye, İmparatorluk refleksinin bölgemizde yıkıcı etkisini sürdürmeye devam ettiği, tüketim kültürünün insanları kısa döneme kilitlediği günün koşullarında başaracağımız konusunda fazla iyimser değilim.
Gerçekten de 20. yılın son 20 yılını anlamlandırmak çok önemli, hem bu günü hem de olası yarınları düşünebilmek için.
Prof. Wallerstein, 1980’lerde çok önemli bir kültürel kaymanın yaşandığına, Fransız ve Rus devrimlerinin, genel anlamda “Aydınlanma” geleneğinin kaybolduğuna işaret ediyor. Felsefeci Alain Badiou’da bu 20 yılı düşünürken Restorasyon kavramını kullanıyor.
Bence de Restorasyon kavramı yararlı bir başlangıç noktası.
Ama neyin restorasyonu?
· Öncelikle, İnsanın kaderini elinden alarak, denetleyemediği güçlere, örneğin piyasaya, bırakan bir geleneğin restorasyonu. Bu gelenek “Aydınlanma olayından” önce, insanın kaderini tanrının, onun sözcülerinin eline terk ediyordu
Toplumsal Gelişme düşüncesini, insanın rasyonel bir varlık olduğu varsayımını, bilimsel düşüncenin temelini, kuran Aydınlanma “olayı”, İnsanın kendi “yaşam dünyasını”, eşitlik, özgürlük, kardeşlik prensipleri etrafında iyileştirebileceğini, hatta “yeni insanı” yaratarak, tarihin akışını değiştirerek yeni başlangıçlar tasarlayabileceğine ilişkin geleneği kurmuştu.
· Restorasyon, devrimlerin, “toplumsal mühendisliğin” kötü ve imkansız, zenginlerin iktidarının doğal ve mükemmel olduğunu savunan, eşitsizliğin gerekli olduğuna inanan bir geleneği hakim kılmaya çalışıyor. Restorasyon, insanın kaderini “serbest piyasa” denen bir kurgunun, hatta fantezinin eline, aslında sermaye birikimi sürecinin kaprisine teslim etmeyi amaçlıyor.
Her Restorasyon gibi bu Restorasyon da fikirlerden, teoriden, büyük projelerden nefret ediyor, kanaatlere bayılıyor. Özellikle, “aç gözlülük iyidir”, “zengin olmak gerekir”, “bedensel zevkler birincildir” diyen kanaatlere.
Bir başka açından, soyutlama düzeyimiz değiştirerek baktığımızda, bu restorasyonun dört başka boyutunu da söyle saptayabiliriz:
1- İkinci dünya savası sonrasında sendikal hareketin, sosyal demokrasinin ve komünizm korkusunun basıncıyla şekillenen sınıf uzlaşmasının, sosyal devletinin yıkılarak, engelsiz kapitalist sınıf egemenliğinin, “piyasa-devletinin” Restorasyonu. Diğer bir değişle, Egemen sermayenin Ulusal Keynesgil modeli yıkarak “küresel serbest piyasa projesiyle” emperyalist liberalizmin Restorasyonu.
2- 1970’lerde ekonomik kriz, siyasi açıdan Vietnam savaşı gibi etkilerle gerileyen ABD hegemonyasının, 1980’lerde Reagan yönetimi altında restorasyonu.
3- Egemen sermayenin, çevre ülkelerde, sömürge sitemi yıkılırken kaybettiği egemenliğinin, borç kriziyle oluşan konjonktürde, IMF-Dünya bankası, eliyle, restorasyonu.
4- 20 yüzyılın son 20 yılında, post-modernizmin de katkısıyla, sınıf mücadelesi düşüncesinin siyasi ontolojinin merkezinden kovularak, yerine, dini temelde betimlenen uygarlıklar çatışması düşüncesinin, etnik aidiyetlere dayalı milliyetçi projelerin restorasyonu girişimleri. Bu sırada birileri açıktan açığa, ABD’de yeni Roma’nın restorasyonundan, Türkiye’de Yeni-Osmanlı dünyasının restorasyonundan söz etmeye başladılar. Bu, aynı zamanda, modern vatandaşlığın temelini oluşturan laiklik ilkesinin, yıkılarak, siyasal İslam kimliğinin Restorasyonu olarak da karşımıza çıktı.
Ancak, Restorasyonlar tarihin hareketini durduramazlar. Bir süre sonra, kendi çelişkileri altında çökerken, yeni dönemin doğuşuna zemini oluşturacak enkazı da yaratırlar.
Bu gün, işte böyle bir enkazın şekillenmekte olduğunu düşünüyorum. Restorasyon kimi bileşenleri, sürerken kimi boyutlarıyla da çöküyor. Yine tarihe bir eşik, oluşuyor.
Şimdi bu Restorasyonun çöküşünün iki belirgin örneğine, ekonomik liberalizm ve ABD hegemonyası üzerinde kısaca durmak istiyorum.
I- Ekonomik Liberalizmin restorasyonu ve tükenişi:
Egemen kapitalizmin 1970’lerde başlayan yapısal krizine çözüm arayışları 1970’lerin sonunda sonuçlandı. 1980’lerin başında ABD, İngiltere önderliğinde “küresel serbest piyasa” projesiyle, liberalizmin restorasyonu başladı
1982 borç krizinin yarattığı ortamda da gelişmekte olan ülkelere IMF- Dünya Bankası “reformları” yoluyla dayatılan liberal restorasyonun bileşenlerini sanırım şöyle özetleyebiliriz:
1- İşçi hareketinin 1950-70 döneminde sermayeden kopardığı tavizleri geri alarak, sermayenin kesin hakimiyetini yeniden kurmak.
2- Az gelişmiş ülkelerin piyasalarını egemen sermayeye açarak, ekonomik mekanlarını yeniden düzenleyerek yönetmeye başlamak.
3- Böylece oluşmaya başlayan “bir düzenleme sistemi” içinde, egemen sermayeye özellikle, mali sermayeye küresel çapta sınırsız hareket, birikmiş kaynaklara mülksüzleştirme yoluyla el koyma olanakları sağlamak.
Bu düzenleme sistemi 1990’ların sonunda ilk tükenme belirtilerini sergilemeye başladı:
· 1997/98/2000 Asya, Brezilya, Rusya, Arjantin, Türkiye krizleri
· 1999/2000, gelişmiş ülkelerin borsalarında yaşanan ani düşüşlerle patlayan köpükler
· 2001/2002’de, köpüklerin enkazı üzerinde başlayan resesyonla birlikte gündeme gelen, 1929 benzeri bir depresyon tehlikesi.
Depresyon tehlikesine karşı, ABD Merkez Bankası önderliğinde küresel çapta devreye sokulan büyük mali genişlemeyse, tükenişin çöküşe dönüşmesini geciktirirken, Liberal Restorasyonun krizini daha da derinleştirdi: Dünya mali piyasalarında 380 trilyonluk, küresel üretimin yedi katı bir kredi köpüğü oluştu.
Şimdi, Ağustos ayından bu yana, bu köpüğün delinmesini, Restorasyonla gelen neo-liberal sistemin çöküşünü yaşıyoruz. Goldman Sachs, mali piyasalarda, en az iki trilyon dolarlık bir mali daralma ön görüyor. Bu daralma, ister istemez bir resesyona ve hatta belki de depresyona yol açacak. Küresel mali sistemin çöküş olasılığı her gün biraz daha güçleniyor.
Kredi krizi ortamında, geçmiş 20 yılın temel ekonomik varsayımları (Bizzat Restorasyonun kendisi) sermayenin denetimsiz bırakılmasının sonuçları sorgulanırken,
1990’lerde hızlanan küresel serbest piyasa oluşturma projesinin de 1999 Seattle toplantısından sonra içine girdiği tıkanıklığı aşamadığını, korumacılık, ikili anlaşmalar, kaynak ulusalcılığı olarak nitelenen “küreselleşme” öncesi dönemin savunma ve rekabet yöntemleri, siyasetin ekonomiye müdahale etmesine ilişkin talepler tekrar gündeme geliyor.
II - ABD hegemonyasının restorasyonu ve tükenişi
1980’de Reagan döneminde “küresel serbest piyasa kurma projesi” ABD hegemonyasını restorasyonuna üç yönden katkı yaptı
1- Egemen sermayeye yeni bir kriz yönetimi biçimi sunarak ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini kullanıma açarak, ABD, hegemonyasının liderlik ayağını yeniden inşa etti.
2- Komünizme karşı, özgürlük ve demokrasi projesi olarak sunulan, serbest piyasa projesi, gerek soğuk savaşta, gerekse de gelişmekte olan ülkelerin “ulusal proje”, bağımsızlık geleneklerine, karşı güçlü bir ideolojik silah oluşturdu, ABD’nin kültürel liderliğini güçlendirdi.
3- İkinci “soğuk savaş”, “Yıldız Savaşları” projeleri, Nikaragua, El Salvador, nihayet Afganistan’a yönelik müdahaleler ABD’nin hegemonyasının şiddete dayalı ayağını da yeniden güçlendirdi.
Restorasyon başlarken en önemli rakip gücün, SSCB’nin çoktan çöküş sürecine girmiş olması, Restorasyonu kolaylaştırdı, 1989’da bir sözde zaferle taçlandırdı.
1990’larda, ABD muzaffer tek süper güç olarak rakipsiz kaldığında, hegemonya Restorasyonu süreci de ilk zorluklarla karşılaşmaya başlayacaktı:
Bu kez ABD’nin karşısında gerileyen SSCB değil, Avrupa Birliği ve Çin, Hindistan, Brezilya gibi yükselen güçler vardı. Daha sonra bunlara Putin Rusya’sı da katıldı. Bu güçler ABD’nin, manevra alanını, küresel hegemon olma projesini gittikçe daha etkin bir biçimde sınırlamaya başladılar.
III- Bu güne gelirsek,
ABD, ekonomik ve kültürel liderliğinin zayıflamasıyla oluşan açığı, özellikle, 11 Eylül’den sonra, askeri kapasitelerine dayanarak kapatmaya kalkınca, kendini, yükselen güçlerin ekonomik ve siyasi kapasitelerinin iyice karmaşıklaştırdığı bir dünya içinde buldu.
Bu dünyada, özellikle Irak’ın işgalinden sonra, ABD’nin uluslararası prestiji, güvenilirliği ve destekleri hızla aşındı. Beklenen askeri başarıların gerçekleşememesi, hegemonya restorasyonu açısından önemli bir girişim olan BOP’un tıkanması, ABD’nin askeri kapasitesinin hegemonyasını, bir kez daha, restore etmeye yetmediğini gösterdi.
Dahası, Irak, Afganistan, giderek Pakistan, Lübnan belki İran gibi sıcak noktalarda, ABD müdahaleleri istikrara değil yeni krizlere yol açıyor.
Egemen sermayenin yeniden derinleşmeye ve depresyon olasılığını yeniden gündeme getirmeye başlayan mali krizi içinde, enerji piyasalarından, döviz ve borç piyasalarına kadar ABD çözümün değil sorunun parçası haline geliyor.
Bu gün, ekonomik ve kültürel bir dev olarak Çin, bir enerji devi olarak Rusya’nın basıncı,
Bu ülkelerin de desteğiyle güçlerini birleştirerek DTÖ Doha Raundunu felç eden 20’ler grubu, Ekolojik kriz ve enerji krizi gibi hızlandırıcıların etkileri
Bir dönem biterken yeni oluşumların gündeme gelmekte olduğunu düşündürüyor.
Bu gün yaşanmakta olan mali kriz, keskinleşen uluslararası ticari rekabet, elinde büyük kaynaklar biriktiren devletlerin Egemen Varlık Fonları’nın etkinlikleri, yükselen ekonomik ulusalcılık, kaynak ulusalcılığı gibi gelişmeler
Neo-liberal serbest piyasa modelinin, onun ideolojik ifade biçimi olan küreselleşmeciliğin, diğer bir değişle 1980’lerde başlayan ekonomik siyasi ve kültürel restorasyonun tükendiğini gösteriyor.
Tüm bunlar, insanın yeniden kendi geleceğini piyasanın elinden alarak, kendini yeniden yönetmeye, başlaması, ekonomik jeopolitik ve ekolojik krizlerin kesişerek yarattığı “durum” içinde, acilen, tüm insanlığın ortak çıkarlarını gözeten toplumsal mühendislik projelerini tasarlamaya başlamasını gerektiriyor.
Ancak, dünyada bir taraftan, genelde dini görüşlerin, özelde siyasal İslam'ın hala yükselmeye, İmparatorluk refleksinin bölgemizde yıkıcı etkisini sürdürmeye devam ettiği, tüketim kültürünün insanları kısa döneme kilitlediği günün koşullarında başaracağımız konusunda fazla iyimser değilim.
Subscribe to:
Posts (Atom)