Monday, November 26, 2007

Bu Kriz, 'O Kriz'...

(Cumhuriyet 26.11.2007)

"Dünya ekonomisi, 1930'lardaki gibi, uluslararası ekonomik, siyasi dengeleri değiştirecek bir krize mi girdi?" Eylülden bu yana bu soruya cevap arıyoruz. Gün geçtikçe, bizi "evet" demeye zorlayan nedenler artıyor.

Son yıllarda, ekonomik sarsıntılar en fazla birkaç hafta sürüyordu. Bu kez ağustos ayında ABD ev piyasalarında başlayan kriz, giderek mali sektörlere sıçradı; derinleşerek dünya ekonomisinde yayılarak devam ediyor. Bu sırada ABD'nin uluslararası konumunu sarsacak gelişmelerin de giderek hızlandığı görülüyor.

Dünya ekonomisi büyük değişimlerin eşiğinde
Hızla küresel bir kredi (borç) krizine dönüşen süreç içinde büyük bir "temizliğin" yaşanması kaçınılmaz. Goldman Sachs, bu temizlik sonucu, küresel kredi hacminde yaşanacak daralmanın 2 trilyon dolara ulaşmasını bekliyor. Küresel türev ve kredi piyasalarının hacminin 380-400 trilyon dolar olduğunu, kimin ne kadar zarar ettiğinin henüz tam olarak bilinmediğini göz önüne alırsak, Sachs'ın bu öngörüsünün bile aşılacağını varsayabiliriz. Bu çapta bir daralmanın bankaları vurmaması, küresel mali sistemin çöküş olasılıklarını gündeme getirmemesi, küresel bir resesyona, hatta depresyona yol açmadan aşılması neredeyse olanaksız.

Kriz, daha şimdiden, dünya mali sistemini çok önemli bir kararın eşiğine getirdi: Dolar, daha ne kadar uluslararası rezerv para olarak kalacak? Dolar, 2001 yılından bu yana "döviz sepeti" karşısında yaklaşık yüzde 26, Avro karşısında da yüzde 40 değer kaybetti. Dünyanın önde gelen merkez bankaları (döviz rezervleri toplam 5.6 trilyon dolara ulaştı. Bunun yüzde 75'i Asya ülkelerinde, yüzde 25'i de Çin'in elinde) bir taraftan dolardan uzaklaşarak Avro'ya ve yerel paralara yönelmeye, diğer taraftan da doların gerilemesini, bir çöküşü önleyecek biçimde yönetmeye çalışıyorlar.

Varil fiyatı 100 dolara dayanan petrolün hâlâ dolar cinsinden işlem görmesi de (doları ayakta tutan en önemli dayanaklardan biri) sorgulanıyor. Bu durum son OPEC toplantısında bir " kazay la açık unutulan TV yayınıyla" dünya kamuoyuna duyuruldu. Japon yatırımcıların da ABD yatırım araçlarından çıkarak Avro, daha da önemlisi bölgelerindeki piyasalara yöneliyor olmaları da sermaye hareketlerinde dolar aleyhine bir gelişmeye işaret ediyor. Kısacası, önümüzde ekonomik olarak çok hassas, siyasi olarak da (doların konumundan dolayı) çok kritik, riskli bir dönem var. Kimi yorumcular, "bir zamanların hegemonya simgesi dolar, aşağılanan Irak Merkez Bankası'nın bile istemediği bir paraya dönüştü" diyorlar ( The Independent, 17/11).

Geçen eylül ayında, ABD ekonomisindeki sektörel gelişmelere bakarak, resesyonun başladığını savunmuş, uluslararası bir boyut kazanmasını beklediğimizi vurgulamıştık. Aksini savunan, David Rosenberg (Merrill Lynch), Jan Hatzius (Goldman Sachs), Richard Berner (Morgan Stanley) gibi "ağır topların" , şimdilerde tutumlarını değiştirerek resesyon olasılığının güçlenmekte olduğunu vurguladıklarını görüyoruz. Belli ki resesyon artık saklanamayacak kadar derinleşti, " mızrak çuvala sığmıyor" . İflah olmaz iyimserler hâlâ, bu resesyonun dünyanın geri kalanını fazla etkilemeyeceğini ("decoupling" tezi) savunmaya çalışıyorlar. Malum piyasa ekonomistleri, krizleri, beklentileri yönlendirerek önleyebileceklerine inanırlar. Asla başaramazlar. Ama bu iyimserliğe inananlar olursa, esas oyuncuların bu bahaneyle kapıdan, zararın bir kısmını bu safların sırtına yıkarak çıkmasına fırsat yaratabilirler.

Ancak, durum o kadar vahim ki, dünya ekonomisinin ABD'ye aldırmayarak büyümeye devam edeceği tezine inanan ekonomistlerin sayısı hızla azalıyor. "Decoupling" tezinin aksini savunan en "kötümser" ekonomistlerden Prof. Roubini 'nin, son zamanlarda medyada bu kadar sık boy göstermesinin, aktarılmasının da nedeni budur. Dünyanın geri kalanının "kopmak" yerine, kredi krizinin ve küreselleşmeyle kurulan mali ticari bağlantıların etkileri yüzünden ABD'yi çok daha yakından izleyeceği anlaşılıyor. Çin ve Asya ülkeleri önümüzdeki aylarda, ABD tüketici talebindeki gerilemelere (ev fiyatlarında gerilemeler, mortgage ödemelerinde, yakıt fiyatlarında, işsizlikte artış nedeniyle) bağlı olarak ihracatlarında büyük düşüşler bekliyorlar (Financial Times 16/11); çare olarak bölgesel bağlantıları güçlendirmeye, Avrupa'ya yönelmeye çalışıyorlar. Sırf bu eğilimler bile, bu resesyon, bir depresyona dönüşmese bile (!?), dünyanın ekonomik dengelerinin, ABD'nin ağırlığını azaltacak bir yönde değiştireceğe benziyor.

Ve siyaset
ABD hegemonyasının ekonomik dayanaklarının tümüyle yıkılmış, bir seri değişimin gündeme gelmiş olacağı bir noktaya doğru hızla ilerliyoruz. Yıllardır ABD'nin hegemonyasının ekonomik kültürel dayanakları zayıfladıkça askeri gücünün öne çıkacağını vurguluyor, ABD emperyalizmin çok tehlikeli, öldürücü bir aşamaya girdiğine dikkat çekiyoruz. 11 Eylül'den sonra gelişmeler bu öngörülerimizi tümüyle doğruladı. Ancak, ABD'nin askeri girişimlerinin, uluslararası konumunu korumaya yetmediğine, hatta aşınmasını hızlandırdığına da şahit olduk. Geçen haftaki gelişmelere bakarak ABD'nin siyasi olayları yönlendirme yeteneğini hızla kaybetmekte olduğunu söyleyebiliriz.

Bir hegemonun, ya da imparatorluk adayının, en azından kendine bağlı devletlerdeki gelişmeleri yönlendirebilmesi gerekir. Son haftalarda, olayları izleyenler, ABD hegemonyasının yeni fiyaskolarına şahit oldular.

Afganistan 'da Taliban ülkenin yüzde 54'ünü yeniden ele geçirdi ( The Independent, 22/11). Kâbil'e bir saat uzaklıktalar ( International Herald Tribune, 23/11). ABD hem Pakistan 'daki hem de Gürcistan 'daki " adamlarını " kaybediyor (Anatol Lieven, The National Interest, 14/11 ; Wall Street Journal, 16/11 ; Weekly Standard, 21/11 , Washington Post , 22/11). ABD, Pakistan'a "özel güçlerini" göndermeye, çaresizlik içinde, aşiretleri parayla satın almaya hazırlanıyor; geleneksel olarak ABD düşmanı olan aşiretleri! ( Yale Global, 21/11). Gürcistan'daki örnek demokrat Şaakaşvili hükümeti, muhaliflerinin barışçıl gösterilerini copla, lastik mermiyle dağıtıyor, sıkı yönetim ilan ediyor, TV kanallarını kapatıyor. Önceki cumartesi günü yapılan seçimlerden sonra, Kosova 'nın bağımsızlık krizi derinleşiyor ve bölge yeniden patlama noktasına geliyor. Lübnan 'da da iç savaş olasılığı korkutucu ölçülerde güçlendi. Irak 'ta yeniden bombalar patlamaya başladı; cihat yanlısı teröristler, büyük çaplı bir saldırılar düzenlediler. Çin, ABD uçak gemisi Kitty Hawk ve filosunu Hong-Kong Limanı'na sokmadı.

Geçen hafta Spiegel , Helmut Schmitt 'in, ABD Rusya'dan daha tehlikelidir sözlerine cevap vermeye çalışıyor (20/11), ABD, yine imparatorlukların yükselişi ve çöküşüyle ilgili yeni bir kitabı (Amy Chua, Day of Empire ...) hararetle tartışıyordu. Bu arada, Financial Times 'dan Gideon Rachman, ABD seçkinlerinin, imparatorluk kurma düşüncesini , üç yıl gibi kısa bir sürede terk etmelerinin nedenlerini araştırıyordu (19/11). Rachman'ın da işaret ettiği gibi, ABD kendi realitesini kendi yaratacaktı, ama evdeki hesabı çarşıya uymamış, realite, hiç de hoş olmayan yönlerde şekillenmeye başlamıştı. Şimdi, Kissinger' le yapılan söyleşiler yine moda ( Wall Street Journal 17/11) ama, ihtiyar tilkinin kesin bir şey söyleyememesi anlamlı... İmparatorluk rüyası gitti gider... Sanırım bu kriz " o kriz " ve daha başındayız!

Saturday, November 17, 2007

Bu sırada Avrupa’da… (I)

(Cumhuriyet, 29/10/07)
Başımız çok kalabalık olduğundan, belki pek farkında değiliz ama, bu arada Avrupa’da ilginç gelişmeler var. Irak savaşından sonra, “eski”, “yeni” Avrupa ayrımıyla, Anayasanın referandumlarda ret edilmesiyle, Polonya’nın Avrupa-Rusya ilişkilerine sürekli çomak sokmasıyla oluşan “tıkanıklık” açılmaya başladı.

“Anayasa” sorunu aşıldı
Üye devletlerin ulusal yasaları karşısında bağlayıcı bir güce sahip, neoliberal ekonomi yönetimini yasalaştırmayı, birliği ekonomik ve siyasi yönde derinleştirmeyi ve hızlandırmayı amaçlayan Anayasa AB sürecinin en önemli eşiğiydi. 1983’de kurulduktan sonra tüm AB komisyonlarına egemen olan Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası (ERT) AB sürecini ve Anayasayı, neoliberal bir hegemonya projesi olarak yönetiyor, onaylanması için büyük çaba gösteriyordu. Ancak, 18 ülkeden, 4,5 milyon işçi çalıştıran yıllık 1.6 milyar Avro cirolu 42 dev şirketin temsilcilerinin oluşturduğu ERT’nin medya üzerindeki etkisi, toplumsal desteği, işçilerin köylülerin, ulusal düzeyde çalışan küçük, orta ölçekli sanayici ve iş adamlarının muhalefetini aşmaya yetmedi. 2005 yılında, Anayasa, Fransa ve Hollanda referandumlarında ret edildi. Kamu oyu yoklamaları bu sonucun diğer ülkelerde de tekrarlanacağını gösterince süreç tıkandı.

O zaman, bizimde aktardığımız gibi, ikili bir çözüm gündeme geldi. “İktidar Brüksel’den alınıp üye ülkelere veriliyor”, söylemiyle neoliberal reformları uygulama ve ilerletme görevi, AB ağır toplarına direnme şansı olmayan ulusal hükümetlere devredildi. Böylece ERT projesi uygulanacak ama AB süreci, Brüksel vatandaşların nefret nesnesi olmaktan kurtulacaktı . İkincisi, Anayasanın içindekiler, referandum gerektirmeyen, hükümetlere tek tek kabul ettirilebilecek, mecliste oylanarak uygulamaya konulabilecek sıradan bir anlaşma biçiminde yeniden gündeme gelecekti.

Ekim’in 18’inde Lizbon’da, AB üyesi ülkelerin liderleri tarafından son derecede karmaşık, her aşamada öteki anlaşmaların maddelerine gönderme yapan, ancak en “kaşarlanmış” EU bürokratlarının anlayacağı dilde, hazırlanarak benimsenen anlaşmanın, Anayasayı arka kapıdan içeri sokma görevini başardığı söylenebilir.

O kadar ki, AB Anayasa taslağının baş mimari Valéry Giscard D’Estaing, gelişmeyi Le monde’a değerlendirirken, “alet çantasının içindeki aletler tümüyle aynı, yalnızca yerleri değişti, çanta da eski bir model kullanılarak üç gizli bölmeyle içindekini saklayacak biçimde yeniden dekore edildi”(26/10) diyecekti.

Lizbon anlaşması, AB oy verme sistemini basitleştirerek, üyelerin nüfus büyüklüklerini yansıtacak biçimde düzenliyor. 2014-2017 arasında devreye girecek olan değişikliklere göre Bakanlar Konseyindeki kararlar, üyelerin %55’i ve Birliğin toplam nüfusunun %65’ini temsil eden bir çoğunlukla kabul edilecek. Halen oy birliği prensibi uygulanan, göçmenlik ceza yasası gibi bir çok önemli alanda, oy çokluğu uygulamasına geçiliyor. Avrupa Mahkemesi de büyük yetkiler elde ediyor. Ulusal veto haklarından vazgeçme karşılığında İngiltere ve İrlanda, bazı uygulamalardan muafiyet talep edebilecekler.

Anlaşma, üye ülkelerin liderlerini temsil edecek bir Başkanlık kurumu ve halen dış işlerine bakan iki görevi birleştirerek bir dışişleri sorumlusu yaratıyor. Anlaşma temel Haklar Beratına da yasal bir güç kazandırıyor. Böylece The Economist’in deyimiyle Lizbon Anlaşması, hep birlikte aynı konularla uğraşacak, bir üçüz (Konsey Başkanı, Komisyon Başkanı ve dış işleri sorumlusu) doğurmuş, iddiaya göre karar sürecini karmaşıklaştırmış oluyor (25/10). Yine de, Anayasa sorununun şimdi, büyük ölçüde aşılmış olduğu söylenebilir.

Daha Etkin bir AB
Birlik süreci aksarken, AB’ni uluslararası gelişmeleri etkileme kapasitesinde de, Irak savaşından bu yana önemli tıkanıklıklar yaşanıyordu. AB, ABD yanlısı Doğu Avrupa ülkelerinin, Rumsfeld’in deyimiyle “yeni Avrupa’nın”, İtalya, İspanya’nın yanı sıra savaşı desteklemesiyle, tüm dünyanın gözünde, iktidarsız bir “merkez” konumuna düşmüştü.

AB, bu süreci İspanya ve İtalya’da liderliklerin değişmesiyle büyük ölçüde aştı. Ancak, Polonya, hem Anayasa sürecinde ulusal çıkar, hem de, AB Rusya ilişkilerindeki gelişmelerde Rusya düşmanlığı bağlamında, engeller koyarak, tarihsel Almanya düşmanlığını sürdürerek sorun çıkarıyordu. Polonya AB enerji tedariki politikalarında, Rusya karşıtı tavır sergileyerek, ABD’nin füze kalkanı ünitelerini topraklarına koymasına izin vererek, AB-Rusya ilişkilerini, yakınlaşma fırsatlarını adeta sabote ediyordu.

Geçen hafta sonuçlanan Polonya genel seçimleri, Polonya sorununun da aşılmakta olduğunu gösteriyor. İktidardaki, muhafazakar milliyetçi, Kazyinski ikizlerinin yönetiminde Hak ve Adalet Partisi karşısında seçimleri, kazanan Sivil Platform partisi, hem iş çevrelerine hem de Avrupa projesine çok daha yakın. Le Monde ve The Economist, partinin lideri Donald Tusk’in Rusya ile ilişkileri düzeltmeye öncelik vereceğini, AB sürecinde çok daha uyumlu bir tutum alacağını, Irak’tan çekilmek istediğini, füze kalkanı projesine çok sıcak bakmadığını aktarıyorlar. ABD yanlısı muhafazalar, The Daily Telegraph (İngiliz) ise Tusk’ın Füze kalkanını engelleyerek ABD-AB ortak savunma sürecine büyük zarar vermesinden korktuğunu yazıyordu.

Avrupa’nın uluslararası etkinliğini arttırmaya yardımcı olacak bir diğer gelişme, Avrupa Uluslararasi İlişkiler Konseyinin (ECRF) kurulmasıydı. Kuruluşu, Avrupa Birliği “derin diplomasi” kadrolarından, Finlandiya Eski Başkanı, Kriz Yönetme İnisiyatifi’nin, kurucusu, Güney Afrika Hakikat ve Barışma Komisyonu üyesi, BM Kosova eski temsilcisi ve daha bir çok uluslararası barış sürecinde belirleyici düzeyde yer almış Martti Ahtisaari ve Almanya eski Dişileri bakanı Joschka Fischer’in imzaladıkları bir yazıyla Financial Times’da kamu oyuna duyurulan ECFR’nin amacı Avrupa’nın uluslararası alanda daha etkin olmasını sağlamak. Berlin, Londra, Madrid, Paris, Roma, Varşova ve Sofya’da şubeleri olan ECFR’nin başına, İngiltere’nin AB yanlısı dış politika entelektüellerinden Mark Lenoard getirildi. Londra’daki Avrupa Reformu Merkezi ve Dış Politika Merkezi kuruluşlarının başkanlığını yapmış olan Lenonard’ı, benim de aktardığım, Why Europe Will Run the 21st Century (Neden 21 Yüzyılı Avrupa yönetecek) kitabından tanıyoruz.

ECFR’nin ilk girişimlerinden birinin Gallup kamu oyu araştırması şirketine, 52 ülkeden, 57.000 kişinin katıldığı bir araştırma yaptırarak, dünya vatandaşlarının, ABD gibi “etobur” “sert güce” dayalı merkezlere değil, AB gibi “ot obur”, “yumuşak güce” merkezlere daha olumlu baktığını sergilemesi de çok anlamlıydı. Mark Leonard kitabında AB tarzı liderliğin dünyada giderek daha çok kabul gördüğünü savunurken, Ahtisaari ve Fischer de yazılarında, “Angela Merkel’in iklim değişikliği alanındaki liderliği, Prodi’nin Lübnan’ı stabilize etme çabaları, Brown’ın yoksul ülkelerin borçlarının tasfiyesi inisiyatifi, Sarkozy’nin İran’a karşı güçlü demeçleri” daha etkin bir dış politika liderliğinin şekillenmekte olduğuna işaret ediyorlardı. Leonard’ın kitabında da, AB çok merkezli, ama eş güdümlü ve çok esnek, bu anlamda rakipleri tarafından etkisizleştirilmesi çok güç bir iktidar yapısı, hegemonya bloğu olarak tanımlanıyor.

Bu Sırada Avrupa'da...(II)

(Cumhuriyet, 31/10/07)
Pazartesi günü, Avrupa Birliği sürecinin, Lizbon anlaşmasıyla, Polonya seçimlerini AB yanlısı bir liderin kazanmasıyla önemli tıkanıklıkları aşmaya başladığını, uluslararası alanda daha etkin davranabilmesine yardımcı olabilmesi için bir de Avrupa Dış İlişkileri Konseyi (ECFR) kurulduğunu aktarmıştım. Bu anlamda AB sürecinde yeniden bir iyimserliğin oluştuğu söylenebilir. AB'nin dünya ekonomisi içindeki göreli konumuna ilişkin son veriler de bu iyimserliği destekliyor.

ECFR amaç deklarasyonu
ECFR'nin internet sitesinde imzaya açtığı amaç deklarasyonunda (www.onevoiceforeurope.eu)
"Avrupa ülkeleri, günümüzün büyük güçler ve geleceği yükselen devleri karşısında, tek tek yaklaştıklarında, dünyayı yeterince etkileyemediklerini görüyorlar. Ancak eğer tek bir sesle konuşabilirsek Avrupa Birliği dünyayı şekillendirmemize yardımcı olabilir" saptaması yapıldıktan sonra, AB ülkelerinin birlikte hareket etmeleri durumunda, iklim değişikliklerinden yoksulluğu azaltmaya, insan haklarını tanımlamaktan soykırımları engellemeye, ölümcül silahların yayılmasını önlemekten "şiddete dayalı aşırı düşüncelerin" nedenlerine eğilmeye kadar ortak çıkarlarını etkin bir biçimde savunabileceklerine işaret ediliyor.

ECFR'ye göre bu amaca yönelik olarak "AB dış politikasının Avrupa'nın tüm ekonomik, siyasi, kültürel ve nihayet askeri gücüyle desteklenmesi gerekiyor". ECFR deklarasyonunda "Güçlü ve etkili çok taraflı kurumlara (multilateral-E.Y) bağlılığımız, AB'nin onlar içindeki etkinliğinin artırılmasıyla birlikte ilerlemelidir" saptaması yapılıyor. Böylece ECFR, çok kutuplu (ABD hegemonyasına dayanmayan) bir dünyadan yana olduğunu, hegemonyanın, esas olarak "yumuşak gücüyle" tanımlanan ekonomik, siyasi, kültürel modelinin diğer ülkeler tarafından benimsenmesine dayanan bir liderlikle kurulmasını amaçladığını açıklamış oluyor.
Bu hegemonya formülünün bileşenlerine baktığımızda, ECFR Başkanı Mark Leonard 'ın AB modeline benzeyen ilişkilerin, Çin, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin çıkarlarına da uygun olduğuna, bu nedenle yaygınlaşacağına ilişkin görüşlerinden hareketle, AB'nin kültürel ve siyasi çekim unsurlarına sahip olduğunu düşünsek bile genel geçer kanının, ekonomik modeli söz konusu olduğunda olumsuz olduğunu biliyoruz. Esasen ABD hegemonyasının bir etkisi olarak şekillenmiş olan bu kanı, AB'nin ekonomik modelinin, neoliberalizmi benimsemediği için üretkenlik, yeni iş yaratma, ekonomik büyüme, uluslararası rekabet gücü, yabancı sermaye çekme kapasitesi vb. gibi ölçütlerle yaklaşıldığında ABD modeline göre çok yetersiz, hatta "hasta" olduğu yönünde. Ancak son veriler çok ilginç bir biçimde, başka bir şey söylüyor.

AB gerçekten hasta mı?
Örneğin IMF, World Economic Outlook içindeki kişi başına gayri safi milli hasıla yıllık ortalama büyüme oranları kesin verileri, geçen 10 yıl içinde AB'nin yüzde 1.8 ile ABD'nin (yüzde 1.6) önünde geldiğini gösteriyor. Neoliberalizmden uzak olduğu var sayılan Almanya için bile bu oran yüzde 1.5. (www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2007/02/pdf/tblPartB.pdf)
Washington Post' ta, Steven Hill imzalı bir yazı da AB'nin hasta olduğuna ilişkin genel kanının gerçek olmadığını gösteriyordu (07/10/07). Hill'e göre AB bugün, dünya ekonomisinin yüzde 30'una ulaşan, 16 trilyon dolarlık ekonomisiyle, payı yüzde 27'ye gerileyen ABD'yi geçmiş durumda. Japonya ve Çin'in payları sırasıyla yüzde 9 ve yüzde 6. AB ekonomileri, 2006'dan bu yana ABD'den daha hızlı yeni iş yaratıyor, daha yüksek üretkenlik oranları sergiliyorlar, bütçe dengeleri de daha iyi. İkincisi, dünyanın toplam sabit sermaye yatırımlarının yüzde 50'si AB'ye gidiyor. AB'de yatırım yapan ABD şirketleri diğer bölgelere göre (ABD dahil) daha büyük kârlar yapabiliyorlar. AB'de işsizlik, son 25 yılın en düşük düzeyinde, ama hâlâ ABD'ninkinden yüksek. Ancak, AB'deki işçilerin sosyal hakları, ortalama ücretleri, sigortaları ABD işçilerininkinden çok daha iyi.

"Refah devleti" iş yaşamını sekteye uğratmak bir yana, sosyal barışı, üretkenliği, hatta reformlarla yeni iş olanaklarını destekliyor. World Economic Forum dünya rekabet gücü endeksinde, ilk dört sırayı, ilk 10'un yedisini AB ülkelerinin işgal ettiğini, ABD'nin 6., Çin'in 54. sırada geldiğini görüyoruz.

AB'nin enerji alanında Rusya'ya ve Ortadoğu'ya bağımlı olduğu da tam doğru değil. Rusya'nın da AB'ye ekonomik ve siyasi olarak büyük gereksinimi var. Bu dengeli bir pazarlık için zemin sağlarken AB dünyanın hiçbir yerinde olmadığı hızla enerji verimliliğini artırıyor, yenilenebilirlere yönelerek hidrokarbon bağımlılığını azaltıyor. AB'nin "ekolojik ayak izi" (olumsuz etkisi) ABD'ninkinin yarısı büyüklüğünde. Yine iyimser bir notla bitirmek için ECFR liderliğinin Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediklerine işaret edelim.