Thursday, November 21, 2024

Yeni düşman ‘wokizm’

 


ABD’de Demokratlar seçim yenilgisinin nedenlerini araştırıyor. Sınıftan kopmak, “Wokizm” (“woke” savları savunmak) önde gelen nedenler arasında.  Demokratlar, son yıllarda iyice sağa kayan sosyal medya platformlarının, basın ve TV kanallarının etkisine cevap verecek güçlü platformlardan yoksun olduklarına da dikkat çekiyorlar. Ancak, “Eğer yoksun olmasalardı bu platformlarda ne anlatacaklardı” sorusu varlığını koruyor. 

İŞÇİ SINIFI AMA...

Bu da sınıftan “kopmuş olmak” konusuna bağlanıyor. “Sınıftan kopmuş olmak”doğru bir saptama. Ancak, işçi sınıfının farklı kesimlerinin farklı beklentiler içinde olması gibi bir sorun da var. Örneğin, sermaye krize uyum sağlamaya çalışırken bir yıkım yaşayan sektörlerde işçiler bir nostalji ve savunma, var olanı koruma arzusu, gibi muhafazakâr eğilimler geliştiriyorlar. 

‘KOMÜNİZM’ YOK ‘WOKE’ VERELİM

Demokratlar, sonuçta yüzde 48+ oy almış olmalarına karşın seçim kampanyası boyunca “woke” söylemde çok ileri giderek halktan koptuklarını düşünüyorlar. Bu düşünce, woke’u bir “ideolojik virüs” olarak gören Elon Musk ve tüm faşist hareketin seçimlerin hemen ertesinde hızla yükseltmeye başladığı “anti-woke dalgayla” buluşuyor.

(...)

“Woke”, toplumdaki ekonomik, siyasi, cinsiyetçi, etnik ayrımcılıkların, adaletsizliklerle, var olan düzeni meşrulaştıran tarih anlatısının içinde gizli emperyalist, ırkçı, hatta soykırımcı geleneklerle mücadele etmeye ilişkin bir deyim. Toplumsal gerçeklik “bir simgesel sistem” olduğu için “wokizm” dilin içinde, bu adaletsizlikleri, emperyalist ırkçı gelenekleri sürdüren söylemler ve kavramlar konusunda özellikle duyarlı. Bunun sonucu “wokism” sık sık kimi deyimleri, kavramları, bunları kullananları teşhir ediyor; bunları popüler söylem içinde bastırmaya çalışıyor. 

(...)

Anti-woke dalga, wokizmin konuşma özgürlüğünü sınırladığını iddia ediyor. Çünkü faşist hareket, ırkçı, cinsiyetçi, homofobik bir dili, etnik azınlıkları yabancıları hedef alan şakaları, bir eleştiriyle, içeriğinin teşhir edilmesi riskiyle karşılaşmadan rahatça yayabilmek istiyor. Sol hareketin bir kısmı da kimlik siyasetinden bıkmış olarak “Ama bu wokizm de çok ileri gitti” diyerek sağcı söyleme katılıyorlar. 

Halbuki, bugün wokizmin, haklarını korumaya çalıştığı, cinsiyete, ırklara, milliyetlere, ilişkin farklıklardan kaynaklanan kimi kimlikleri, 1970’lerde işçi sınıfının içindeki farklılıkları yönetebilmek, sınıfı daha iyi bütünleştirebilmek amacıyla sınıf mücadelesi söylemine biz sosyalistler eklemeye başlamıştık. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 18, 2024

Trump ve liberal demokrasinin ölümü

 


Bu kez Trump, Yüksek Hâkimler Kurulu’nda (Anayasa Mahkemesi), Senato ve Meclis’te çoğunluğa sahip! Bu zeminde Trump ikinci başkanlık dönemine, Washington’da yerleşik düzeni, parlamenter demokrasiyi kökten sarsacak bir başlangıçla girdi. Pete Hegseth’in savunma bakanı, Tulsi Gabbard’ın ulusal istihbarat direktörü, Matt Gaetz’in başsavcı ve Robert F. Kennedy Jr.’ın sağlık bakanı olarak atanması gibi kararlar, yerleşik düzeni, ana akım (liberal) medyayı sarstı. 

(...)

ŞOK VE ‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’

Bu atamalar, Washington’da, medyada şok etkisi yaptı. Cumhuriyetçi çevrelerde bile Hegseth, Gabbard, Gaetz, Zeldin ve Kennedy gibi adayların senatoda onaylanmasının zor olduğunu söyleyenler var. Ancak, şimdi kongrenin iki meclisini de kontrol eden Trump “ara dönem atamaları” gibi prosedürleri kullanarak, bu onay süreçlerini, dolayısıyla Senato’yu (yasamayı) devre dışı bırakabilir, ya da Cumhuriyetçi Parti’nin Senato ve Meclis temsilcilerini tamamen kendisine biat ettirerek kongreyi anlamsızlaştırabilir. 

Trump’ın amacı, Hannah Arendt’in totaliter rejim analizlerini anımsarsak, “yeteneksiz ve çapsızları atayarak” yalnızca sadık bir ekiple çalışmak değil. Trump bu atamalarla ABD’de liberal demokrasinin klasik “çifte hükümet”modelini önce çalışamaz hale getirip, sonra yıkmayı amaçlıyor. Bu modelde devletin kalıcı yapıları -özellikle güvenlik bürokrasisi- seçimle gelen hükümetlerin karşısında belli bir otonomiye, denetleme kapasitesine sahiptir. Bu otonomi, devletin sürekliliğini ve “tarafsızlığını”korur. Adeta, “Hükümetler gelir gider, devletin biçimi değişmez”. 

(...)

yazının tamamını okumakiçin tıklayınız

Thursday, November 14, 2024

Trump! Nasıl yani? (2)

Pazartesi günü, Trump’ın açık farkla (oy sayımı ilerledikçe açık farkla olmadığını görüyoruz) kazanmasına yol açan dinamikleri tartışmıştım. Bugün “Trump yönetebilecek mi” sorusu üzerinde duracağım.

Trump (78) sağlık raporunu açıklamaktan ısrarla kaçınıyor. Trump’ın, akıl sağlığı üzerine kaygılar daha Trump’ın 1. döneminde ortaya çıkmaya başlamıştı. TV yapımcısı Ira Rosen’in aktardığına göre Trump’ın ilk stratejisti Steve Bannon bile Trump’ın demans başlangıcı belirtileri sergilediğine, anayasanın 25. maddesine dayanarak görevden alınabileceğine inanıyordu. Geçtiğimiz yıllarda birçok demans, Alzheimer uzmanı doktor, tek tek ya da ortak metinler yayımlayarak Trump’ın konuşma sırasında sık sık düzeni kaybetmesine, sözcükleri telaffuz etmekte zorlanmasına ve beden diline bakarak bilişsel melekelerinin gerilemekte olduğunu ileri sürdüler. Geçtiğimiz ekim ayında 230’dan fazla psikiyatrist, yayımladıkları ortak mektupta, Trump’ın psikolojik açıdan yönetemeyecek kadar dengesiz olduğunu ifade etti.

Bunlara Trump’ın zaten çalışmayı sevmediğini, zamanının büyük kısmını golf oynatarak geçirdiğini ekleyince, akla ister istemez “Gerçek başkan kim olacak” sorusu geliyor. Bu tarihsel örneklerden yoksun bir soru da değil. G. W. Bush döneminde sık sık vurgulandığı gibi gerçek başkan aslında başkanın yardımcısı Dick Chaney idi. Bu kez de bu bağlamda sık sık Trump’ın yardımcısı J. D. Vance konuşuluyor, sağın gelecek lideri olması bekleniyor. Ancak Trump’a çok yakınlaşmış olan Musk’ı da unutmamak gerekiyor.

İKİ FARKLI DİNAMİK

Bu sırada yeni Trump yönetimi iki dinamik altında şekilleniyor.

Birincisi, “dünyanın en zengin adamı” Elon Musk’ın kimliğinde simgeleşen “büyük sermaye” dinamiği. “Silikon Vadisi”milyarderleri, sosyal medya, Amazon, Paypal gibi platformların patronları, enerji sektörü “baronları”, silah sanayi lobisi Trump kampanyasına para akıttı, personel verdi. 

(...)

İkinci dinamik Heritage Foundation’un “Project 2025” başlıklı raporunda aktardıklarıyla geliyor; Hıristiyan, beyaz, “erkeklik hegemonyasına” dayanan bir toplum kurmak, devlet bürokrasisini, sadakati anayasaya değil başkana olacak biçimde yeniden düzenlemeyi hedefliyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 11, 2024

Trump! Nasıl yani?

 


Seçimler bıçak sırtındaydı. Kim kazanırsa kazansın; sonuçlar sorgulanacak, ABD karışacaktı. Trump büyük bir farkla kazandı. Sonuçlar sorgulanmadı. 

Ekonomi-kültür... 

İşçi sınıfı, hırsız, dolandırıcı, bir milyardere oy verdi. Kadınlar, tecavüz suçlamasıyla yargılanarak mahkûm olan, yüksek mahkemeye atadığı yargıçlarla, kürtajı yasaklamanın önünü açan adama oy verdiler. Latin Amerikalı göçmen işçi sınıfı, en az bir milyon göçmeni sınır dışı edeceğini, göçmenlerin ABD halkının kanını kirlettiğini söyleyen bir adama oy verdi. Siyah işçi sınıfı, Sharlottesville olaylarında ırkçı, faşistlerden “Onlar da iyi insanlar” diye söz eden bir beyaz adama oy verdiler. Bu “acayip durumun”arkasında ne vardı? Liberal entelijansiya, “ekonomi” diyor. Ünlü bir ekonomiste göre “Seçimleri enflasyon kaybettirdi”. 

(...)

... diyalektiğini anlayan adam 

Trump bu, “ekonomi-kültür diyalektiğini”iyi anlamıştı. Ancak önce seçimlerin, “sonbaharına” girmiş bir “imparatorlukta” yapıldığını anımsamak gerekiyor. Bu durum, “imparatorluğun” halkında, öncelikle de egemen kültürün, orta sınıf ve işçi sınıfı erkeklerinde bir ekonomik refah, sosyal statü, iktidar kaybı, geleceğe ilişkin belirsizlik, geçmişe ilişkin bir nostalji (yeniden büyük olma arzusu-MAGA) ve bunların yanı sıra, suçlayacak iç ve dış düşmanlar arayışını, süreç olarak faşizmin bileşenlerini besliyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 07, 2024

Gündem üzerine kısa bir not

 


Yumuşama, normalleşme, el sıkma, el uzatma, “Gelsin Meclis’te konuşsun”, terör saldırısı derken aniden geldik “Kürt sorunu” ile ilgili kayyum atamalarına. Önce Esenyurt (CHP), sonra Mardin (DEM), Batman (DEM), Halfeti (DEM) belediyelerine devlet doğrudan el koydu. Bu refleksleriyle rejim, devleti(disiplin ve cezalandırma araçlarının sadakatini) konuşmadan seçimleri hatta siyaseti konuşmanın ne kadar boşa bir çaba olduğunu, gücü konuşmadan iktidarın konuşulamayacağını anımsattı. Böylece son dönemde türeyen kimi fantezileri de (umarım) yıktı.

ÖNCE FANTEZİLER

Fantezi 1: “Birinci parti olduk. Yumuşayarak, normalleşerek iktidara yürüyoruz.”

Rejim, “yumuşamadan” muhalefetin eleştirilerinin yumuşamasını, “normalleşmeden” de kendi pratiklerinin normalleşmesini anlıyor, kayyum atamalarının gösterdiği gibi, seçmenin iradesini bir kalemde hiçe sayarak yerine kendi iradesini koyabiliyor. Rejimin girdiği yoldan geri dönmesini, “yeni anayasa”, “ömür boyu başkanlık” projelerinden vazgeçmesini beklemek gerçekçi bir tutum değildir. Rejim siyasal İslamın iktidarının tutsağıdır.

Fantezi 2: “Rejim çeşitli manevralarla, Türkiye’nin gerçek gündeminin, ekonomik krizin konuşulmasını önlüyor.”

Birincisi, aslında ekonomik kriz her gün her saat konuşuluyor; grevler ve direnişler yaşanıyor. Ümit Akçay dostumuz anımsattı: “Döviz artmıyor, ücretler baskılanıyor, küresel konjonktür olumlu (petrol hammadde fiyatları düşük), iç talep, en üst gelir dilimleri hariç düşük. Ancak enflasyon durmuyor.” Herkes bunun farkında!

(..)

İkincisi, Türkiye’nin temel sorunu ekonomi değil, rejim ve siyasal İslamın kültürüdür. Bu rejim varlığını rant ekonomisine dayanarak koruyor. Bu rejimin kültürünün beslediği keyfi yönetim ekonominin çalışması için gereken hukuki güvenceleri, kurumları giderek artan oranda işlevsizleştirdi: Artık sermaye birikim sürecinin yapısal zemini son derecede kırılgandır.

‘OYUN PLANI’ FİLAN

“Görüntü, özü açığa vurur.” Gerçekten de rejimin uygulamalarına bakmak yeter. Tutuklanan belediye başkanı için “Neden seçimlere girmesine izin verildi?”, “Bir ‘oyun planı’ var mıdır yok mudur? Var olan ne zaman başka bir şey olur?” gibi sorularla vakit kaybetmek yerine, günlük siyaset ortamında muhalefetin üzerine gelen saldırılara, kararlılıkla, kitlesel ve birlikçi bir iradeyle direnmeye odaklanmak gerekir.

(...)

Uzun zamandır umudu yeşertecek bir dinamik yoktu. Belki şimdi umudu yeşertecek bir dinamik umudu doğuyor.

Yazının tamamını okumak içintıklayınız

Monday, October 21, 2024

Bir ABD vekili olarak İsrail

 


Hafta sonunda, İsrail’de, ABD’nin gönderdiği hava savunma sistemi hizmete girdi; faşist Siyonistler, Gazze’yi yeniden yerleşime açma (sömürgeleştirme) talebiyle “Yapılabilir” başlıklı bir konferans/ yürüyüş düzenlediler. Netanyahu’nun partisinden 10 milletvekili bu konferansa katıldı. Savaşın, bu soykırım ve yerleşim dinamiğini, salt Netanyahu-Ben Gvir-Smotrich faşizmiyle açıklamak eksik olur: Bir eski İngiliz diplomatı, üst düzey MI6 (Askeri İstihbarat örgütü) görevlisi, halen Beyrut’taki “Conflict Forum”un kurucusu, Alastaire Crooke“İsrail yaptığını yapıyor”(14/10/2014, http:// www.strategic-culture.suwww. strategic-culture.su) başlıklı analizinde önerdiği gibi açıyı ABD’nin imparatorluk projesini kapsayacak biçimde genişletmek gerekiyor. O analizi özetleyerek sunmaya çalışacağım: 

STRATEJİK ORTAKLIK

İsrail-ABD stratejik ortaklığı, askeri bir işbirliğinden öte, neocon düşünürlerin küresel hegemonya projelerinin bir parçasıdır. Hudson Enstitüsü’nün önde gelen düşünürlerinden Herman Kahn ve diğer neocon stratejistler, 1970’lerden itibaren İsrail’in ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyan bir “vekil devlet”olarak konumlandırılmasını savundular. Bu strateji, İsrail’i yalnızca bir müttefik olarak değil, ABD’nin çıkarlarını askeri ve politik olarak yönlendiren bir aktör haline getirdi. 

[ E.Y.: 1996 yılında, Richard Perle liderliğindeki bir çalışma grubu tarafından dönemin İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için hazırlanan “A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm” belgesini anımsatmak istiyorum: Bu belge, İsrail’in Oslo Anlaşmaları’ndan vazgeçmesini, daha saldırgan bir dış politika benimsemesini, Batı Şeria ve Gazze üzerinde kontrolün yeniden sağlanmasını, Ortadoğu’yu seri rejim değişiklikleri ile İsrail’in güvenliği için yeniden şekillendirmeyi, gerekirse ABD’den bağımsız hareket edilmesi gerektiğini öneriyordu.] 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, October 17, 2024

‘Onlar bizden farklıdır’

 


Geçenlerde Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, işverenlere tepki gösterirken “Bizi yok sayıyorlar. Kendilerini ayrı bir ırk zannediyorlar. Öyle gemiyi götüremezsin” diyordu.

Ergün Atalay, “Bizi yok sayıyorlar. Kendilerini ayrı bir ırk zannediyorlar”derken haklıydı ama ne yazık ki “Öyle gemiyi götüremezsin” derken değil. Çünkü bu “ayrı ırk olarak” görmek “gemiyi götürmeye devam etmenin”koşullarından biridir.

‘ONLAR BİZDEN FARKLIDIR’

Ünlü Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald “The Rich Boy” (“Zengin Çocuk”-1926) adlı kısa öyküsünde “Sana çok zenginler hakkında bir şey söyleyeyim. Onlar bizden farklıdır” diyordu. Bu cümle, genellikle, zengin insanların sadece paraları sayesinde farklı olduğu şeklinde yanlış anlaşılır. Halbuki Fitzgerald, servetin nasıl karakteri, ahlakı ve duygusal gelişimi etkileyebileceğini, zenginlerin, (çağımızda kapitalistlerin) ortak insani deneyimlerden uzaklaşarak izole bir yaşam sürebileceğini anlatmaya çalışıyordu. 

(...)

BİYOPOLİTİK IRKÇILIK

Bu bağlamda “ırk”, etnik bir farka değil, kapitalizmin biyopolitiğine (bireylerin ve toplulukların hayatını ve biyolojik süreçlerini yönetmesine) ilişkindir. “Biyopolitik ırkçılık”, ırk kavramını biyolojik veya etnik ayrımların ötesine taşıyarak ekonomik ve varoluşsal ayrımlara dayalı bir tabakalaşmaya kadar genişleterek ırksal farklılıklara ilişkin geleneksel kavramları yeniden yapılandırmayı önerir. Biyopolitik ırkçılık, kapitalizmde çalışmaya, yaşamaya hakkı olanlar ile olmayanlara ilişkindir; bu anlamda, etnik farklılıktan kaynaklandığı ileri sürülen “ırk” kavramından çok daha sağlam (onu da içeren) maddi (ekonomik-siyasi) temeli olan bir kavramdır.

Biyopolitik ırksal bölünme, kapitalist toplumlarda yaşamın kendisine verilen değerden kaynaklanır. Bu çerçevede, kapitalist sınıf, doğuştan gelen biyolojik özellikleriyle değil, işçi sınıfının hayatını tanımlayan ölümlülük ve güvencesizlikle ilişkili mücadelelerin çoğunu aşmalarını sağlayan servet, teknoloji ve kaynaklara erişimiyle bir “süper ırk” gibidir. 

(...)

Kapitalist sınıf yalnızca servet ve emeği değil, yaşamın kendisini de kontrol ettiği için, kapitalizmde ırkçılık biyopolitik terimlerle de belirlenir.

Türk-İş Genel Başkanı Atalay, işverenler için “Kendilerini ayrı bir ırk zannediyorlar” derken çok önemli bir noktaya parmak basıyordu. 

Yazının tamamını okumakiçin tıklayınız


Monday, October 14, 2024

‘Geçmiş her gün yeniden tanımlanır’

 


Ülkelerinin kuruluş mitosunu tartışmaya açacak, kuruluş “travmasını”hatırlatacak işler yapan rejimler, toplumlarında, kültürel, ahlaki kargaşanın, bir meşruiyet krizinin yolunu açarlar; böylece ülkelerinin yalnızca geçmişini değil geleceğini de tehlikeye atarlar. Netanyahu-Ben Gvir-Smotrich faşist Siyonizminin Gazze soykırımı, Lübnan’da başlattığı yıkım, İsrail’in yalnızca geleceğini tehdit etmiyor, geçmişini de yeniden tartışmaya açıyor. 

İsrail’in kuruluşunda terörizm (Haganah, Irgun, Lehi), yerleşimci sömürgecilik, etnik temizlik vardı. Batı ve Siyonist hareket, Alman Nazi soykırımının, tüm dünyada yarattığı travmayı, İsrail’in kuruluşunu, Filistinlilerin travmasını önemsizleştirerek meşrulaştırmak için kullandılar. 1980’lere gelindiğinde, artık ortada 7-8 milyon nüfuslu bir İsrail gerçeği vardı. Bir uzlaşma/ barış arzusu, Filistin halkının haklarını tanıyan bir çözüm arayışı, süreci iki devletli bir çözüme doğru itiyordu. Artık, “kuruluş anındaki” yerleşimci sömürgecilik etnik temizlik vurgulanmıyordu; İsrail buradaydı ve kalıcıydı, önemli olan iki devletli bir çözümdü. 

“Oslo çözüm süreci” bir fırsat yarattı. FKÖ ve seküler Siyonist akımlar bu fırsatı değerlendirmek için çalışırken, İsrail’in varlığını (sahadaki gerçekliği) tanımayan dinci Hamas ve Filistin halkının varlığını yok sayan radikal dinci/ırkçı Siyonistler süreci baltalıyorlardı. Arafat, Arap devletlerinden gereken desteği alamayınca da o fırsat kayboldu. 

(...)

Thursday, October 10, 2024

‘Yaklaşan fırtına’ ve ‘kaos’ (2)

 

Pazartesi yazımda Almanya’da yükselen faşist parti AfD’nin dış politika tercihlerine değinmiştim. AfD, Avrupa’da daha geniş bir faşist dalganın parçası. SWP’nin (Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü) bir analizine göre, aşırı sağın Avrupa Parlamentosu’nda güç kazanması, AB’nin işleyişini ve karar alma süreçlerini daha da zorlaştıracak, bu da NATO ve AB’nin bölgesel ve küresel sorunlara yanıt verme kapasitesini sınırlayacak.

Başta (AfD) olmak üzere, Avrupa’da yükselen faşist hareketler, yalnızca kendi ülkelerinde hakları ve özgürlükleri, yabancıları tehdit etmekle kalmıyorlar, aynı zamanda dış politika tercihleriyle yeni bir “Büyük Savaş” riskini de artırıyorlar.

AFD VE BATI MERKEZLİ ‘GÜVENLİK -HEGEMONYA- MİMARİSİ’

AfD, Almanya’nın NATO’daki rolünü sorguluyor, Amerikan nükleer silahlarının Almanya’da konuşlanmasına, askerlerinin varlığına karşı çıkıyor. Bir AfD yönetiminin bu politikaları uygulaması durumunda Avrupa’nın merkez ülkesi Almanya’nın Batı’nın güvenlik -hegemonya- mimarisindeki yeri hızla belirsizleşir, Atlantik ittifakında derin çatlaklar açılır.

(...)

SWP, AfD ve geçen hafta Avusturya’da seçimleri kazanan Özgürlük Partisi gibi faşist partilerin NATO ve AB’ye olan güven eksikliği, “Avrupa genelinde yeni jeopolitik blokların ortaya çıkmasına neden olabilir” diyor. AfD, AB’nin Almanya üzerinde ekonomik baskı oluşturduğunu iddia ederek Dexit (Almanya’nın AB’den çıkışı) seçeneğini gündeme getirebilir. Bu durum, Avrupa’nın birliğini zayıflatarak Batı blokunun dağılmasına yol açabilir.

(...)

FAŞİST HAREKET ÇOK PARÇALI AMA...

SWP, raporunda, Avrupa’daki “aşırı sağın” bölünmüş yapısına dikkat çekiyor. Ancak bu partilerin, özellikle AB karşıtlığı, milliyetçilik, Rusya sempatisi, göçmen karşıtlığı gibi ortak temalar etrafında birleşebileceğine de işaret ediyor. 6 Ekim Pazar günü, İtalyan Salvini’nin Liga partisi için sembolik bir yer olarak kabul edilen kuzey İtalya’daki Pontida kasabasında, Viktor OrbánMatteo Salvini ve Geert Wilders gibi faşist liderlerin, yaklaşık 25 bin kişinin katılımıyla gerçekleşen miting, bu birlik olasılığını destekliyordu. Bu olasılık, AfD’nin, daha şimdiden sınır kontrolleri getirmeye başlayan Almanya’daki etkisiyle birleşirse Avrupa Birliği’nin geleceğini tehdit eden stratejik bir riske dönüşebilir. Bir AfD hükümeti, Avrupa genelinde faşist partiler arası işbirliği olasılığını güçlendirebilir. Bu birlik, AB’nin, göç, iklim, ekonomi alanlarında küresel krizlere yanıt verme kapasitesini zayıflatabilir. 

(...)

“Gökkubbenin altında kaos egemen” ama bu kaosun içinde sosyalistler, aslında ne yapacaklarını pek bilemeden, bir seçenek oluşturamadan bir oraya bir buraya koşturmaya devam ediyorlar.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, October 07, 2024

'Yaklaşan fırtına' ve 'kaos'

 


Ukrayna’da savaşın seyri yine değişmeye başladı, Ortadoğu’da geniş çaplı, ABD’yi de için çekmeye başlayan bir bölgesel savaş olasılığı hızla artıyor. Avusturya seçimlerini faşist parti kazandı. Almanya’da hızla birinci parti olmaya doğru giden faşist AfD’nin liderleri, Deutsche Welle’nin bir programında, NATO ve AB’nin Rusya politikalarını eleştirdiler, Rusya’nın dışlanmak yerine AB’ye entegre edilmesi, Almanya’nın Çin’in Kuşak Yol projesine katılması gerektiğini, ABD ile Almanya’nın ulusal çıkarlarının artık uyuşmadığını, ABD’nin askeri varlığını Almanya’dan çekmesi gerektiğini savundular. 

Bu ortamda, dünya düzeninin yerleşik “merkezi”, ABD, 30 gün sonra yapılacak başkanlık ve Kongre seçimlerine, bir taraftan Trump-Vance kazanırsa “süreç olarak faşizmin” devleti ele geçirme olasılığı diğer taraftan, Harris-Walz kazanırsa sonu belirsiz bir siyasi kriz olasılığı arasına sıkışmış biçimde gidiyor. ABD liderliğinde kurulmuş “kurala dayalı uluslararası düzen”, büyük güçler arası rekabet, küresel iklim krizinin getirdiği sorunlar ile “1920’leri anımsatan ekonomik jeopolitik basınçlar altında” (Chirstine Lagarde), çözülme sürecinden, kaos aşamasına mı geçmeye başlıyor? 

‘YAKLAŞAN FIRTINA’

(...)

Gerçekten de BBC’den, Gabriel Gatehouse’un, haziran ayında yayımlanan, “The Coming Storm” (Yaklaşan Fırtına-BBC Books) başlıklı araştırması Trump ve faşist hareketin, 2024 seçimlerine, komplo teorileri, yanlış bilgiler yayarak, demokratik sürecin tamamına olan güveni sarsarak hazırlandıklarını, Amerikan seçim sürecinin manipüle edilme biçimleri örneklerle anlatılıyordu. Kitapta sergilenenler, Trump ve Vance gibi figürlerin söylem ve taktikleri “süreç olarak faşizmin” seçim sonuçlarını kabullenmeyerek direnme olasılığının ne kadar ciddi bir tehlike olduğunu gösteriyordu. “Yaklaşan Fırtına”, 2024 seçimlerinden sonra yaşanabilecek bir kaos tehlikesine karşı ciddi bir uyarı. 

Başkan yardımcısı adayları tartışmasına dönersek J.D. Vance’ın, faşist hareketin yeni yüzü olarak öne çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. Vance, Trump’ın “popülist” söylemini benimsiyor, ancak bunu daha karmaşık, geliştirilmiş, daha yanıltıcı ve stratejik bir biçimde sunuyor. Özellikle, kürtaj, göç ve ekonomik politikalar gibi konularda Vance, dinci faşizmin klasik söylemlerini savunuyor ama örneğin, kürtaj karşıtı politikalarını “kadınlara daha fazla seçenek sunmak” olarak sunmaya çalışan bir demagojiyle; kadınların üreme haklarının ciddi şekilde kısıtlanmasını kabul ettiğini gizlemeye çalışıyor. 

The Washington Post bir yorumunda da Vance’ın “Trump’ın politikalarını, onun kavgacı, giderek artan oranda dengesiz tavrına kıyasla, daha iyi, daha nazik ve ölçülü bir üslupla, savunduğuna” dikkat çekiliyordu. Faşizmin yeni, sofistike ve daha kabul edilebilir yüzü olarak öne çıkmaya başlayan Vance, gelecekte faşizmin, daha zekice ve stratejik bir yaklaşımla daha geniş bir seçmen kitlesine hitap etme olasılığını güçlendiriyor. The Atlantic dergisinden Frumm’ın uyardığı gibi Vance, Trump’tan çok daha tehlikeli bir faşist lider adayı olduğunu gösteriyor. 

(...)


Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, October 03, 2024

Bir yıl sonra: Bir başka boyut

 



Pazartesi günü 1. yılını tamamlayacak olan savaşın tarihsel çerçevesini emperyalizm, Siyonizm bağlamında yerleşimci sömürgeciliğin, sömürgeciliğe direnişin belirlediğini söyleyebiliriz. Bu çerçevenin içine hidrokarbon kapitalizminin mekân düzenleme dinamiklerini, ABD’nin “BOP”, fiyaskosunu da koyabiliriz. 

(...)

Ancak Ortadoğu realitesinin, kültür/ideoloji gibi, özellikle son yıllarda büyük önem kazanan bir başka boyutu daha var. Büyük can kaybına yol açarak genişlemeye devam eden savaşın taraflarına bakınca bu boyutun önemi hemen kendini hissettiriyor: Hamas ve Hizbullah dini “hakikat rejimi” içinde hareket eden yapılardır. İran egemen sınıfı ve devleti de öyle.

Önceki bölgesel savaşlarda seküler Siyonizm tarafından, bir “iki devletli çözüm”bulma “iddiasıyla” yönetilen İsrail’i bu kez dinci/ırkçı bir “hakikat rejimi” içinde hareket eden, Filistin sorununu, Filistin yerleşimlerini ve nüfusunu yok ederek çözmeyi arzulayan faşist bir kadro yönetiyor. 

Bir yıl önce bu günlerde Hamas 7 Ekim saldırısını planlarken Netanyahu yargıdan kaçabilmek için, çoktan, Smotrich, Ben-Gvir gibi faşistlere, radikal dinci/ırkçı (Kahanist) hareketin seçmenine teslim olmuştu; iktidarda kalmaya devam edebilmek için, bölgedeki diğer “Adamlar” gibi yeni güvenlik krizlerine gereksinimi vardı. Faşist liderler, Gazze’yi yeniden işgal etme, yerleşimlere açma, pratikte bir soykırım anlamına gelen niyetlerini açıkça dile getiriyorlardı.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, September 30, 2024

Farklı bir seçmen, yeni bir yol haritası

 


ABD’de Clinton döneminde klasikleşmiş bir söz vardı: “Aptal, esas sorun ekonomidir.” Gerçekten de seçim dönemlerinde, eğer ekonomik koşullar iyiyse iktidardaki parti kazanıyordu, kötüyse muhalefetteki parti... Ne var ki artık birçok ülkede, giderek artan oranda seçmen bu “klasik” davranışı sergilemiyor. Kapitalizmin krizinin, “çürüme ve alçalma” döneminde karşımızda, artık farklı bir seçmen var: Yine ekonomiden yakınıyor ama oyunu, başka ölçütlere göre kullanıyor.

BELKİ DE ARTIK EKONOMİ DEĞİL!

Biden başkan adayıyken Trump ekonomik konularda açık farkla önde gidiyordu. “Biden çekildi, Harris aday oldu, ekonomide, ekonomik programda bir değişiklik yok ama ekonomi konusunda Harris Trump’a yetişti ve geçmeye başladı. Esas sorun ekonomi değil galiba.” (The New Republic)“Harris’in ekonomik önerilerinin çoğu çalışanlardan, küçük işletmelerden yana ama o seçmenlerin çoğu hâlâ, büyük sermayeden yana önlemler öneren Trump’ı destekliyorlar.”... “Seçmen neden ekonomide kendi çıkarına önlemleri öneren politikacıyı desteklemiyor?” (The Independent)

Nihayet, New York Times’ın emektar yazarlarından Thomas Edsall (83) soruyor: “Seçmenler, Trump hakkında artık her şeyi biliyorlar. Buna rağmen, Trump’ın başkanlığı kazanma şansı hâlâ nasıl yüksek olabiliyor? Amerikan tarihinin en kötü başkanı olarak değerlendirilmeye aday bir adama ikinci bir dönem vermemek için neden kesin bir çoğunluk oluşmadı?”

(...(

Bu “sığınma” ve “özdeşleşme” katı kimliklerden oluşan bir seçmen kesimi yaratıyor. Bu seçmen kesimi, karşılarındaki akımları ve önerileri, ekonomik çıkarlarına uyup uymamasına göre değil, kimliklerine ve özdeşleşme nesnelerine olan sadakatlerine uyup uymamasına göre seçiyor. Bu seçmen,“rasyonel” bir yaklaşımla, ekonomik koşullardan yakınıyor, bu kaygılarını anketlerde, hatta protesto eylemlerinde de dile getiriyor ama sandığa gittiğinde oyunu (tercihini), özdeşleşme nesnesinin “gözü” altında, “aidiyetlerine” ve “sadakatlerine” göre kullanıyor.

(...)

Türkiye’ye gelince, ana muhalefet partisinin, ısrarla erken seçim istediğini görüyoruz.

(...)

Yazının tamamını okumak için

Thursday, September 26, 2024

‘Çürüme’ ve ‘alçalma’ (2)

 


Bu kez konu ABD. Tarih bize, imparatorlukların, hatta kimi zaman toplumların çöküşünün, ahlaki bozulmayla, artan eşitsizlikle ve gerici hareketlerin yükselmesiyle, gündelik yaşamda şiddetin normalleşmesiyle birlikte geldiğini gösteriyor. ABD’de filmlere konu olan (“Big Short”) finansal yatırımcı Steve Eisman’ın, Gazze krizinde yaşanan ölümlerden ve yıkımdan sevinç duyduğunu açıkça söylemesi, plütokrasinin içinde kimileri için şiddetin, hatta soykırımın kabul edilebilir bir araç haline geldiğini gösteriyor. Bu çürüme bireysel aktörlerle de sınırlı değil, daha derin bir toplumsal değişimi yansıtıyor. Şiddetin yüceltilmesi, Amerikan kültürünü giderek daha fazla etkisi altına alıyor, çatışmayı yücelten gerici hareketleri ve ideolojileri besliyor; korku ve öfke, ahlaki mutabakatların kalıntılarını daha da aşındırarak toplumsal parçalanmayı hızlandırıyor. ABD toplumu çöküşün eşiğindeki imparatorlukların tarihsel özelliklerini sergiliyor. 

GÜNEY AFRİKA MİRASI...

ABD’de de servet, bir grup milyarderin elinde aşırı şekilde yoğunlaşmışken Amerikalıların çoğu ekonomik durgunluk ve gerileme ile karşı karşıyadır. Bir zamanlar Silikon Vadisi’nin vizyonerleri olarak görülen Elon Musk ve Peter Thiel gibi isimler, şimdi çökmekte olan imparatorluklardaki oligarşileri anımsatan eşitsizliklerin müstehcen simgeleri haline gelmiştir. Musk’ın Güney Afrika’daki ırkçı (apartheid) rejimindeki geçmişi, “faşizmin” eşitsizliği nasıl meşrulaştırdığına dair ürkütücü bir hatırlatmadır. 

(...)

Tarih ve ABD örneği bize çürümeyi besleyen güçlere, gericiliğe karşı direnmenin, ekonomik, siyasi ve sosyal reformlarla eşitlik ve adalet umudunu yeniden canlandırmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

Yazının tamamı için tıklayınız


Monday, September 23, 2024

Değişim hızlandı ama yönü belirsiz

 



20. yüzyıl kapanırken “Komünizm yıkıldı” dünyaya barış, demokrasi geliyor diyenler bugünlerde bir “büyük savaşın” kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar (Wall Street Journal, 16/09/24; Ulusal Savunma Stratejisi Komisyonu- 07/2020). O zaman, “ABD ile aynı takımda olmak için” “Washington Mutabakatını” kabul etmek gerekiyordu. “Bugün, ABD ile aynı takımda olmak, yüksek teknoloji sektörlerine yönelik hedeflenmiş korumacılık ve agresif sübvansiyonlar anlamına geliyor” (WSJ, 15/09/24) 

“Washington Mutabakatı”, ABD Hazine Bakanlığı, IMF ve Dünya Bankası’nın (sonra Dünya Ticaret Örgütü) dayattığı, serbest ticaret, deregülasyon, kısaca neoliberal ekonomi yönetimiydi; “WM”, ekonomik sorunların devletlerin piyasa müdahalelerini en aza indirerek, mal ve sermaye piyasalarının serbestleştirerek aşılacağını söylüyordu. Bu dönem, sermayenin (daha çok merkez ülkelerden egemen sermayenin) ülke sınırlarına takılmadan serbestçe dolaşabildiği bir küreselleşmenin yükselişine tanıklık etti. 

Bugün farklı bir noktadayız. Serbest ticaret, neoliberal ekonomik yönetimi artık ABD ekonomi politikasının temel direkleri değil. ABD yönetimi bugün, piyasalara güvenmek yerine, stratejik açıdan önemli, yarı iletkenler, yeşil teknoloji ve yapay zekâ gibi alanlarda devlet müdahalesini artırmayı amaçlıyor. ABD’nin “sanayi politikalarına” yönelmesi, neoliberalizmin tükendiğine, küresel rekabetin -özellikle Çin gibi yükselen güçler karşısında- farklı bir yaklaşımı gerektirdiğine ilişkin bir anlayışı yansıtıyor. 

(...)

Çin’in, “devlet güdümünde kapitalizm” modeli, Çin sermayesinin, stratejik endüstrilerde küresel pazarlarda baskın olmasını kolaylaştırırken serbest piyasa politikalarına bağlı kalan Batı ekonomileri bu değişime ayak uyduramadılar. Çin’in, ABD merkezli Batı’nın küresel ekonomik siyasi üstünlüğünü tehdit ederek yükselmesi, ekonomik politikaların yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kıldı. 

(...)

Bu madalyonun öbür yüzünde, yükselen milliyetçilik, dinci, ırkçı fanteziler, Mussolini özentisi liderler, aniden patlak veren jeopolitik krizler, karmaşıklaşan ittifaklar var. Tarih bize tüm bunların insanlığı savaşa götürdüğünü gösteriyor. “Büyük güçler”, yine gözleri kapalı, yeni bir “büyük savaşa” doğru yürüyorlar.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Thursday, September 19, 2024

‘Çürüme’ ve ‘alçalma’

 

Siyasal İslamın iktidarı pekiştikçe ülke insanı giderek artan oranda kapitalizm öncesi bir “hakikat rejimini” dayatma çabalarıyla, Cumhuriyet kurucu geleneğinin “hakikat rejimini” koruma çabaları arasına sıkışıyor. Böylece etik değerler bulanıklaşıyor, anlamlar zinciri istikrarını, egemen ideolojinin “ana göstergesi” (laiklik) verimliliğini kaybediyor. “Çürüme”, Ataol Behramoğlu’nun deyimiyle “alçalma” işte bu şizofren dünyanın, bir semptomudur!

İKİ FARKLI REJİM

Türkiye’de son yıllarda devletin kamu kurumlarının geçirdiği ideolojik dönüşüme, bu dönüşümün bilgi üretim süreçlerine, toplumsal yapıya yansıma biçimlerine bakınca, “laiklikten” hızla uzaklaşıldığı, “seküler hakikat rejiminin”tasfiye edilmekte, yerine bir “dini hakikat rejiminin” dayatılmakta olduğu görülür.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, September 16, 2024

Avrupa’nın çıkmaz sokağı

 


Avrupa Birliği (AB), bir dönem “önlenemez”“dışında kalınamaz” denen küreselleşmenin, ekonomik, politik hatta kültürel olarak adeta en gelişmiş örneğiydi. Finansal kriz, arkasından kronik ekonomik durgunluk bu görüntüyü bozdu. Mali, ekonomik, hatta siyasi krizlerle sarsılan AB, ABD-Çin arasında giderek yoğunlaşan ekonomik teknolojik rekabet ortamında, bu merkezlerin gerisinde kalmaya başladı. 

Avrupa Merkez Bankası’nın eski başkanı, İtalya’nın eski başbakanı Mario Draghi’nin hazırladığı 400 sayfalık kapsamlı rapor da durumu böyle görüyor.  Diğer taraftan bu konulara biraz daha yakından bakınca AB’nin geleceğine ilişkin bir seri başka çok önemli sorun/ engel, belki de bir “Aşil topuğu” belirginleşmeye başlıyor. 

(...)

Örneğin, Draghi’nin önerilerinin başarısı için AB çapında ortak bir vizyonun benimsenmesi, bu vizyonunun kararlılıkla uygulanması gerekiyor. Ancak Avrupa’nın dağınık ve parçalı siyasi, hukuki yapısı, bir ortak vizyonun benimsenmesine, uygulamak için ortak hareket edilmesine izin vermiyor. Böyle olunca da AB’nin piyasa, ekonomi, teknoloji bağlamında ölçek avantajından, bu ölçeğin içerdiği potansiyellerinden yararlanmak olanaksızlaşıyor. 

BİR HEGEMONYA SORUNU

Devletler arası ilişkiler; “eşitlik”“karşılıklı saygı”“dostluk” gibi diplomatik söylemlere karşın, pratikte, güç, egemenlik ve bağımlılık ilişkileridirler. Bu ilişkilerin siyasi ekonomik krizlere hatta savaşlara vb., yol açmasını, ancak hiyerarşik bir hegemonya (liderlik, sorun çözme kapasitesi, özendirme ve bunu koruyacak güç) düzeninin kurulması önleyebilir. 

Yukarıda dikkat çektiğim o “Aşil topuğu”, AB bir devletler topluluğu olarak şekillenmeye başlamasından bu yana gündemde olan hegemonya sorununun, finansal kriz sonrasında belirginleşen bir emperyalist “merkez-çevre dinamiğine”, Almanya’nın AB çapında kararları belirleme gücüne karşın aşılamadığını gösteriyor. 

(...)

ABD hegemonyası, AB, “kurala dayalı düzen”, hatta enerji rejimi, iklim sistemi, ekonomik, demografik coğrafyalar, “her şey” çözülüyor. “Koşullar mükemmel”ama “özne” tarafında 100 yıl öncesine yönelik melankolik bir nostalji egemen.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Thursday, September 12, 2024

Harris-Trump tartışmasından sonra…



Eski başkan, Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı, ABD’de süreç olarak faşizmin “koçbaşı” Donald Trump ile Biden’ın başkan yardımcısı ve Demokrat Parti’nin başkan adayı, sosyal eğilimli Kamala Harris arasında merakla ve heyecanla beklenen tartışma salı gecesi gerçekleşti. Çarşamba günü, bu tartışmaya ilişkin yorumlar dünya medyasında büyük yer tutuyordu. 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Thursday, August 22, 2024

‘Stagflasyon’ üzerine...

 


“Stagflasyon” (durgunluk+enflasyon) kavramı, ekonomi politikası tartışmalarının başına oturdu. Gelin biraz yakından bakalım.

STAGFLASYON VE ‘STANDART MODEL’

Stagflasyon, ekonomi yönetiminde geçerli “standart modelinin” iflas ettiğini gösterir. Böyle bir durumu 1970’lerde, “ulusal Keynesçi” modelin tükenmesiyle (“Phillips eğrisi kırıldı” filan) yaşamıştık. O dönemin “standart modeli” terk edildi, kurumları tasfiye edildi, kaynakları egemen sermayeye aktarıldı, ideolojisi, siyaset rejimleri değişti. Ulusal dünya ekonomisi, ABD hegemonyasının basıncı altında yeniden şekillenmeye zorlandı. Yeni “standart model”neoliberal küreselleşmeydi

(...)

O “standart modelin” bir “bağımlı ülke” versiyonu, 1980’lerden bu yana, Türkiye’de de uygulanıyor. “Stagflasyon” tartışmaları “standart modelin” artık tükendiğini, ısrar etmenin yıkıcı olduğunu gösteriyor.

FANTEZİLER VE TUHAFLIKLAR

Ancak, Mehmet Şimşek“standart modeli” dayatmaya devam ediyor. Ana akım ekonomistler bile rahatsız olmaya başladılar. 

Stagflasyon, durgunlukla mücadele ederken enflasyonu, enflasyonla mücadele ederken durgunluğu kalıcılaştırma ikilemini getirir. Bu zor duruma karşın konu, talep, arz, ücret, kur, algı gibi bağımlı değişkenler üzerinden tartışılıyor. Bu değişkenleri belirleyen, “artık değer”, ikincil olarak da kâr oranları, emek verimliliği gibi dinamikler ilgi çekmiyor. Üretim gerilerken talebi baskılamak, “aşırı üretim”den söz ederken “aşırı talep”ten yakınmak, gibi tuhaflıklar hep bağımlı değişkenlerin ötesine geçememekten kaynaklanıyor. “TÜİK verilerine güvenemezken hangi ‘algı’ ile enflasyona karşı mücadele edilecek” sorusu da var.

(...)

“Stagflasyon”dan çıkabilmek için öncelikle ekonominin “artık değer” üretim kapasitesinin artması gerekir: Bunun için gerekli “yapısal reformlar” ise uluslararası sermayenin, ana akım ekonomistlerin düşündüklerinden çok farklıve yeni “standart model” arayışlarına uygun olmalıdır. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız