Oyak Bank’ın ING Grubuna satılması ilginç bir tartışmaya yol açtı. Görüşlerine çok önem verdiğim iki ekonomist Mustafa Sönmez ve Erinç Yeldan, bu tartışmaların içinde çok önemli hatırlatmalarda ve uyarılarda bulundular. Bu uyarılara katılmakla birlikte, sermaye ilişkisi ekonomik boyutu/düzlemi aşan bir karmaşıklığa sahip olduğuna ilişkin kısa bir not düşmek istiyorum.
Mustafa Sönmez şöyle diyor “Ordunun holdingi olarak lanse edilen OYAK'ın, bankası Oyakbank'ı, ING Grubuna satması, orduyu ulusalcı. OYAK'ı da ulusal sermaye görenlerin ezberini bozdu... bazıları da fena halde hayal kırıklığı yaşadı” ve devam ediyor ... "OYAK, ordu mensuplarının birikimlerini değerlendiren bir anonim sermaye... Sermaye dediğiniz şey bir ilişkidir. Onun kime ya da kimlere, bir aileye mi, binlerce küçük ortağa mı, devlete mi ait olduğu önemli değildir. Sermaye, sermaye olarak yola çıkıp kar ve birikim sağlama amacıyla harekete geçtiğinde onun OYAK mı olduğu Koç mu olduğu artık fark etmez....” ...”Marks'ın dediği gibi, Biriktir, biriktir, Musa da bu peygamberler de.. Bu basit ama çok temel gerçeği unutanlar, zaman zaman sermayeyi sınıflandırıp ona ulusalcı, işbirlikçi, yeşil, kızıl gibi sıfatlar takıp o özelliklerine göre saf tutarlar.... Umalım, bu satış birilerine sermaye üstüne biraz daha düşünme, sermayenin vatanı, dini, imanı, rengi olup olmadığı sorusunu sordursun, düşündürtsün....”
Erinç Yeldan’da Sönmez’le aynı görüşleri paylaşıyor: “Bu nedenle, Tüpraş'ta öncelikle kâr elde etme amacıyla çalışacak olan özel sermayenin 'ulusal' ya da 'uluslararası' nitelikte olması önemli bir ayrıcalık göstermez. Sonuçta her türlü biçimiyle özel sermaye, 'kâr amacıyla' çalışacaktır ve kâr elde etmek için 'ne gerekirse onu yapacaktır' . Piyasa koşullarının dalgalanmaları altında, temel amaç olarak kâr elde etme güdüsüne dayalı işletmecilik anlayışı her zaman 'ulusal çıkarlar' ile uyuşmayabilir ve sosyal fayda ilkeleriyle çelişebilir.” Ve haklı olarak ekliyor “Öte yandan, şu ya da bu kriter ile ' ulusal' niteliğe sahip bir özel sermaye grubunun piyasanın değişen koşulları altında dahi ileride de bu konumunu muhafaza edeceğini kim garanti edebilir?"
Gerçekten de sermayeye, siyasi, bir özneye ilişkin bir tutumu ifade eden bir kavramı kullanarak “ulusalcı” sıfatını eklemek doğru olmaz. Sermaye bir şey olduğu kadar hatta daha fazla bir ilişkidir, ama bir özne, insan değildir. Bu anlamda, tercihi sermaye değil, sermayeden aldığı sinyallerle, sermayeyi yöneten, onun üzerinde mülkiyet sahibi, kontrol sahibi olan (mülkiyet ve/veya kontrol sahibi olmak görmezden gelinecek kategoriler değildir, özellikle kısa dönem tercihler söz konusu olduğunda) bireyler yaparlar.
Bu nedenle sermaye ile onu yöneten, ona hizmet eden onu taşıyan bireyleri, sermaye ile sermaye sınıfını ve bu sınıfın üyelerini birbirine karıştırmamak, İkincisinin zaman zaman ideolojik kültürel nedenlerle üçüncüsünün de ek olarak etik, varoluşçu, hatta “ulvi” nedenlerle, sermayenin salt ekonomik kısa dönemli devinimlerine indirgenemeyen kararlar alabileceğini, davranışlar gösterebileceğini, bunlara bağlı olarak sorumlu tutulabileceğini, yargılanabileceğini, cezalandırılabileceğini görmek gerekir.
Bu nedenlerle sermaye ilişkisi salt üretim sürecini değil, kurumsal, hukuki, siyasi, kültürel yapıları, uygun öznellikleri içeren bir yeniden üretim sürecini de içerir.
Tüm bu özelliklere birlikte, sermaye ilişkisi üzerinde, bir başka sosyal sınıfı ve sınıfları (işçi sınıfı, genelde halk) denetim altında tutmak zorunda olan, bir sosyal sınıfın yaşadığını da düşündüğümüzde, sermaye ilişkisinin aslında salt bir ekonomik ilişki değil aynı zamanda bir “siyasi iktidar”, kültürel hegemonya ve güç ilişkisi olduğunu da görebiliriz (İtirazlarımı saklı tutarak, Jonathan Nitzan ve Shimson Bichler’in katkılarını burada anmak zorundayım). Sermaye biriktiren güç biriktirir. Elinde güç olan, bu güce dayanarak ve onu daha da arttırmak için, daha fazla sermaye biriktirme şansına sahip olur (aristokrasinin kapitalistleşmesi, devlet eliyle sermayedar yaratma olarak anlatılan süreç vb… bürokratların, askerlerin bu ilişkilerini kullanarak sermaye ilişkisine atlamaları ve birikim yaratmaya başlamaları vb…)
Bu açıdan bakınca, sermaye üzerinde var olan sosyal sınıfın genel olarak ve üyelerinin tek tek, kendi varlıklarını (canlarını, mülkiyetlerini), ellerindeki güç ilişkilerini koruyabilmek için üzerinde var oldukları sermayenin yayılma alanlarını, bağlantılarını, yeniden üretim ilişkilerindeki biçimleri değiştirmeye kalkmaları, diğer bir değişle sermayedar olmaktan vazgeçmeden, bağımsız/belirleyici tavır göstermeleri bize o kadar uzak bir olasılık olarak gözükmemeye başlayacaktır.
“Öznel-rasyonalizmle” yapıştırılan etiketlere karşı (ulusalcı sermaye filan gibi..) uyanık olmaya çalışırken, kaba materyalizme düşmekten de kaçınmakta, en azından çaba göstermekte yarar var diye düşünüyorum.
Sermaye için "ulusalcı" kavramı kullanılamaz ama ulusal kavramı belli koşullarda kullanılabilir diye düşünüyorum. Diğer taraftan, Ulusal kavramını kullanamıyorsak, galiba, uluslararası ve küresel kavramlarını da kullanamayız. Ama kullanmadan edemiyoruz çünkü bu kavramları içeren belli farklılıklar var oluş biçimleri söz konusu.
Sermaye için ulusal kavramı, ulusun hangi ekonomik coğrafyayı kapsadığı belirtildikten sonra, sermayenin yeniden üretimi için gerekli yapısal “iç uyumun” (kurumlar, politikalar ve siyasi yapı da dahil) ve duyarlılıkların (structured coherence and structured sensibilities-David Harvey) bu ulusal coğrafyaya ve bu coğrafyada yaşayan insanların duyarlıklarına ne kadar bağlı/bağımlı olduğuyla ilgili olarak düşünülebilir.
Bu bağlamda kabaca (çok kabaca, çünkü bu - Harvey ve Arrighi’nin ilk adımları dışında teorisi henüz tatmin edici bir biçimde yapılmamış bir alandır) şöyle bir sınıflandırmayı deneyebiliriz.
1- “Yapısal iç uyumu” ve “duyarlılık yapıları” açısından küresel çapta değerlenen, bir çok ulusal ekonomik alanı keserken, yerel uyumlar denemekle birlikte global bir ortak payda üzerinde değerlenmeye çalışan bir sermaye. Bu tanıma uygun bir sermaye bulmak çok zor. Hemen her örnekte karşımıza, aslında, belli bir ulusal ekonomiden kaynaklanan, onun yapısal özelliklerini gittiği yerde üretmeye, genişletmeye böylece kendine varoluş (değerlenme) alanı oluşturmaya çalışan, mülkiyeti de kaynaklandığı ulusal ekonomide yoğunlaşmış sermaye sınıfı tarafından yönetilen gruplara rastlıyoruz. Eski değimiyle emperyalist ülkelerden kaynaklanıyor bu tür sermayelerin büyük çoğunluğu. Ancak “yükselen güçler” denen ülkelerde de bunların yeni örneklerinin şekillendiğini görmek olanaklı
2- Bu uluslararasılaşmış/”global” vb… sermayenin, bir ulusal ekonomik alandan geçerken kendine yapısal uyu oluşturmaya çalıştığı sırada, bu yapısal uyuma eklemlenerek kendi sermaye birikim süreçlerini güçlendirmeye, sürdürmeye çalışan yerel sermaye guruplar (bu tercihi yapan kapitalistler!) söz konusu olabilir, oluyor da. Burada yerel sermaye artık genişleme ve yeniden üretim açısından uluslararası sermayeye bağlanmıştır; ülkede ürettiği artı değeri, yada pay aldığı artı-değeri bu sermaye ile bölüşür, hem ona pay verir hem de onun sayesinde kendi artı-değer üretme ve emme kapasitesini güçlendirir. Burada yeniden üretim açısından bence kritik bir sınır var. Eğer yerel sermaye, artık uluslararası bağlantısı olmadan kendini yeniden üretemez hale geldiyse, bu sermaye üzerinde var olan sosyal grubun (sermaye sınıfının üyelerinin) bu ulusal ekonomiyi çevreleyen toplumsal ilişkileri içinde ve bunlara ilişkin, bağımsız ekonomik, siyasi ve ideolojik karar alma kapasiteleri de ortadan kalkmış olacaktır. Burada işbirlikçi, komprodar vb.. sıfatları kolaylıkla kullanılabilir.
3- Sermaye birikimi için gerekli yapısal iç uyumu ve duyarlılık yapıları (tarihsel, kültürel siyasi olarak) ulusal ekonomiye temellenmiş ondan kaynaklana sermaye grupları eğer sermaye birikimlerini genişletmek için, dışarıya (dünya pazarına/ekonomisine) açılmaya, mal, sermaye ihracı vb.. yapmaya, bunu gerçekleştirmek için de kendilerine yabancı ortaklar bulmaya başlamışlarsa burada karşımızda bir öncekinden farklı bir sermaye grubu var demektir. Bunlar, eğer kendi yeniden üretim kapasitelerini (gerektiğinde daralarak da olsa), dış ilişkilerini kestikleri anda bile sürdürmeye devam edebilecek iseler, kendi varlıkları, içinde bulundukları toplumun ideolojik siyasi alanlarında karar verebilme kapasitelerini koruyabilecekler, hatta iktidar ilişkilerini kullanarak kendilerini savunabilecekler demektir. Bu sermaye grupları denetimindeki sermaye, uluslararası sermayeden, uluslararası sermayeye tümüyle bağlı hale gelmiş sermaye gruplarından farklı bir yeniden üretim dinamiğine kültürel ideolojik siyasi karar verme kapasitelerine, tam bağımlı olanlardan farklı ve daha gen bir olasılıklar yelpazesine sahip olacaklardır.
4- Artık günümüzde çok daha az rastlanan, daha doğrusu büyük çaplı olarak rastlanamayan, tümüyle yerel ilişkilere dayalı, içerden kaynaklanan içerde üreten yalnızca iç pazara satan sermaye grupları da söz konusu olabilir. Tabi bunların karşılarında tüketici talebinin, uluslararasi sermayenin değerlenme süreçlerine bağlı bir kredi mekanizmasıyla karşılanıyor olması bağımsızlıklarını belli ölçülerde sınırlayacaktır. Bu anlamda mali sistemin uluslararası sermaye karşısında korunması 3. ve 4. kategorilerin var olmaya devam, edebilmesi için büyük öneme sahiptir.
Bu ayrımları yaparsak, gelişmiş/emperyalist ülkelerse sermaye birikim, yeniden üretim süreçlerinin, mülkiyet ve güç ilişkilerinin kimi zaman, siyasi kararlar alınarak kıskançlıkla korunmaya çalışmalarının arkasındaki dinamikleri de belki daha kolay anlayabiliriz.
Tartışmaya devam edebilmek umuduyla...
Friday, June 29, 2007
Thursday, June 28, 2007
Dün Dünle Beraber Gitti...
(Cumhuriyet 27.06.2007 )
15 yıldır her gün gazetelerden (gittikçe azalan oranlarda da olsa) okuduktan sonra kabul etmesi zor ama, " küreselleşmeci " söylem artık eskidi, pazartesi yazımda değindiğim gibi " zamanın ruhu " artık farklı. Yeni dönemin ekonomisi, politikası ve hatta kültürü de dünden farklı olacak, olmaya başladı bile...
Büyük kumarhane
Kapitalizmin tarihi bize her küreselleşme döneminin (sermaye ilişkisinin küresel çapta yayılmasında bir hızlanmanın yaşandığı dönemlerin), bir de " sonrası " olduğunu gösteriyor. Ceneviz, Hollanda, İngiltere, ABD hegemonyası altında yaşanan dönemler de olduğu gibi...
Tarihçi Fernand Braudel , bu sürece ilişkin önemli bir gözlem yapıyor: Her kapitalist büyüme dönemini, bir mali genişleme dönemi izliyor. Hegemonyacı konumundaki ülke bu genişlemeden en büyük payı alıyor. Ama bu genişleme de onun sonbaharı oluyor.
Son 25 yılda yaşananlar yukarıdaki şemaya uyuyor, üstelik mali genişlemeyle birlikte, dünya ekonomisinin 1980'lerden bu yana bir küresel kumarhaneye dönüşmüş olması da. Mckinsey Global Institute verilerine göre, dünyada toplam mali varlıkların, toplam çıktıya oranı 1980'de yüzde 109'dan, 2005'te yüzde 316'ya yükselmiş. Bu kumarhanenin en hareketli masasında, türevler denen yatırım enstrümanları var. Bunların değeri 1980'de 200 milyar dolar düzeyindeyken, 2006 ikinci yarısında 380 trilyon dolarla, dünya gayri safi hasılasının yüzde 700'ü bir büyüklüğe ulaşmış. Bu masadaki oyunculara bakınca da, İhtiyat Fonlarını (hedge funds) ve The Economist 'in "Kapitalizmin Yeni Kralları" dediği Özel Varlık Şirketlerini (Private Equity Firms) görüyoruz. Bunlardan birincisi mali piyasalarda faizlerle, kredilerle, dövizlerle oynarken ikincisi şirket alıp satıyor. Bu işlemleri, ele geçirdiği şirketleri bölüp parçalayarak sattıkları, birikmiş değeri talan ettikleri için, bunlara " korsan " diyenler de var.
Bu ihtiyat fonlarının ve korsanların kim olduğuna bakınca, karşımıza ikincisinde de tümüyle ABD şirketleri çıkıyor (The Economist, 25/11/2004). Birincisine gelince, Institutional Investor dergisinin her yıl yayımladığı, en büyük ihtiyat fonlarını içeren "Alfa 100" listesine bakınca, bu listedeki fonların 2006 yılında, 1 trilyonla tüm sektör varlıklarının yüzde 69'unu yönettiğini görüyoruz ( New York Times 23/05/07). Listedeki, 100 fondan yalnızca 23'ü ABD dışından, bunlarında 22 İngiliz, biri Japon. ABD'nin 10 yıldır ekonomik büyümesini, dünya ekonomisindeki tasarrufları günde 2 milyar dolar civarı bir hızla emerek finanse edişini de bu resme ekleyebiliriz. Özetle diyebiliriz ki, bu veriler de Braudel'in gözlemini doğruluyor. Ekonomik büyümenin ardından gelen mali genişlemenin kaymağını, öncelikle ABD yemiş.
Her şey değişir
Son yıllarda, hem ABD'nin büyümesini finanse etme sürecine bağlı olarak bazı Asya devletlerinin, hem de enerji piyasalarını elde etmeye yönelik Irak saldırısına bağlı olarak da yükselen petrol fiyatları sayesinde petrol ihracatçısı ülkelerin kasalarında büyük ve değerlenmeyi bekleyen mali rezervler oluştu. Şimdi bu rezervler, pazartesi günü değindiğim Egemen Varlık Fonları (devletlere bağlı daha büyük " korsanlar ") aracılığıyla mali piyasalara geri dönerken Çin'in, işe ABD'nin (dünyanın) en büyük Özel Varlık Şirketlerinden Blackstone 'a 3 milyar dolarla ortak olarak başlaması, birden ABD parlamentosunda alarm zillerinin çalmasına yol açtı; bazı senatörler, Çin'in bu yolla stratejik bilgilere ulaşabileceğine dikkat çektiler. Üstelik, sahipleri para kokusu aldığından, sırada hisselerini halka arz etmeye hazırlanan Pentagon'la yakından ilişkili Carlyle şirketi var. Teorik olarak Çin'in veya bir başka ülkenin EVF yoluyla Carlyle'in hisselerini satın alarak bir aşamada yönetim kurulunda hâkim olması olanaklı.
Nitekim Washington Post'tan Christian Mallaby , pazartesi günkü " Küreselleşmeye bir sonraki tepki " başlıklı yazısında, ABD'nin mali serbestliğe daha fazla dayanamayacağını ima ederek " Hele bir Rusya bizim hisse senetlerimizi almaya başlasın siz tepkiyi o zaman görün " diyordu. Aynı gün Financial Times başyazısı da, neden "mali piyasaların daha uzun süre serbest kalamayacağını" anlatıyor, FT'nin tarzına uymayan bir biçimde "hiç vergi ödemeyen küresel plütokratik bir sınıftan" söz ediyor, karşı siyasi tepkinin ilk işaretlerine dikkat çekiyordu.
Braudel, mali genişlemenin aynı zamanda, hegemonyacının sonbaharı olduğunu söylemiyor muydu? Mali küreselleşmenin artık, ABD hegemonyasını tehdit eder bir yönde işlemeye başlaması, yeni bir döneme geçildiğini göstermiyor mu? Bu yeni dönem yeni ekonomi politikaları ve siyasi stratejiler gerektirmiyor mu?
15 yıldır her gün gazetelerden (gittikçe azalan oranlarda da olsa) okuduktan sonra kabul etmesi zor ama, " küreselleşmeci " söylem artık eskidi, pazartesi yazımda değindiğim gibi " zamanın ruhu " artık farklı. Yeni dönemin ekonomisi, politikası ve hatta kültürü de dünden farklı olacak, olmaya başladı bile...
Büyük kumarhane
Kapitalizmin tarihi bize her küreselleşme döneminin (sermaye ilişkisinin küresel çapta yayılmasında bir hızlanmanın yaşandığı dönemlerin), bir de " sonrası " olduğunu gösteriyor. Ceneviz, Hollanda, İngiltere, ABD hegemonyası altında yaşanan dönemler de olduğu gibi...
Tarihçi Fernand Braudel , bu sürece ilişkin önemli bir gözlem yapıyor: Her kapitalist büyüme dönemini, bir mali genişleme dönemi izliyor. Hegemonyacı konumundaki ülke bu genişlemeden en büyük payı alıyor. Ama bu genişleme de onun sonbaharı oluyor.
Son 25 yılda yaşananlar yukarıdaki şemaya uyuyor, üstelik mali genişlemeyle birlikte, dünya ekonomisinin 1980'lerden bu yana bir küresel kumarhaneye dönüşmüş olması da. Mckinsey Global Institute verilerine göre, dünyada toplam mali varlıkların, toplam çıktıya oranı 1980'de yüzde 109'dan, 2005'te yüzde 316'ya yükselmiş. Bu kumarhanenin en hareketli masasında, türevler denen yatırım enstrümanları var. Bunların değeri 1980'de 200 milyar dolar düzeyindeyken, 2006 ikinci yarısında 380 trilyon dolarla, dünya gayri safi hasılasının yüzde 700'ü bir büyüklüğe ulaşmış. Bu masadaki oyunculara bakınca da, İhtiyat Fonlarını (hedge funds) ve The Economist 'in "Kapitalizmin Yeni Kralları" dediği Özel Varlık Şirketlerini (Private Equity Firms) görüyoruz. Bunlardan birincisi mali piyasalarda faizlerle, kredilerle, dövizlerle oynarken ikincisi şirket alıp satıyor. Bu işlemleri, ele geçirdiği şirketleri bölüp parçalayarak sattıkları, birikmiş değeri talan ettikleri için, bunlara " korsan " diyenler de var.
Bu ihtiyat fonlarının ve korsanların kim olduğuna bakınca, karşımıza ikincisinde de tümüyle ABD şirketleri çıkıyor (The Economist, 25/11/2004). Birincisine gelince, Institutional Investor dergisinin her yıl yayımladığı, en büyük ihtiyat fonlarını içeren "Alfa 100" listesine bakınca, bu listedeki fonların 2006 yılında, 1 trilyonla tüm sektör varlıklarının yüzde 69'unu yönettiğini görüyoruz ( New York Times 23/05/07). Listedeki, 100 fondan yalnızca 23'ü ABD dışından, bunlarında 22 İngiliz, biri Japon. ABD'nin 10 yıldır ekonomik büyümesini, dünya ekonomisindeki tasarrufları günde 2 milyar dolar civarı bir hızla emerek finanse edişini de bu resme ekleyebiliriz. Özetle diyebiliriz ki, bu veriler de Braudel'in gözlemini doğruluyor. Ekonomik büyümenin ardından gelen mali genişlemenin kaymağını, öncelikle ABD yemiş.
Her şey değişir
Son yıllarda, hem ABD'nin büyümesini finanse etme sürecine bağlı olarak bazı Asya devletlerinin, hem de enerji piyasalarını elde etmeye yönelik Irak saldırısına bağlı olarak da yükselen petrol fiyatları sayesinde petrol ihracatçısı ülkelerin kasalarında büyük ve değerlenmeyi bekleyen mali rezervler oluştu. Şimdi bu rezervler, pazartesi günü değindiğim Egemen Varlık Fonları (devletlere bağlı daha büyük " korsanlar ") aracılığıyla mali piyasalara geri dönerken Çin'in, işe ABD'nin (dünyanın) en büyük Özel Varlık Şirketlerinden Blackstone 'a 3 milyar dolarla ortak olarak başlaması, birden ABD parlamentosunda alarm zillerinin çalmasına yol açtı; bazı senatörler, Çin'in bu yolla stratejik bilgilere ulaşabileceğine dikkat çektiler. Üstelik, sahipleri para kokusu aldığından, sırada hisselerini halka arz etmeye hazırlanan Pentagon'la yakından ilişkili Carlyle şirketi var. Teorik olarak Çin'in veya bir başka ülkenin EVF yoluyla Carlyle'in hisselerini satın alarak bir aşamada yönetim kurulunda hâkim olması olanaklı.
Nitekim Washington Post'tan Christian Mallaby , pazartesi günkü " Küreselleşmeye bir sonraki tepki " başlıklı yazısında, ABD'nin mali serbestliğe daha fazla dayanamayacağını ima ederek " Hele bir Rusya bizim hisse senetlerimizi almaya başlasın siz tepkiyi o zaman görün " diyordu. Aynı gün Financial Times başyazısı da, neden "mali piyasaların daha uzun süre serbest kalamayacağını" anlatıyor, FT'nin tarzına uymayan bir biçimde "hiç vergi ödemeyen küresel plütokratik bir sınıftan" söz ediyor, karşı siyasi tepkinin ilk işaretlerine dikkat çekiyordu.
Braudel, mali genişlemenin aynı zamanda, hegemonyacının sonbaharı olduğunu söylemiyor muydu? Mali küreselleşmenin artık, ABD hegemonyasını tehdit eder bir yönde işlemeye başlaması, yeni bir döneme geçildiğini göstermiyor mu? Bu yeni dönem yeni ekonomi politikaları ve siyasi stratejiler gerektirmiyor mu?
Tuesday, June 26, 2007
Potsdam'dan, Brüksel'e 'Zamanın Ruhu'
(Cumhuriyet 25.06.2007)
Türkiye stratejik varlıklarını "babalar gibi" satar, küreselleşmeci sol, emperyalizm sözcüğünden bucak bucak kaçar, sözde sosyal demokratlar, serbest piyasa tanrısına yaranmaya çalışırken, "zamanın ruhu" tüm bunları "eskiterek" değişiyor. Geçen hafta Potsdam'daki Dünya Ticaret Örgütü , Brüksel'deki Avrupa Birliği devlet başkanları toplantılarına bakmak yeterli...
"Zamanın 'eski' ruhu"
"Zamanın ruhu" 1980'lerden 1990'ların son çeyreğine kadar "küreselleşme çağına girdik, ulus devletlerin, siyasi, ekonomik süreçleri belirleme gücü giderek azalıyor, uluslararası dev şirketlere, mali piyasalara, bunların işlemlerini koordine eden IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kurumlara geçiyor" diyordu . Küreselleşme "engellenemez" bir süreç olduğuna göre ulus devletin gerileme süreci de öyle olmalıydı. Özetle: Küreselleşme ilerliyor, ulus devlet geriliyordu. Muhafazakâr sağdan, solun büyük bir kısmına kadar geniş bir yelpaze, zamanın bu ruhunu severek kucaklarken emperyalizm, bağımlılık, kamusal alan, gelir dağılımı vb. gibi sorunlarla ilgilenenler artık "dinozor" , "III. Dünya Solcusu" , hatta son günlerde kimi gazete köşelerinde ima edildiği gibi yabancı düşmanı, hatta ırkçı olarak bile nitelenebilirdi...
Ama her şey değişir! 1997 Asya krizinden sonra artık küreselleşmecilik sorgulanıyor, IMF giderek saygınlığını, gücünü ve müşterilerini kaybediyor, Dünya Bankası 'nın işlevi belirsizleşirken Paul Wolfowitz 'in başkanlığında, belirsizlik krize dönüşüyordu. Dünya Ticaret Örgütü 'ne gelince, küresel serbest piyasa projesi "Doha Raundu" nda gelişmekte olan ülkelerin, yükselen güçlerin direncine takıldı ve tıkandı. Geçen hafta, DTÖ Potsdam toplantısında ABD ve AB baskılarına direnen Hindistan'ın Maliye Bakanı Kamal Nath , Financial Times'a verdiği demeçte, zengin ülkeleri küstahlıkla ve katılıkla suçlayarak "sorun salt sayılarla değil tavırlarla ilgili. ABD dünyanın değiştiğinin farkında değil" diyecekti.
11 Eylül 2001'den sonra, aktörleri "piyasa oyuncuları" değil de, devletler olan jeopolitiğin geri gelmesiyle, küreselleşmeyle, ulus devlet arasındaki ilişki, bu kez ters yönde değişmeye başladı. Gerileyen hegemonyacı güç saldırganlaşırken yükselen güçler Çin ve Hindistan büyüme gereksinimlerini karşılamak için, enerji piyasalarında, Ortadoğu'nun, Latin Amerika'nın, Afrika ve Asya'nın hammadde kaynakları üzerinde, ABD ve AB ile, hâlâ barışçı olmakla birlikte, gerginleşen bir rekabete girişiyor, dahası ABD'nin ve AB ülkelerinin ulusal piyasalarına girmeye, stratejik varlıklarını satın almaya yöneliyorlardı. Böylece, siyasi kaygılar giderek serbest piyasa ilkelerini ikinci plana itmeye başladı, literatüre "ekonomik ulusalcılık" gibi yeni bir kavram girdi.
Enerji piyasalarında tedarikin serbest piyasaya bırakılamayacak kadar kritik olduğunun anlaşılmaya başlandığı noktada, çok ilginç bir "yaratık" da kredi köpüğü, uluslararası mali dengesizlik ve jeostratejik riskler altında ezilmeye başlayan mali piyasalarda boy gösterecekti: Ulus devletlerin ellerindeki büyük rezervleri uluslararası piyasalarda değerlendirmek için kurdukları Egemen Servet Fonları (ESF)
Serbest piyasa mı dediniz?
Mali analiz sitesi Bloomberg 'den William Pesek 'in "12 trilyonluk canavar" dediği ESF'ler piyasalarla ulus devlet arasındaki dengenin tersine dönmeye başlamasının, "zamanın yeni ruhunun" ilginç belirtilerinden biriydi. Financial Times 'dan Gerard Lyons 'a göre "devlet kapitalizmi ve kaynak ulusalcılığı zamanımızın iki ana ekonomik konusu olmaya başlamıştı" . Kimi devletler, ESF'ler aracılığıyla stratejik kaynakları ve şirketleri ele geçirmeye, mali piyasalara girip çıkarken pazarın yönünü etkilemeye, gelişmiş ülkelerin stratejik sektörlerinde şirket satın almaya başlıyorlardı (08/06). Özellikle son dönemde giderek hisse senedi piyasalarına yönelmeleri, büyük dengesizliklerin habercisiydi (John Plender, Financial Times , 22/08). Şimdi, roller değişiyor, "her şeye kadir" mali piyasalar, devletlerin gücünü enselerinde hissetmeye başlıyorlardı. Üstelik birçok ulus devlet, özellikle gelişmiş ülkelerin devletleri, yükselmekte olan güçlerin, E SF'ler yoluyla ekonomilerinin stratejik noktalarına yerleşmesinden tedirgindi. Bunlar, serbest piyasaya boş verip kendilerini korumanın yollarını aramaya başladılar. 21 Haziran'da Brüks el'de toplanan Avrupa Birliği zirvesi işte bu açıdan önemli bir dönüm noktası oluşturuyordu.
Neoliberalizmi kalıcılaştırmayı amaçlayan anayasası, Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedildikten sonra, Avrupa Birliği süreci, bir krize girmişti. Almanya liderliğinde toplanan, geçen haftaki zirve, anayasanın yerine, AB ülkeleri vatandaşları tarafından kabul edilebilecek bir belge oluşturmayı amaçlıyordu. Zirve çok önemliydi, çünkü, Almanya'nın önde gelen gazetelerinden Süddeutsche Zeitung 'da yayımlanan bir yoruma göre, " Zamanlar değişiyor, Amerika'nın bile yardıma gereksinimi var. Rusya elini tehdit edici bir biçimde uzatıyor, Çin'de ve Hindistan'da yeni güçler gelişiyor, İran atom bombası imal ediyor, Ortadoğu alevler içinde, iklim değişiyor. Eğer Avrupa devletleri küreyi şekillendirmek, kendi uygarlık modellerini korumak istiyorlarsa zaman hızla daralıyor" (aktaran, Peter Schwarz, wsws , 22/06). Schwarz'in işaret ettiği, Süddeutsche Zeitung yazarı, zirvenin önemini, "küreyi şekillendirmek", "uygarlık modelini korumak" gibi klasik emperyalist metaforlarla vurguluyordu.
Gerçekten de, tek tek AB ülkeleri örneğin Almanya ve Fransa uluslararası alanda, ABD ve diğer yükselen güçler karşısında kendi çıkarlarını, artık tek başlarına koruyamıyorlardı; AB ülkelerinin ortak gücüne, uluslararası alanda bu gücü tek bir elden yansıtacak, Başkanlık ve Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlara, "çifte çoğunluk" yöntemiyle, bu kurumlar üzerinde Almanya ve Fransa'nın siyasi hâkimiyetinin güvenlik altına alınmasına gereksinim vardı. Bu yüzden, Polonya yeni taslağa direneceğini açıklayınca, Almanya Şansölyesi Merkel , yola Polonya'sız devam edilebileceğini çok açık bir biçimde vurgulayacaktı ( Der Spiegel , 23/06). Neticede Polonya, Merkel- Sarkozy ikilisi tarafından "ikna edildi" .
Merkel, AB'nin uluslararası alanda tek bir sesle konuşmasına olanak sağlayacak yeni belgeyi kabul ettirmeye çalışırken Fransa, AB ekonomilerini dışarıya karşı korumaya , birlik sürecine toplumsal desteği güçlendirmeye yönelik adımlar peşindeydi. Bu bağlamda, zirve "zamanın ruhunu" çarpıcı bir biçimde yansıtan bir gelişmeye sahne oldu. Birliğin ilk kurulma aşamalarından beri yönlendirici olmuş ilkelerden biri, "serbest ve çarpıtılmamış rekabeti geliştirme" yeni anayasa taslağından çıktı. Genelde, neoliberal hukuki zemin korunmakla birlikte, Financial Times 'ın aktardığı gibi bu değişiklik gelecekte devletlere korumacı uygulamaları savunmak için önemli bir avantaj sağlayacaktı. Bu değişiklik olurken birliğin "Avrupa halklarını korumaya katkıda bulunacağına" , ilişkin bir ekleme yapıldı, sosyal haklar ve tam istihdama ilişkin maddeler korundu ( Le Monde , 23/06).
Tam rekabet ilkesine ilişkin değişiklik, İngiltere'nin ve Komisyon Başkanı Borroso 'nun tüm direnişlerine rağmen gerçekleşirken değişikliği taslağa alan Almanya'nın eğiliminin Fransa'dan yana olduğu görülüyordu. Bu değişikliği öneren Sarkozy'nin "Korumacılık sözcüğü artık bir tabu değil... Rekabet bir ideoloji olarak bir dogmadır, Avrupa'ya ne yararı oldu" (Financial Times 23/06) sözleriyse "zamanın yeni ruhunu" tam anlamıyla yansıtıyordu.
Türkiye stratejik varlıklarını "babalar gibi" satar, küreselleşmeci sol, emperyalizm sözcüğünden bucak bucak kaçar, sözde sosyal demokratlar, serbest piyasa tanrısına yaranmaya çalışırken, "zamanın ruhu" tüm bunları "eskiterek" değişiyor. Geçen hafta Potsdam'daki Dünya Ticaret Örgütü , Brüksel'deki Avrupa Birliği devlet başkanları toplantılarına bakmak yeterli...
"Zamanın 'eski' ruhu"
"Zamanın ruhu" 1980'lerden 1990'ların son çeyreğine kadar "küreselleşme çağına girdik, ulus devletlerin, siyasi, ekonomik süreçleri belirleme gücü giderek azalıyor, uluslararası dev şirketlere, mali piyasalara, bunların işlemlerini koordine eden IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kurumlara geçiyor" diyordu . Küreselleşme "engellenemez" bir süreç olduğuna göre ulus devletin gerileme süreci de öyle olmalıydı. Özetle: Küreselleşme ilerliyor, ulus devlet geriliyordu. Muhafazakâr sağdan, solun büyük bir kısmına kadar geniş bir yelpaze, zamanın bu ruhunu severek kucaklarken emperyalizm, bağımlılık, kamusal alan, gelir dağılımı vb. gibi sorunlarla ilgilenenler artık "dinozor" , "III. Dünya Solcusu" , hatta son günlerde kimi gazete köşelerinde ima edildiği gibi yabancı düşmanı, hatta ırkçı olarak bile nitelenebilirdi...
Ama her şey değişir! 1997 Asya krizinden sonra artık küreselleşmecilik sorgulanıyor, IMF giderek saygınlığını, gücünü ve müşterilerini kaybediyor, Dünya Bankası 'nın işlevi belirsizleşirken Paul Wolfowitz 'in başkanlığında, belirsizlik krize dönüşüyordu. Dünya Ticaret Örgütü 'ne gelince, küresel serbest piyasa projesi "Doha Raundu" nda gelişmekte olan ülkelerin, yükselen güçlerin direncine takıldı ve tıkandı. Geçen hafta, DTÖ Potsdam toplantısında ABD ve AB baskılarına direnen Hindistan'ın Maliye Bakanı Kamal Nath , Financial Times'a verdiği demeçte, zengin ülkeleri küstahlıkla ve katılıkla suçlayarak "sorun salt sayılarla değil tavırlarla ilgili. ABD dünyanın değiştiğinin farkında değil" diyecekti.
11 Eylül 2001'den sonra, aktörleri "piyasa oyuncuları" değil de, devletler olan jeopolitiğin geri gelmesiyle, küreselleşmeyle, ulus devlet arasındaki ilişki, bu kez ters yönde değişmeye başladı. Gerileyen hegemonyacı güç saldırganlaşırken yükselen güçler Çin ve Hindistan büyüme gereksinimlerini karşılamak için, enerji piyasalarında, Ortadoğu'nun, Latin Amerika'nın, Afrika ve Asya'nın hammadde kaynakları üzerinde, ABD ve AB ile, hâlâ barışçı olmakla birlikte, gerginleşen bir rekabete girişiyor, dahası ABD'nin ve AB ülkelerinin ulusal piyasalarına girmeye, stratejik varlıklarını satın almaya yöneliyorlardı. Böylece, siyasi kaygılar giderek serbest piyasa ilkelerini ikinci plana itmeye başladı, literatüre "ekonomik ulusalcılık" gibi yeni bir kavram girdi.
Enerji piyasalarında tedarikin serbest piyasaya bırakılamayacak kadar kritik olduğunun anlaşılmaya başlandığı noktada, çok ilginç bir "yaratık" da kredi köpüğü, uluslararası mali dengesizlik ve jeostratejik riskler altında ezilmeye başlayan mali piyasalarda boy gösterecekti: Ulus devletlerin ellerindeki büyük rezervleri uluslararası piyasalarda değerlendirmek için kurdukları Egemen Servet Fonları (ESF)
Serbest piyasa mı dediniz?
Mali analiz sitesi Bloomberg 'den William Pesek 'in "12 trilyonluk canavar" dediği ESF'ler piyasalarla ulus devlet arasındaki dengenin tersine dönmeye başlamasının, "zamanın yeni ruhunun" ilginç belirtilerinden biriydi. Financial Times 'dan Gerard Lyons 'a göre "devlet kapitalizmi ve kaynak ulusalcılığı zamanımızın iki ana ekonomik konusu olmaya başlamıştı" . Kimi devletler, ESF'ler aracılığıyla stratejik kaynakları ve şirketleri ele geçirmeye, mali piyasalara girip çıkarken pazarın yönünü etkilemeye, gelişmiş ülkelerin stratejik sektörlerinde şirket satın almaya başlıyorlardı (08/06). Özellikle son dönemde giderek hisse senedi piyasalarına yönelmeleri, büyük dengesizliklerin habercisiydi (John Plender, Financial Times , 22/08). Şimdi, roller değişiyor, "her şeye kadir" mali piyasalar, devletlerin gücünü enselerinde hissetmeye başlıyorlardı. Üstelik birçok ulus devlet, özellikle gelişmiş ülkelerin devletleri, yükselmekte olan güçlerin, E SF'ler yoluyla ekonomilerinin stratejik noktalarına yerleşmesinden tedirgindi. Bunlar, serbest piyasaya boş verip kendilerini korumanın yollarını aramaya başladılar. 21 Haziran'da Brüks el'de toplanan Avrupa Birliği zirvesi işte bu açıdan önemli bir dönüm noktası oluşturuyordu.
Neoliberalizmi kalıcılaştırmayı amaçlayan anayasası, Fransa ve Hollanda seçmeni tarafından reddedildikten sonra, Avrupa Birliği süreci, bir krize girmişti. Almanya liderliğinde toplanan, geçen haftaki zirve, anayasanın yerine, AB ülkeleri vatandaşları tarafından kabul edilebilecek bir belge oluşturmayı amaçlıyordu. Zirve çok önemliydi, çünkü, Almanya'nın önde gelen gazetelerinden Süddeutsche Zeitung 'da yayımlanan bir yoruma göre, " Zamanlar değişiyor, Amerika'nın bile yardıma gereksinimi var. Rusya elini tehdit edici bir biçimde uzatıyor, Çin'de ve Hindistan'da yeni güçler gelişiyor, İran atom bombası imal ediyor, Ortadoğu alevler içinde, iklim değişiyor. Eğer Avrupa devletleri küreyi şekillendirmek, kendi uygarlık modellerini korumak istiyorlarsa zaman hızla daralıyor" (aktaran, Peter Schwarz, wsws , 22/06). Schwarz'in işaret ettiği, Süddeutsche Zeitung yazarı, zirvenin önemini, "küreyi şekillendirmek", "uygarlık modelini korumak" gibi klasik emperyalist metaforlarla vurguluyordu.
Gerçekten de, tek tek AB ülkeleri örneğin Almanya ve Fransa uluslararası alanda, ABD ve diğer yükselen güçler karşısında kendi çıkarlarını, artık tek başlarına koruyamıyorlardı; AB ülkelerinin ortak gücüne, uluslararası alanda bu gücü tek bir elden yansıtacak, Başkanlık ve Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlara, "çifte çoğunluk" yöntemiyle, bu kurumlar üzerinde Almanya ve Fransa'nın siyasi hâkimiyetinin güvenlik altına alınmasına gereksinim vardı. Bu yüzden, Polonya yeni taslağa direneceğini açıklayınca, Almanya Şansölyesi Merkel , yola Polonya'sız devam edilebileceğini çok açık bir biçimde vurgulayacaktı ( Der Spiegel , 23/06). Neticede Polonya, Merkel- Sarkozy ikilisi tarafından "ikna edildi" .
Merkel, AB'nin uluslararası alanda tek bir sesle konuşmasına olanak sağlayacak yeni belgeyi kabul ettirmeye çalışırken Fransa, AB ekonomilerini dışarıya karşı korumaya , birlik sürecine toplumsal desteği güçlendirmeye yönelik adımlar peşindeydi. Bu bağlamda, zirve "zamanın ruhunu" çarpıcı bir biçimde yansıtan bir gelişmeye sahne oldu. Birliğin ilk kurulma aşamalarından beri yönlendirici olmuş ilkelerden biri, "serbest ve çarpıtılmamış rekabeti geliştirme" yeni anayasa taslağından çıktı. Genelde, neoliberal hukuki zemin korunmakla birlikte, Financial Times 'ın aktardığı gibi bu değişiklik gelecekte devletlere korumacı uygulamaları savunmak için önemli bir avantaj sağlayacaktı. Bu değişiklik olurken birliğin "Avrupa halklarını korumaya katkıda bulunacağına" , ilişkin bir ekleme yapıldı, sosyal haklar ve tam istihdama ilişkin maddeler korundu ( Le Monde , 23/06).
Tam rekabet ilkesine ilişkin değişiklik, İngiltere'nin ve Komisyon Başkanı Borroso 'nun tüm direnişlerine rağmen gerçekleşirken değişikliği taslağa alan Almanya'nın eğiliminin Fransa'dan yana olduğu görülüyordu. Bu değişikliği öneren Sarkozy'nin "Korumacılık sözcüğü artık bir tabu değil... Rekabet bir ideoloji olarak bir dogmadır, Avrupa'ya ne yararı oldu" (Financial Times 23/06) sözleriyse "zamanın yeni ruhunu" tam anlamıyla yansıtıyordu.
Subscribe to:
Posts (Atom)